Korku, Türkiye'de siyasal hayatı belirleyen en güçlü faktörlerden biri olagelmiştir; bazen açık, kimi zaman örtülü; bazen kenarda kıyıda, çoğu zaman da merkezde. Şimdi yine bu faktörün sistematik bir biçimde siyasal hayatın merkezine yerleştirilmek istendiğini görüyoruz. Korku; motive edici, biçimlendirici ve meşrulaştırıcı bir işlevle kullanılıyor. Bunun adı korku siyasetidir.
Korku siyasetinin en önemli sonucu, siyasetin içini boşaltmaktır. Çünkü korku, aklı devre dışı bırakır; insanı bilinçli hareket eden bir özne olmaktan uzaklaştırır, etki edemeyeceği güçler arasında oynanan bir oyunun nesnesi haline getirir. Korkunun hakimiyetine giren insanlar, derin bir kadercilik girdabına sürüklenirler.Yani korku, insanı kendine yabancılaştırır.
Korku siyaseti, insanların kendilerini yaklaşmakta olan bir felaketin potansiyel kurbanı olarak görmelerini sağlayacak bir atmosfer yaratmayı hedefler. Akla değil, insanî varoluşun en zayıf noktalarına hitap ederek yapar bunu. Kendi kaderine hakim olma, bireysel otonomi gibi idealler; insanların bu en zayıf noktalarını hedef alan sürekli bir alarm sesiyle gölgelenir, bastırılır.
Thomas Hobbes, korkunun teorisyeni olarak da nitelenir. Hobbes, ölüm korkusunun belirleyici olduğu kaotik doğa halinden kurtulmanın yolu olarak, bütün özgürlüklerimizi devredeceğimiz çok güçlü bir egemen, bir Leviathan (ejderha) yaratmayı öneriyordu. Özgürlüklerimizden vazgeçip bu Leviathanın kucağında huzurlu bir uykuya dalmamızı istiyordu Hobbes.
Hobbes'tan beri, korku siyaseti, otoriter rejimlerin en belirgin özelliği olarak bilinir. Latin Amerika'daki askerî diktatörlükler, komünizm tehlikesiyle meşrulaştırdılar kendilerini. Korku siyaseti üzerine bir vahşet yönetimi kurdular. Bizde de askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, olağanüstü hal rejimlerinin nedeni; hep ülkeyi büyük tehlikelerden kurtarmak olarak açıklandı. Zulüm politikaları, toplumun korkuları üzerine inşa edildi.
ABD, sınırsız sömürüye dayanan dünya hakimiyeti projesini, küresel terör tehdidiyle meşrulaştırmaya çalışıyor. Savaşları ve hak ihlallerini, kendi toplumuna korkuları kaşıyarak dayatıyor. Aynı korku, Avrupa ülkelerinde de, hükümetlerin elinde özgürlükleri kısıtlamanın başlıca bahanesini oluşturuyor. Bu ülkelerdeki neofaşist hareketler de, insanların başka korkularıyla oynayarak güç topluyorlar. İsrail, savaş ve yıkım politikalarını kendi varoluşuna yönelik tehditlerle açıklıyor; beka korkusunu, sınır tanımaz baskı pratiklerinin kaynağına yerleştiriyor.
Şimdi bizde de malum odaklar çok yönlü bir korku siyasetiyle toplumu sindirmek istiyorlar. İktidarlarını kaybetme korkularını kendi korkularımız olarak görmemizi; tek çaremizin arkalarına takılmak olduğunu telkin ediyorlar; özgürlüklerimizden ve iradelerimizden vazgeçmemizi istiyorlar. Kendi elleriyle besledikleri, her müdahalelerinden sonra biraz daha güçlenen bir tehlikeye karşı, kendilerini bir kurtarıcı olarak sunuyorlar. En çok da hafızasızlığımıza güveniyorlar; geçmişte ve günümüzde yaşadığımız acılardaki başrollerini unutmamızı bekliyorlar. Bunları unutursak; özgürlük, eşitlik ve dayanışma ilkelerine dayanan bir toplum kurma idealimizi de unuturuz, bunu çok iyi biliyorlar.
Unutulmaz Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder'in 1973 yılı yapımı bir filmi var Korku Ruhları Bitirir diye. Korkunun insanın ruhunu nasıl kemirdiğini, kendi olmaktan çıkarıp başka güçlerin oyuncağı haline getirdiğini ve derin bir mutsuzluğa sürüklediğini anlatır. Bizim de ruhlarımızı korkuya yedirmemek için, ideallerimize ve değerlerimize her zamankinden daha kararlı bir şekilde sahip çıkmamız; sözün hükmünü yitirmemesi için, kendi sözümüzü her zamankinden daha açık söylememiz gerekiyor.
Birgün, 15.4.2007