Ulus-devlet ve milliyetçilik ilişkisini incelemek için öncelikle ulus devlet kavramına değinmek yararlı olacaktır. Bu kavramın içeriği aslında basitçe "ulusunu yaratmış bir devlet"tir. Ulus kavramının ortaya çıkması, toprak temelli ekonomik ve kültürel ilişkiler ağı olan feodalizmin her türlü yönetme erkini başka bir sosyal ve ekonomik sisteme -kapitalizme- devretmesinden önceki dönemde hüküm sürmüş hakim idari yapı olan monarşik krallıklar dönemine denk gelir. Feodalizme özgü mutlakiyetçi devlet anlayışı içerisinde devlet aygıtı monarşinin bir mülkü olarak tanımlanıyordu. Bu devlet yapılanması, feodal toplumsal ilişkileri ve üretim ilişkilerini yönetmek için gereken siyasi biçim olarak görülüyordu. Bu dönemde serfler, toprak sahipleri ve soylular dışındaki kitlelerin daha kolay yönetilebilmeleri için ortak bir çerçeve içine konulmaları ve bunun onlara iyice anlatılması gerekliydi. Ayrıntıya girmeden belirtmek gerekirse, bu hegamonyanın ana teması din ve devleti yönetenlerin tanrının temsilcileri olduğu şeklindeki teolojik inançtı. Bu nedenle halktan krala ve yöneticilere tam bir itaat isteniyordu ve bu itaat ticaretin ve onu elinde bulunduran burjuvazinin ortaya çıkmasına kadar neredeyse sorunsuz gerçekleşmişti. Ancak ilkel sermaye birikimi süreçleri feodal iktidar yapılarına yeni koşullar dayatıyordu. Bu dönemde mutlakiyetçi rejim, tavizler vermeye başlamıştı. Ekonomik ilişkilerin değişmeye başlamasıyla birlikte artık kralın ve soyluların ilahi karakterleri yerine burjuvaların emekçiler, yoksul halk ve kölelerle kurduğu ittifakın sosyal bir söylemi haline gelen ulus kimliği yönetime ortak olma çabasına giriyordu. Sonradan anlaşılacaktı kı modern ulus kavramı mutlakiyetçi ulus kavramından çok da farkı olmayan yönetim ve kapitalist üretim ilişkilerini hayata geçirecek, ittifak kurduğu toplumsal sınıfları baskı altında tutmaya devam edecekti. Bunu yaparken icat ettiği önemli bir ideolojik aygıt da milliyetçilik olacaktı. Feodal teolojik tahakkümün kalıntılarını sistemin çıkarına kullanma kapasitesinin yanısıra (kiliseler ve din), milliyetçilik kavramının maddi ayaklarını örmesi de kapitalist sistemin en önemli özelliklerinden biri olacaktı. Kısacasi modern ulus, kan ilişkilerinin biyolojik bir sürekliliğini, toprağın uzamsal sürekliliğini ve dilsel ortaklığını esas alan kültürel bir biriktelik tanımıydı ve tutkal olarak da milliyetçilik kullanılmıştı. Ulus kavramının ardında birikim süreçlerine hakim olan sınıf figürleri yatmaktaydı. Yani burjuvazi kendi ulusunu kurmuştu. Bu koşullarda yan yana bulunan iki yeni topluluktan bahsedebiliriz: (a) feodal egemenliği yıkarak egemenlik tanımını yeniden yaratan ancak bu egemenliği kurarken ittifakta bulunduğu güçleri de artık sömürmeye çalışan disiplinci burjuvazi iktidarı (feodalizmin kalıntıları da bu gruba dahil edilebilir); (b) Hardt ve Negri´nin tanımıyla "özgür öznelliklerin yeni bir üretici takımı" 1, 2, 3, 4.
Bilindiği üzere feodal yapılanmanın ana niteliği, rejimin toprakların sahibi olan derebeyler ve krallıklar üzerinde şekillenmesiydi. Çesitli krallıklar ve derebeylikler arasındaki ilişkiler de oldukça sınırlı bir alanda cereyan etmekteydi ve bu iktidar odaklarının her biri kendi tebaası ve toprağı üzerinde yetki sahibiydi. Toplumsal ilişkilerin kurulacağı temeli ve bunun kurallarını belirleyen, var olan sosyal gruplar arasındaki yönetimsel dengeyi sağlayabilecek bir ideolojik aygıt yaratan kapitalizmin tarih sanhesine çıkmasıyla birlikte yukarıda belirtmeye çalıştığım anlamda ulus-devlet kavramının da maddi ayakları örülmeye başlanmıştı. Aslında siyasi iktidarın egemenliğinin temelinde yatan şey bir tarafın öteki üzerinde zafer kazanması ise, modern egemenliği ve ulus-devleti yaratan şey de zor ve şiddetti. Bu anlamda ulus, artık tamamen burjuvazinin hegamonik yönetiminin egemenlik sorununu çözmede başvurduğu yöntem olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Fransız Devrimi gibi tarihsel dönüşümlerin devrimci söyleminin toplum tezlerinin ana bileşeni, feodal baskıya karşı gelen çokluk olarak ulusu bastacı etmesiydi. Feodal sistemdekinden farklı bir ulus kavramının içinde Jakobenlerin ve diğer devrimci grupların da aklında bulunan bir "halk ve millet" kavramı vardı. Burjuvazinin egemenliği ele geçirmesinden sonra devrimci ideallerin halk kavramı modern tahakkümün bir ideolojik aygıtı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Halk, ulusun kökensel temeli olarak sunulmaktaydı ancak modern halk ve millet kavramları aslında ulus-devletin bir ürünü olarak yaşama geçirilmişti. Bu noktada en genel anlamıyla feodalizmde toplumu bir arada tutmak için kullanılan teolojik baskı mekanizması yerini (kralın tanrının temsilcisi olduğu ve ona karşı gelinmemesi gerektiği görüşü) kapitalistlerce yönlendirilen bir milliyetçilik tutkalına bırakmıştı. Bu egemenlik mekanizmasının kapitalizmdeki karşılığı, devrimci ideallerle yaratılan ulus kavramının içine burjuva egemenliği tarafından gizlenmişti. Bu anlamda yaratılan yeni sosyal rejimde kapalı sınırlar içinde ulus-devletler vardı ve bu ulus-devletlerin birbirleriyle ilişkileri de minimal düzeyde tutuluyordu (ileride belirtileceği gibi bu durumun çözülmesi, ulus-devletlerin yetki alanlarını kaybetmeye başlamaları, devletler-üstü yapılanmaların ve ekonomik ilişkilerin modern egemenliğin bir üst aşaması olarak ortaya çıkması küreselleşmenin yaygınlaşmasına dayanır. Bu aşamada milliyetçilik de elbette şekil ve şemal değiştirecekti; buna yazının ilerleyen bölümlerinde değinilecek). Ekonomik ilişkiler, bu ulus-devlet sınırları içinde gerçekleşiyordu. Emek, sınıf, sömürü, meta, artı-değer, sosyal-demokrasi, milliyetçilik gibi kavramlar ve bunların maddi koşulları da bu, sınırları belli olan ulus-devlet içinde gerçekleşiyordu. Elbette, modern devletlerde feodalizme göre daha gelişmiş demokrasi anlayışı vardı; sosyal devletin kurulması, ücret dengesinin yerleştirilmesi, toprak reformları vs ile yapılmak zorunda olunan şey, sınıf dengelerini sabitlemek ve burjuvazi egemenliğini sürdürmek icin devrime katkıda bulunmuş toplulukları ehlileştirmek ve sistemin devamı için tehlikeli olan çalkantılardan kaçınmaktı (Şüphesiz bu noktada bahsedilen kazanımların elde edilmesinde sınıf mücadelelerinin rolü yadsınamaz; onlar olmasaydı bu kazanımlar elde edilemezdi. Bu aşamada hem mücadeleler hem de tarihsel gelişim toplumları bu noktaya götürmüştü).
Milliyetçilik kavramı ise bu anlamda mucizevi bir işlev görmüş, kapalı ulus-devlet sınırları içinde birbirleriyle çatışan çıkarları olan grupları, bir dış tehlike anında koşul gözetmeksizin bir araya getirebilecek bir bilinç oluşturmustur. Mutlak bir ırksal farklılığın kuruluşu homojen bir ulusal kimlik kavramının asli temelini oluşturmuştur. Halkın kuruluşunda asıl el çabukluğu ve marifet, bütün nüfusun hegamonik bir grup, ırk ya da sınıf tarafından temsili yoluyla iç farklılıkların silinmesidir. İşte bunun bilinçsel temellerinden biri de milliyetçiliktir. Ulusal egemenlik demek ki bir kimlik kuruluşunun ürünüdür. Bu kuruluşun başka bir işlevi de kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin bekçiliğini yapmaktır. Ülke sınırları içinde ekonomik ilişkileri yönlendirmek için belli bir parlemento ve yönetim anlayışıyla belirlenen yönetişim ağı bunun aracıdır. Öyleyse, ortaklıklar yaratarak varolan toplumsal heterojenliği kültürel ve ekonomik bir hiyerarşi içine koyarak homojenleştiren, ve kendi halkını yaratan bir ulus-devletin kurulumu, modern burjuvazi egemenliğinin ana karakteridir
Dikkatle incelenirse, bu noktaya kadar anlattıklarımın genelde Avrupa´daki ulus-devletleri ve ulus kavramını tanımladığı görülecektir. Oysa Avrupa dışında da ulus kavramı farklı koşullarda farklı mevzilenişleri ortaya çıkarmıştır. Buna madun ulusçuluğu da denebilir. Eger hakim sınıf ulusçuluğu yerine madun grup ulusçuluğu bir kümeleniş oluşturuyorsa, ulus kavramının işlevi değişir. Lenin´e göre hakim kesimin elinde ulus kavramı denge ve restorasyon sağlarken, madun kesimlerin elinde değişim ve devrim icin bir silahtır5. Buna göre ulus, daha güçlü ulusların ve dış ekonomik, politik ve ideolojik kuvvetlerin tahakkümü karşısında bir savunma hattı olarak hizmet gördüğü oranda ilerici görünür. Ancak bu tarz bir ulusçuluk dış tehlikelere karşı koruyucu işleviyle ne kadar ilerici görünürse görünsün, içerisi bakımından tam ters bir rol oynar. Yabancı güçlere direnen bu yan; ulusal kimlik, birlik ve güvenlik adına iç farklılıkları ve muhalefeti bastırarak, içeride eşit ama ters yönde bir baskı uygulayan hakim bir güçtür. Kısacası ulus, egemen bir devlet biçimi içine girdiğinde ilerici işlevleri tamamen kaybolur. Ulusal kurtuluş ve ulus-devletlerin kuruluşuyla birlikte, totaliter modern egemenliğin bütün baskıcı unsurları kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Bunun temelinde kapitalist ekonomi ilişkileri ve devletin tahakküm mekanizmaları yatmaktadır. Ulus-devlet, ulus ve milliyetçilik kavramlarının bu noktada doğal bir politik süreç olmadığını, kapitalist ekonomik sistemin yarattığı kavramlar bütünü olduğunu anlamamız gerekir. Böylece, ulus ve kişilerin ona aidiyetini doğallaştırmamış oluruz. Asıl yapılması gereken şey ulusun ve ulus-devlet milliyetçiliğinin tarihsel kuruluşunu ve bunun siyasal etkilerini görebilmektir.
ULUS-DEVLET ÇAĞI'NDA MODERN MİLLİYETÇİLİK
Ulus devlet çağında klasik mücadele modelleri yaşama geçmiştir. Ulus-devletler ve yerel kapitalist odaklara karşı yerel güçler ve muhalefet odakları noktasında direniş temel teşkil etmektedir. Mücadeleci güçler genelde sınıf siyasetiyle işe soyunmuşlardı. Bu tip ulus-devlet temelli mücadelelerin dünya çapında birbirleriyle ilişkileri ve iletişimleri de çok azdı. İlk çıkış noktası olarak ilerici karakter taşıyan ulus-devlet modeli sonradan bir karşı-devrim aşamasıyla tahakküm altına alınmıştır. Bu noktada milliyetçilik bir kurtarıcı olarak kullanılmıştır.
Modern egemenliğin ulus-devlet aşamasında devrimci potansiyeli dönüştürmek ve ehlileştirmek için kullandığı çeşitli metotlar vardır. Örneğin, toplumsal gerçel kişilik düzen/sistem kimliğine indirgenirken varoluşun kendi gerçekliği de teolojik bir öze indirgenir. Modernite kavramının içi boşaltılır ve toplumsal ilişkilerin etik zemini hegamonya yönünde değişir. Genel bir dolayımlama mekanizması içinde sistem doğallaştırılır ve insanlar sisteme tabi hale getirilir. Devrimci potansiyel kontrol altına alınır ve devletin her kesim üzerindeki tahakkümü arttırılır. Dikkat edersek bunların hepsinin içinde milliyetçilik kavramının nüvelerini bulabiliriz. Bu anlamda milliyetçilik, feodal düzene karşı ne kadar ilerici anlamda kullanılmişsa, kapitalist ulus-devletler çağında da bir o kadar gerici ve baskıcı şekilde kullanılmıştır. Ekonomik ilişkilerin kültürel bağlamda da toplumların tümüne etki ettiğini göz önüne aldığımızda, yirminci yüz yıldaki büyük ulus-devletlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin kuruluş ideallerindeki devrimci karakterlerin Bonapartist bir siyaset anlayışıyla ne kadar kısa bir zamanda kitle temelli faşist yönetimlere dönüştüğünü görürüz, ve milliyetçiliğin kapitalizm ve ulus devletle beraber yarattığı üçgende önemli bir köşe olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bu dönemdeki bürokratik devlet mekanizması, devletin baskı ve şiddet araçları, derin devlet örgütlenmeleri, yeni itaatkar birey yaratma çalışmaları gibi olgular da milliyetçiliğin bir çeşit çekiç-güç olarak kullanıldığını kanıtlar niteliktedir. Feodal tebaadan modern ulus-devlet yurttaşlığına evrilen toplum etkin bir politik figür olarak sahneye çıkmıştır. Milletin varlığı ve milliyetçilik nosyonu ise korunması gereken teolojik bir güç ve eskilerden gelen bir mirastır.
Ulus-devlet temelli kontrol toplumu yaratıldıktan sonra modern egemenlik, toplumun bireysel kimlik ve var oluşlarını esas alan ama aynı zamanda onları yöneten ve ehlileştiren bir güç olma arzusuyla ortaya çıkmıştı. Bu durumun yarattığı paradoksu aşmak içinse ulus-devlet milliyetçiliği yaratılmıştı. Modern toplumda yaşanan üreticilerle ekonomiyi yönetenlerin yan yana olmasının yarattığı krizi aşma yolunun "egemenlğigi yaratan şeyin ulusun kendisi olduğu" izlenimini vermek olduğu düşünülüyordu. Böylece, ulus ve milliyetçi söylem bütün insan eyleminin ve toplumsal hayatın olabilirlik koşulu haline getirildi. Ne zaman "ulusal bütünlüğü tehlikeye sokacak" bir olay gerçekleşse "dış mihraklar"dan söz edilir hale gelindi. Bu da devletin ve toplumsal yaşamın her kademesinde milliyetçiliğin bir koruma kalkanı olarak işlev görmesini doğallaştırdı. Akabinde, yurttaşlık bilinci içinde devletin bekası için her şeyin mübah olduğu fikri yaygınlaştırıldı (Egemenlik ve milliyetçilik incelemesi için: 6).
Hobsbawm´a göre on dokuzuncu yüz yılın sonları ve yirminci yüz yılın başlarındaki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle başlayan bir anti-emperyalist süreç, modern milliyetçiliğin de başlangıcıdır7. Çünkü bu dönemde milliyetçilik kavramı, kendi devletlerinin emperyalist yayılmacılığına destek veren ancak yabancılara ve sosyalistlere karşı cephe alan toplumsal gruplar için kullanılmaya başlanmıştı. İtalya, Fransa ve Almanya´nın bu millyetçiliği en yakıcı şekilde yaşadıkları söylenebilir. İlkel milliyetçilik tanımının biçimsel olarak mekansal ve biraz da kültürel sınırları ifade etmesi, modern milliyetçiliğin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiğinde milliyetçiliğin içine egemen sınıf siyasetinin yakıcı söylemleri de girmeye başlamıştı. Siyasi istismara açık bir milliyetçilik olgusunun en naïf yönünü, kendi ulus tahayyülünü gerçekleştirmek için her anlamda harekete geçmeye hazır olma dürtüsü oluşturuyordu. Vatan hainliği bu dönemde vazgeçilmez bir siyasi linç halini aldı. Bu tip muhafazakar bir milliyetçilik, Fransız Devrimi´nin temellerinde yatan ilkel milliyetçilik tanımının ötesinde ona daha farklı anlamlar ve mevzilenişler yüklüyordu. Bu değişimin önemli iki unsuru vardı: siyasi sağ tarafından sahiplenen bir milliyetçiliğin doğması; ikincisi ise ulusun, etnisıteye, özellikle de dile göre tanımlama doğrultusunda yeni bir eğilimin söz konusu olmasıdır (Bu noktaların detaylı bir incelemesi icin 8. Emek ve milliyetçilik kavramlarının bir incelemesi için 9).
OTORİTER DEVLETÇİLİK VE KÜRESELLEŞME DÖNEMİNDE (POSTMODERN) MİLLİYETÇİLİK
Sürekli bir değişim içinde olan hakim dünya siyasetine paralel olarak devlet biçimlenmeleri de değişmek zorundaydı. Poulantzas´a göre yirminci yüz yılın ikinci yarısındaki devlet modellerini “otoriter devlet” olarak adlandırmak mümkündür10. Ona göre bu eğilimin temel argümanı, siyasal demokrasi kurumlarının köklü bir biçimde zayıflaması ve resmi özgürlükler olarak adlandırılan şeylerin çok yönlü bir biçimde manipüle edilmesiyle birlikte, devlet kontrolünün sosyo-ekonomik hayatın her alanı üzerinde yoğunlaştırılmasıdır. Anti-demokratik ideolojiye büyük manevra alanı sağlayan bu yapılanma içinde resmi ideoloji ve devlet partisi kavramları önemli yer tutar. Poulantzas´a göre bu biçimin dokuz ana özelliği vardır. Bunlardan birkaçı şunlardır: ideolojik devlet aygıtlarının hakimiyeti medya aracılığıyla tüm coğrafyayı kapsaması, medyanın artık siyasal meşruiyet sağlamak ve hareketlilik yaratmak konusunda önem arz etmesi ve medyanın kontrol gücünün giderek büyümesi; devletin biçimsel örgütlenmesinin içine yerleşmiş paralel iktidar şebekelerinin hakim devlet aygıtı ile kamu arasında maddi ve ideolojik çıkar ilişkilerini oluşturması; devletin temel güvenlik ve kontrol araçlarının dışında, kitlesel mücadeleleri ve burjuva egemenliğine ya da kutsal sayılan devletin statükosuna yönelik herhangi bir saldırıyı denetlemeyi amaçlayan yedek, devlet benzeri bir baskı aygıtının büyümesi (buna derin devlet de denebilir) 11. Burada devlete parallel bir örgütlenmenin varlığı, milliyetçiliğin otoriter devlet içindeki konumlanmasını da ifade eder. Derin devlet örgütlenmelerinin milliyetçi içeriği bu bağlamda çok daha rahat anlaşılır (Devlet iktidarının tarafsız bir örgütlenme olmadığının ve otoriter devlet modeli içindeki milliyetçiliğin bu bağlamdaki rolünün etraflıca felsefi ve siyasi incelemeleri için “12, 13 ve 14”).
Bu noktada ulus devletin siyaset sahnesindeki rolünün ne şekilde değiştiğine değinmek, değişen milliyetçiliği anlamak açısından yararlı olacaktır. Ulusal devlet yapılanmasının aşındığı yönündeki görüşler doğrudur. Ancak gelinen durumda ulus-devletlerin artık ortadan kalktığını, egemenliğin uluslarüstü bir yapılanmanın tabiyetine girdiği gibi tezler doğruluk payı içermekle beraber şu an için yaşanılan durumu tam anlamıyla yansıtmamaktadır. Yaşanan değişimi devletin her alandaki fiili birliğinin giderek zayıflaması şeklinde ele almak en doğrusu gibi görünüyor. Devletin azalan rollerinin nasıl dağıtıldığı ve ulus-devlet yapılanması içinde yönetim erkinin elinde kalan aygıtları düşündüğümüzde, milliyetçilik de daha anlamlı bir şekilde yerli yerine oturtulmuş olacaktır. Bu dejenerasyonun en belirgin özelliklerinden biri, kitlesel temsil ve bunun getirdiği meşruiyet krizidir. Ulus-devlet sınırları içinde yaşayan farklı temsil gruplarının kendi mikro-milliyetçiliklerini ön plana alarak kendi ulus tanımlarını yapmaya başlaması bunun bir göstergesidir. Bunun sebeplerinden biri değişen küresel egemenlik nosyonu ve bunun kullanılma biçimidir. Yerellikleri yücelten ve küresel politikaya bağlaşık yerel ittifaklar yaratan bir sistem, ulus-devlet yapılanmalarını es geçerek Keynesyen refah devleti döneminde devlet aygıtına yüklediği bekçilik görevlerini kendi üzerine almaya başladığını söyleyebiliriz. Bunun sonucunda ulus-devletin kurulduğu temelleri ve var olması için gereken uluslararası konsensüsün dayanaklarını çatırdatan bir süreç yaşanıyor. Devletçi sol anlayışlar için de bu küreselleşme süreci ulusalcılığı ve milliyetçiliği arttırıyor. Ulus devletlerin dinamikleri yaşanan bu artan ırkçılık koşullarında yeniden örgütleniyor. Ulusalcılığın temel özelliklerinden biri olan milliyetçilik de bu dönemde kendisini var eden egemen ideolojinin (bunu sermaye egemenliği olarak okuyun) güç paylaşımı noktasındaki tavırlarına karşı hassasiyet geliştiriyor. Ülke içindeki kapalı sistem yanlıları ezelden gelen köklerini korumanın gayreti içinde anti-emperyalist bir çizgideymiş görünümü veriyorlar ancak bunun samimiyeti oldukça tartışılır. Ulusalcılık, ulusal-sol, sağa kayan sosyal demokrasi vs gibi kavramlar bu kafa karısıklığı ve açmazın sonucudur. Tarihte her zaman zor koşullarda sarılınan ideoloji sağcı ve gerici bir milliyetçilik olmuştur. Amansız bir kimlik siyasetinin yaşandığı bu dönemde de ulusal milliyetçilik ve karşısında gelişen mikro-milliyetçilikler tahammülsüz bir şiddet ve sindirme ortamı yaratma çabasındayken milliyetçiliğin yükselmesinin kaçınılmazlığı ayan beyan ortadadır. Statükocu bir ulusal vasfını yitiren, devletsizleştirilen ve uluslararasılaşan yerli siyaset anlayışları içinde milliyetçilik ve bunun üzerinden geliştirilmeye çalışılan bir birliktelik fikri kendinden menkul bir post-modern anti-emperyalist kisveli milliyetçilik tarzını ortaya çıkarmış görünüyor. Otoriter ulus-devlet döneminin iktisadi ve sınıf temelli yerel anti-emperyalist mücadelerinin ve bunlara karşı gelişen aşırı milliyetci bir vurucu gücün yerini, solun toplumsal tabakalar ve gruplar icinde özgürlükçü ve birleştirici söylemlerini var edememesinden dolayı etkisizleştiği günümüz küreselleşme sürecinde ulus-devletin hassas statükolarının bekçiliğini yapan etnik, dinsel ve cemaatçi bir milliyetçilik tarzına bıraktığını söylersek yanlış yapmamış oluruz. Mücadelelerin bütünleştirici zeminini tarif etmek ve yöneldiği hedefi tayin etmek için kullanılan argümanlar iktisat ve toplumsal denge, paylaşım, plan, program temelinden ayrılmış görünüyor. Bunun yerine kimliklerin ve kültürlerin öne çıkarılması ve bunlar üzerinden muğlak ve geleceği olmayan bir saflaşmaya gidilmesi maalesef tüm dünya üzerinde yaşanan bir olgu. Bu durum, egemen siyasetin, ulus-devletlerle çeliştiği ortamda yerel ittifaklar kurabilmesi ve bu ittifakları ulus-devlet sistemine karşı düzenleme ve hizada tutma aracı olarak kullanması nedeniyle genişleme alanı bulabilmesini sağlamaktadır. Milliyetçi hezeyanın gelişmesini de bu noktada bir tepkiyle bütünleştirmek yanlış olmayacaktır (küreselleşme döneminin ekonomik, siyasi ve yönetim dengeleri için “15, 16 ve 17”).
SONUÇ
Yazının tamamında anlatmaya çalıstığım ana nokta, milliyetçiliğin devlet kavramının yarattığı bir suni ortaklık olduğu ve ulus-devletler için vazgeçilmez bir aygıt olduğudur. Tarihte yaşanan iktisadi gelişmelere koşut ilerleyen bir siyasi düzlem ve mücadeleler zemininde milliyetçilik, önemli bir kavram olmaya devam etmektedir. Son yıllarda milliyetçiliğin de içinde bulunduğu birçok olgunun; toplumsal yaşamın, insan ilişkilerinin, dayanışmanın, siyasetin, insan olmanın temel değerlerinin değişmesinde rolü olduğu açıktır. Günümüzde kendini milliyetçi olarak tanımlayanların siyasal yelpazenin her tarafına dağıldığını gördüğümüzde, küreselleşmenin ve soğuk savaş sonrası küresel siyaset arenasında solun kendini var edememesinin etkilerinin ne denli zarar verici olduğunu görebiliyoruz. Elbette bunu tersten de okuyabiliriz, solun kendini var edememesinin sonucunda milliyetci güruh ve ideoloji kendine daha geniş hareket alanları bulabilmekte, toplumu atomize etme çabalarına daha sıkı sarılabılmektedir. Ötekini yaratan ve onun üzerinden siyaset yapan bir milliyetçi ideoloji, etnik temelli çatışmaları körüklemekte, hoşgörüsüzlüğü, rekabeti içselleştirmekte, saygı zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ekonomik yönelimlerin de desteklediği bir milliyetçilik sistemi, anti-demokratik paralel devlet örgütlenmelerini ortaya çıkarmakta, mafya ile siyaseti iç içe geçirmekte, toplumun birarada yaşama kapasitesini yok etmekte ve insanların geleceğini çalmaktadır. Bu koşullar içinde, yeniden bir toplum yapılanması kurmak zarureti ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Özgür ve demokratik bir dünya kurma hedefindekilerın önü açık olsun.
Kaynakça
[1] Hardt, M ve Negri, A. Empire. Boston, Harvard University Press, 2000. (Türkçesi: İmparatorluk. Ayrıntı Yayınları, 2001
[2] Anderson, P. Lineages of Absolutist State (Mutlakiyetçi Devletin Ardılları). Londra, New Left Books, 1974
[3] Anderson, B. Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, Londra, Verso, 1983 (Türkçesi: Hayali Cemaatler. Metis Yayınları, 1993)
[4] Balibar, E ve Wallerstein, I. Race, Nation, Class. Londra, Verso, 1991 (Türkçesi: Irk, Ulus, Sınıf. Metis Yayınları, 1995)
[5] Lenin, V.I. Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayinlari, 1979.
[6] Mairet, G. Le principe de souveraineté (Egemenliğin Prensipleri) Paris, Gallimard, 1997
[7] Hobsbawm, E. J. The Age of Empire. Weiden & Nicholson, 1987 (Türkçesi:İmparatorluk Çağı. Dost Kitabevi Yayınları, 1999)
[8] A.g.e. s.161-182
[9] Hobsbawm, E. J. Worlds of Labour (Emek Dünyaları). Londra, Weidenfeld and Nicolson, 1984
[10] Poulantzas, N. State, Power, Socialism (Devlet, Güç ve Sosyalizm). Londra, Verso, 1978
[11] Poulantzas, N. Interview with Nicos Poulantzas (Nicos Poulantzas ile Söyleşi). Marxism Today. Mayis, 1978
[12] Foucault, M. History of Sexuality, Vol 1. Penguin Books, 1976 (Türkçesi: Cinselliğin Tarihi. İstanbul, Afa Yayınları, 1996).
[13] Jessop, B. State Theory: Putting the Capitalist State in its Place (Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerli Yerine Koymak). Polity, Londra, 1990
[14] Poulantzas, N. Classes in Contemporary Capitalism (Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar). Londra, NLB, 1975
[15] Jessop, B. Hegamonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet, Derleme. İletişim Yayınları, 2005
[16] Hardt, M ve Negri, A. Labor of Dionysus: A Critique of the State-Form. Minneapolis, University of Minnesota Press, 1994 (Türkçesi: Dionysos´un Emeği: Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi. İletişim Yayınları, 2003)
[17] Küreselleşme ve Avrupa Birliği; Postmodernizm, Küreselleşme ve Devrimci Siyaset; Kapitalizmin Küresel Değişimi Karşısında Devrimci Mücadele. Yeniden Devrim Sayı 1, Mart 2006.
Yeniden Devrim, sayı 4'te yayımlanmıştır
* Max Planck Institute for Developmental Biology, Department of Genetics - Spemannstrasse 35, 72076, Tübingen, Almanya