27 Nisan muhtırası internete düşmeden iki ay önce, bu sayfalarda yayımlanan “Pretoryen güçler ve rejim” başlıklı yazıda ( Radikal İki, 25.2.2007), Türkiye’de rejimin aslî niteliğinin pretoryen bir cumhuriyet olduğunu bir kez daha hatırlatmak gereğini hissetmiştim. Pretoryen cumhuriyet kavramının, askeri cumhuriyet anlamına gelmediğini, bunun “asker etkisinde sınırlı bir çoğulcu siyasal sistem” olarak da tanımlanabileceğini belirtmiştim. Böyle bir tanımdan hareketle yapılacak rejim analizinin, pretoryen güç ve çevrelerin varlığıyla sınırlanamayacağını, bunların siyasal-toplumsal yaşama etkili biçimde müdahale etme olanaklarının da değerlendirilmesi gerektiğine yazıda dikkat çekiliyordu.
27 Nisan muhtırasının hemen öncesindeki gelişmeler, cumhurbaşkanlığını AKP’ye bu Meclis içinde ve gelecek meclislerde tek başına seçtirtmemek için yaratılan hukuki engeller, kimisi doğrudan pretoryen güçler tarafından örgütlenen, kimisi dolaylı biçimde örgütlenmesi teşvik edilen gösteriler, Türkiye’de pretoryen cumhuriyet rejiminin günün şartlarına kendini uyarlayarak, nasıl çalıştığını bize bir laboratuar gözlemi keskinliğinde izleme olanağı verdi. Pretoryen rejimin geçmiş uygulamalarıyla arada anlamlı farkların olması, rejimin asli özelliklerinin değiştiği anlamına gelmiyor. Toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısında rejimin kendini adapte etme, esneme olanağına sahip olduğuna işaret ediyor. Bu da pretoryen rejimden çıkışın zorluğunun esas nedenini ele veriyor.
28 Şubat’ta “sivil toplumun hareketlendirilmesi” mitinglerle değil, doğrudan MGK’na ve Genelkurmay Başkanlığına kişi ve kuruluşların çağrılarak, durum hakkında bilgilendirilmeleri biçiminde hayata geçirilmişti. O dönemde sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, meslek odalarının, gazetecilerin, işadamlarının, yükseköğrenim camiasının brifing almak için Ankara’da MGK ve Genelkurmay’ın, bazı illerde garnizonların önünde kuyruğa girmelerine şahit olmuştuk. DİSK’inden TÜSİAD’ına “brifingli sivil toplum”un temsilcileri, kuyruk kavgası yapacak kadar, “içeriye bir an önce girmek” konusunda heyecanlı ve aceleciydiler.
Askıya alınan cumhurbaşkanlığı seçimleri arefesinde yaşananlar, farklı biçimde tezahür etti. Bu kez, sivil toplum mobilizasyonu, askeri brifingler aracılığıyla değil, bir gazete, bir televizyon ve birkaç derneğin desteğiyle ve Cumhuriyet mitingleri yoluyla sağlandı. Bunun sivilleşme ve demokratikleşme yönünde bir adım olduğu, çok dar bir açıdan bakılırsa söylenebilir. Ama pretoryen rejimin esas yapısını değiştirdiği ya da bunun sönümlenmesine yol açacak kapıyı araladığı söylenemez. Melih Pekdemir, Birgün’de çıkan yazısında (7.5.20007) bu durumu, “balans ayarından sonra yapılan rot ayarı” olarak betimliyor ve bu ikisi arasındaki teknik farkı, içinde bulunduğumuz duruma usta biçimde uyarlıyor. Anlaşılan balans, rot, motor revizyonu ve kaporta tamiri ile bu pretoryen rejim daha bir zaman yol almaya devam edecek.
Bütün bu tamirat ve ayar girişimlerini meşru kılan ise “sahip olma” yetkisidir. Pretoryen rejimde, rejimin ve devletin “sahipleri”nin olduğu fikrinin, bir inançtan öteye, somut pratikler bütününe tekabül etmesi gerekir. Rejimin ve onun aslî kurumlarının toplamından oluşan devletin sahiplerinin olduğu olgusu, rejimin salgıladığı toplumsal tahayyüle damgasını vurduğu ölçüde, pretoryen rejim etkili biçimde çalışır. Rejimin kurumlarının bu sahiplik ilkesi doğrultusunda çalışmasını doğal bir gelişme olarak sunma imkanı güçlenir. Bu sahiplik olgusunun, pretoryen rejimde sadece silahlı kuvvetlerin ya da emniyet güçlerinin tekelinde olması gerekmez. Askeri ve sivil bürokrasi merkezli ve bunların ideolojik etki alanında kalan kesimlerden oluşan bir çevre, pretoryen rejimi askerî veya polisiye cumhuriyet biçiminde varlığını sürdürme yükünden kurtarır.
Devletin ve rejimin bazı sahipleri olduğunun kabulü, bu sahiplik hakkına dayanan yetki ve sorumlulukların da kabulünü gerektirir. Bilindiği gibi, sahip olmak bir dışlama üzerine kuruludur. Bir şeye siziz sahip olmanız, ona başkasının sahip olamaması sonucunu yaratır. Ya da kamu mülkiyetinde olduğu gibi, herkesin (bütün yurttaşların) sahip olduğu şeye, aynı zamanda somut olarak tek tek kimsenin, hiçbir zümrenin sahip olmaması anlamına gelir. Sahip olmaktan doğan kullanım hakları, gerçek ortak mülkiyette birey ve zümrelere terk edilemez. Bu nedenle, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu bir rejimde, kimse “bu rejimin sahibi vardır”, “devlet sahipsiz değildir”, “devletin sahibi biziz” diyemez. Dese bile, bunu hayata geçirebilecek yasal ve kurumsal olanaklar bulamaz. Pretoryen cumhuriyette ise, rejimin ideolojik ve kurumsal özünü tam da bu sahiplik olgusu oluşturur.
Pretoryen cumhuriyet, etrafında geniş bir toplumsal destek çemberine sahip oldukça, pretoryen güçler vesayetinde çoğulcu “demokrasi”nin sınırlarını göreli geniş tutabilir. Dolayısıyla, bu genişleyen sınırlar içinde hareket ederek, rejimin kendi mekanizmalarını işleterek, pretoryen rejimden çıkma ihtimali varmış gibi gözükür. Kağıt üzerinde bu ihtimal gerçekten vardır ama bunun gerçekleşmesini engelleyen en önemli etmenlerden biri, bu rejimin vesayet anlayışına tepkiden beslenen karşı güçler tarafından bu çıkışın üstlenilmesidir. Pretoryen siyasal tahayyülün sınırlı çoğulculuk, sahiplik hakkının paylaşılmazlığı gibi ilkelerini bu tepki merkezli güçler içselleştirmişlerdir. Bu nedenle, örneğin AKP’nin tepkiden türeyen “demokratlığı” ve mıhafazakarlığı, pretoryen cumhuriyet zihniyetinin damgasını genetik biçimde taşıdığını farklı vesilelerde gördük.
AKP, bu pretoryen merkeze karşı kendini “çevre” olarak da tanımlasa da, son tahlilde Hegel’in efendi-köle ilişkisinde tarif ettiği diyalektik karşıtlığa bütünüyle uyan bir tavır sergiliyor. Çünkü AKP esas olarak sahibin yerini almak istiyor. Rejimin sahip değiştirmesini talep ediyor. Rejimin sahiplerinin olmasına son verilmesini değil. AKP, sorunun sistemle ilgili olduğunu görmüyor veya bunu görmemek işine geliyor. Dolayısıyla sahiplik yarışında rakibinin hamlelerine karşı hamle yaparak, pretoryen güç alanı içine mücadelesini hapsediyor. Çoğunlukçuluğa dayalı bir demokrasi anlayışı sergiliyor. Cemaat merkezli bir siyasal kadrolaşma yürütüoyor. Güçlü pozisyonda iken, uzlaşma inisyatifini kullanarak hegemonyasını pekiştirmek yerine, bunu olanaksız kılan, yaptığının doğruluğuna olan aşkın inanca teslim oluyor. Biçimciliğe bir o kadar önem veriyor...AKP yönetiminin ve kadrolarının rakiplerine duydukları tepki, rakiplerinin sınıfsal bir aşağılama biçimi alan tavırlarının da esiri olarak, kendisinin bu tepkiye kilitlenmesine yol açıyor.
Pretoryen rejim, kendi otoriter kodlarına büyük ölçüde sahip bir muhalif güç ürettiği oranda, rejimin sahipliği konumunun kendi tekelinde kalmasının elzem olduğunu her fırsatta vurgulama ve bunu etki çevresine onaylatma imkanına sahip olur. Devletin ve rejimin sahibi olduklarını ilan eden güç, zümre ve bunların etrafındaki çevreye tepkiye odaklanmış AKP’nin siyasal tahayyülü, pretoryen güçlerin manevra alanını pekiştiriyor. AKP, siyasal davranışlarının, hatta siyasal ufkunun bu tepki tarafından belirlenmesine teslim olduğu oranda, kendini rakiplerinin zıt kopyası yapıyor. Belki gerçekten de öyle. Bu ise, pretoryen güçlere arayıp da bulamadıkları, “işte gulyabani göründü” deme, güdümlü sivil toplumun harekete geçirilmesi düğmesine yeniden basma fırsatı veriyor.
Peki bu durum, sonsuza kadar böyle sürecek karşılıklı taktik hamleler dizisinin izleyicisi, mağduru veya yararlananı olmaya mahkumuz anlamına mı geliyor? Bu rejimden çıkmak hiç mümkün değil mi?
Pretoryen rejimden çıkışın bir yolu, pretoryen güçlerin bütünüyle prestijlerini kaybedecekleri büyük bir siyasal veya askeri yenilginin sonrasında yatar. Türkiye’de böyle bir yenilginin koşulları ufukta yok. Ayrıca bu yolun toplumsal bedelinin çoğunlukla son derece ağır olduğunu, toplumdaki travmaları pekiştirebileceğini hatırlatalım.
İkinci çıkış yolu, siyasal ufkunu bu güçlere tepkiyle sınırlamayan, toplumsal asabiyyesini tepki ve öç duygusuna indirgemeyen bir demokrat, özgürlükçü sesin, bu rejimden çıkış programını açık biçimde ve güven duygusu aşılayarak, dolayısıyla felaket tellallığına indirgemeden halka sunması ve halk desteğini almayı başarmasıdır. Türkiye’de bu rejimden çıkış söyleminin sağ siyasal güçlerin tekeline terk edilmiş olması ise, bu ikinci yolun önünü kesen en önemli etmendir.
Bu nedenle daha bir müddet daha, bu araba tamiri sahnelerini sevinerek ve anlayışla karşılayan veya bundan endişe duyan ve öfkelenen izleyicileri ve figüranları olmaya maalesef devam edeceğiz.
Radikal İki, 14.5.2007