Ligin ilk haftasıydı. Uğur abiyle (Vardan) gazeteden Olimpiyat Stadı’na Galatasaray-Çaykur Rizespor maçına gitmek için çıkacaktık. Erken çıkmamıza gerek yoktu. Zira Olimpiyat Stadı çilesi çekmeyecektik. Çünkü maç Galatasaray’ın geçen sezondan kalan cezası nedeniyle seyircisizdi. Şampiyonluğa oynayan takım boş tribünlerin karşısında başlıyordu lige. Yol boş olacaktı çünkü gazeteciler ve lüzumsuz yere doldurulan protokol tribünü dışında kimse yerinden izleyemeyecekti bu maçı.
“Nasıl olsa 20 dakikada orada oluruz” diyerek Trabzonspor-Sivasspor maçını 60. dakikaya kadar izleyip, gazeteden öyle çıktık. Hani öyle izlemeye çok da değecek bir maç değildi açıkçası… İzlemeseniz de çok şey kaybetmeyeceğiniz maçlardan…
Olimpiyat Stadı’nın kapısındayken Uğur abinin telefonu çaldı. “Ne!”, “Nasıl!” gibi ünlemli cümleler bir şeylerin ters gittiğini anlatıyordu. Hızla stadın basın odasına çıktık ve dehşet içerisinde maçın son dakikalarında sahaya inen taraftarlarla Sivassporlu oyuncular arasında yaşanan arbedenin tekrar görüntülerini izledik.
Bir gazeteci olarak geldiğim sezonun ilk maçında (ki seyircisiz bir maç olmasına dikkat) bir başka maçtaki vahşete tanıklık ediyordum. Oysa daha henüz hiçbir şey başlamamıştı bile. Ligin ilk maçıydı. Birilerinin birilerinden nefret etmek için hiçbir sebebi yoktu. Trabzonspor 1-0 öndeyken ve maçın bitmesine bir dakika kala taraftarı sahaya atlayıp saha içerisinde rakip takımın futbolcularını kovalıyordu.
İşte böyle bir iklimde başladı sezon. Sonlara yaklaştıkça canhıraş yönetici çığlıklarını, sertleşen teknik adam demeçlerini, kafası bozulup patlayan futbolcuları görmeye, dinlemeye, okumaya alışkınız. Lakin bu sefer bambaşka gibiydi sanki her şey. Sanki araya yaz girmemiş, üstelik ne dünya kupası ne de başka herhangi bir futbol turnuvası olan yaz futbolsuz geçmemişti. Sanki aradan geçen üç ayda oyunu değil, tepişmeyi özlemiştik. Gözlerimizi şiddete açıyorduk.
Fakat asıl komedi henüz başlamamıştı. Daha doğrusu trajik bir parodinin ortasında kalacağımızı maçın hemen ardından Trabzonspor ve Sivasspor cephesinden yapılan açıklamalar hissettirmeye başlamıştı ama henüz bu parodinin nerelere varacağına dair hislerimiz sezginin ötesine gidemiyordu.
Trabzonspor önceleri abanın altına gizlediği sopayı çıkarıyor, Futbol Federasyonu’nu yarım kalan maça ilişkin kararın kendi istedikleri yönde çıkmaması halinde verdiği desteği çekmekle tehdit ediyordu. Öyle ya... AKP, Haluk Ulusoy'un önünü genel kurulda kesmek istediğinde hemşehrisine göğüsünü siper eden Trabzonspor ailesi olmamış mıydı? Üstelik Trabzonspor'un başkanı Nuri Albayrak hükümete en yakın gazete Yeni Şafak'ın sahibi olmasına rağmen...
Federasyona karşı bu sert çıkış Haluk Ulusoy tarafından sessizlikle karşılanıyor, daha doğrusu 'voleyi çakmadan' önce top göğüste yumuşatılıyordu.
Bu arada Sivasspor cephesi Trabzonspor'un çıkarılan olay nedeniyle hükmen yenik sayılması noktasındaki ısrarını sürdürüyordu.
Futbol Federasyonu'nun bu konuda alınması gereken kararı sürekli ertelemesi, işine geldiğinde pat diye toplanıp kebaplar eşliğinde saatlerce memleket futbolunun en güzide konularını masaya yatıran yönetim kurulunun her ne hikmetse bir türlü biraraya gelememesi olayın soğutulmaya çalışıldığına dair teorileri güçlendiriyordu.
Açıklanan ilk karar maçın talihine ilişkin değildi. Sadece Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK) toplanmış ve Sivasspor'a para cezası kesmiş, üç Sivaslı oyuncuyu çeşitli uzunluklarda oynamama cezasına çarptırmıştı. Maçın kaderinin ne olacağı hala netleşmemişti.
Bu arada ilginç olan şey federasyon yönetim kurulundan bir kişinin çıkıp Trabzonspor'un hükmen mağlup ilan edilmesini gerektirecek bir durum olmadığını söylemesiydi. Tuhaf bir durum ortaya çıkmıştı. Hukuken de tuhaf... Henüz alınmamış bir karar için konunun taraflarından birisi görüş beyan etmişti. Kamuoyunda, maçı bitimine bir dakika kala Trabzon Emniyeti'nin tüm güvenlik vaatlerine karşı karşılaşmayı tatil etmeyi tercih eden hakem Bülent Demirlek'in suçlu olduğuna dair rüzgarlar esmeye başlamıştı. Üzerine bir de 'içeriden' Trabzon lehine açıklamalar gelince su iyice bulanmıştı. Trabzonspor cephesi bu rüzgarı arkasına alarak maçın 1-0 kendi lehlerine tescil edilmesini veya kaldığı yerden yanibir dakikalığına oynanmasını talep etmeye, bunu gayet net bir dille ifade etmeye başlamıştı. Üstelik geçen sezon oynanan Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde yaşananların ve sonrasında çıkan kararın emsal alınacağına dair haberlerde gazetelerde kendisine yer bulmaya başlamıştı.
Trabzonspor Başkanı Nuri Albayrak televizyon programlarında boy gösteriyor ve eğer bekledikleri gibi karar alınmazsa federasyona (yani Haluk Ulusoy'a) şimdiye dek verdikleri desteği çekeceklerini açık açık dile getiriyordu. Şimdilerde Hrant Dink'in katilinden O. S. diye bahsediyor, kurulan çetelere ilişkin yayın yasağı nedeniyle haber yapamıyoruz. Lakin söz konusu futbol olduğunda herkes birbirini alenen tehdit edebiliyor, hukuken açık düşmek şöyle dursun, hukuksuzluğun en güzide örneklerini sergilemekten geri durmuyor. Parmağınızı Bak, sonuç istediğim gibi olmazsa seni desteklemem haaaa! diye Futbol Federasyonu başkanının gözünün içine doğru sallamak serbest ama memleketi memlekete rağmen korumak adı altında racon kesenlerle ilgili tek satır yazmak yasak! Adalet mülkün temelidir!
Kaldığımız yerden çok da uzatmadan devam edelim. Neticede beklenen karar açıklandı. Trabzonspor-Sivasspor maçının tarafsız bir sahada oynanmasına karar verildi, Trabzonspor'un sahası beş maç kapatıldı ve hakem Bülent Demirlek suçlu bulundu. Suçu maçı emniyet yetkililerinin güvencesine rağmen bir dakika daha oynatmamaktı.
Sahaya onlarca taraftarın indiği bir karşılaşmadan söz ediyoruz. Taraftarların direkt olarak rakip takımın futbolcularını darp etmeye başladığı, yetmezmiş gibi işin içine teknik heyetlerin de dahil olduğu, hatta ve hatta üzerinde fotoğrafçı önlüğü bulunan bir şahsın da Sivassporlu bir oyuncuya saldırdığı bir karşılaşmadan... Bırakalım hakemi, tribünde, mesela yanımda çocuğumla, böylesi bir hikayenin ortasında kalakalma fikri bile bana korkutucu geliyor.
Alınan karar sahiden de Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşmasının söz konusu maça emsal olarak ele alındığını ortaya koyuyordu. Dönüp o maça bakınca sahaya onlarca pet şişe atıldığını, hakemin bir de değil tam iki kez soyunma odasına gitmek zorunda kaldığını ve her ne hikmetse ısrarla sahaya döndüğünü görüyoruz. Kaldı ki bütün o pet şişe yağmuruna ve maç öncesi polisle taraftarlar arasında yaşanan arbedeye rağmen derbide saha içerisinde birilerinin hayatının tehlikede olduğunu söylemek güç. Ayrıca bu ülkede bırakalım pet şişeyi sahaya bıçak fırlatılmasına karşın maçların durmaksızın devam ettiğini görmedik mi?
Federasyon Yönetim Kurulu'nun aldığı karar beklendiği üzere futbol kamuoyunda büyük bir infial yarattı. İlk tepki Sivasspor camiasından geldi. Sivasspor Başkanı Mecnun Odyakmaz, Taraftarları tahrik edip, sahaya indirip kendimizi tokatlattırdığımız için ve iki haftadır, üç haftadır futbol kamuoyunu yapmış olduğumuz bu sıkıntılı hareket nedeniyle meşgul ettiğimiz için Türk futbol kamuoyundan özür diliyoruz'' açıklamasıyla aslında tabii ki kastettiklerinin tam tersini ima ediyor, Dayağı yiyen bizdik, cezalandırılan biz olduk demek istiyordu. Yaşanan sahiden bir hukuk skandalıydı.
Federasyon istifasını isteyen hükümetle ilişkilerinde her başı sıkıştığında üzerine benzin dökmüş elinde çakmağı tutan meczup misali Bak yaklaşma vallahi UEFA'ya şikayet ederim tehdidini savurmayı biliyor. Oysa Trabzonspor-Sivasspor maçından sonra can güvenliği olmadığına kanaat getiren hakemin cezalandırıldığını, maçın tarafsız sahda yeniden oynanması gibi hangi hakka hukuka sığdığı anlaşılmayan bir karar alındığını UEFA Başkanı Michel Platini es kaza duysa o benzin Ulusoy ve şurekasının üzerine sahiden dökülmüş, çakmağı da bizzat Platini'nin kendisi çakmış olacak gibime geliyor.
Biz sürece geri dönelim... Trabzonspor'un mevcut (ya da meczup) kararı beğenmemesine geleceğiz ama bu karara isyan eden bir üçüncü kulübün de tartışmaların ortasındaki yerini almasından bahsedelim. Vestel Manisaspor... Bir önceki sezon Vestel Manisaspor'un evinde Sakaryaspor'u ağırladığı bir lig maçında ev sahibi takımın kalecisi karşılaşmasının yardımcı hakeminin kararına önce itiraz etmiş. Pozisyonun devamında kaleci Bülent ve Manisapor'un teknik heyetinden bir antrenör Cüneyt Çakır'a fiili müdahalede bulununca Çakır derhal soyunma odasının yolunu tutmuş ve haklı olarak bir daha maça çıkmayı reddetmişti.
Tabii ki haklıydı Çakır. İşini yaparken saldırya maruz kalmıştı. Lakin o maçta maçın gidişatını etkileyecek herhangi bir olay yaşanmamıştı. Teknik heyet ve olayların içerisinde yer alan oyuncuların ihraç edilmesi ile maça kaldığı yerden devam edilebilirdi. Taraftarın sahaya inmesi, sahaya o veya bu şekilde kesici bir aletle girmiş gözü dönmüş bir futbol fanatiğinin bir veya birden fazla kişiyi yaralaması gibi bir ihtimal söz konusu değildi.
O maçta Vestel Manisaspor 3-0 hükmen mağlup ilan edildi. Daha da ötesinde hakemler Türkiye'de eşi benzerine az rastlanır bir süratle toplu bir eyleme giriştiler ve akşam oynanan maçları protesto amacıyla geç başlattılar.
Komil değil mi? Aynı hakemler, kendisinin ve sahadaki herkesin can güvenliği tehlikede olduğu için maçı tatil eden Bülent Demirlek suçlu bulunduğunda gıklarını bile çıkarmadılar. Ya da şöyle demek daha mı doğru acaba? Çıkaramadılar. Sokak ağzıyla söyleyelim hatta: Yemedi... Koskoca bir hakem camiası yüzde yüz haklı olan arkadaşlarının arkasında durmadı, duramadı. Bülent Demirlek de suskunluğa mahkum edildi. Oysa ne kaybederdi çıkıp konuşsa, sessizliğe, verilen karara isyan etse... Evet, belki bir daha hakemlik yapamazdı, ekranlarda eskisi kadar çok görünemezdi ama hakemliğin adalet duygusunu sahaya yansıtmak üzerine kurulu bir meslek olduğunu düşündüğümüzde adaletin olmadığı bir yerde hakemlikten, hele de iyi hakemikten söz edilebilirdi.
Vestel Manisaspor isyan ediyor, Vestel sponsorluğunu çekme kararı aldığını açıklıyordu. O kulübün içerisinde ilişkileri az çok bilen birisi olarak bu kararın biraz da Aman karşıma fırsat çıkmışken çaktırmadan uzayayım mantığıyla alındığına inanıyorum. Zaten gidilecekti, bahane aranıyordu, o bahane tez vakitte bulundu. Ama bu yaşananlara verdikleri tepkinin haklılığını hiç şüphesiz ki değiştirmez. Vestel'in sahalardan çekilme kararına Trabzonspor'un internet sitesi aracılığıyla verdiği yanıt ise Karadeniz fıkrasından farksızdı. Özetle, Evet diyordu Trabzonspor basın sözcüsü, Evet, bizler de federasyonun kararına karşıyız. Biz de yanlış olduğunu düşünüyoruz. Bitimine bir dakika kalan maç lehimize tescil edilmeliydi! Şaka mıydı bu? Kamera şakası filan mıydı? Hayır değildi. Basbayağı pişkinliğin son noktasıydı. Vestel'e sponsorluktan çekilmemeyi salık veriyordu Trabzonspor. İstediklerini almış olmaları gerekirken onlar daha fazlasını istiyordu.
Tam bu esnada araya milli maç haftası girdi. Konu aslında Trabzonspor-Sivasspor maçından açıldı ama bu yazının niyeti daha ilk düdüğün çalmasının hemen ardından Türk futbolunun ne kadar bir hızla insanın kanını donduran tartışmalara girdiğini kalem döndüğünce anlatmak. Bu nedenle 'o topa' da girmeden olmaz. Ama sabırsız okuyucuya not: Merak edilmesin, hikayenin sonu yine Trabzonspor-Sivasspor maçıyla bitiyor.
Milli maç haftasına girilmesiyle birlikte 'ne oldu', 'ne olacak' tartışmaları başladı. Teknik direktör Fatih Terim'in çocukları hazırlık maçında Romanya karşısında tel tel dökülmüş, Terim Bu maç Malta maçının provası değil diyerek eleştirileri göğüslemişti. Lakin Malta maçı da hüsran olunca ve 100 yıllık federe tarihinde sadece dört resmi maçta galibiyet alan bir takıma puan kaybedilince eleştilerin dozu arttı. Eleştirilere karşı bir tür alerjisi olan Fatih Terim için bu epey nahoş bir durumdu. Ama bir yandan da takımı motive etmek için müthiş bir fırsat...
Nefretten motivasyon devşirmek Türk sporunun yabancı olduğu bir durum değil. Hatta aynı yöntem dünyada da pek çok teknik adam tarafından kullanılır (misal Jose Mourinho). Lakin genellikle bu devşirme işlemi için rakip basın, rakip taraftar, rakin takımın açıklamaları vs. kullanılır. Bizde ise herkes içimizdeki İrlandalıdır. Başkasına ne hacet, bizimkilerden nefret etmek yeterlidir. Bunun benzer örneklerini 2002 Dünya Kupası'nda ve 2000 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda görmüştük. Yani nefretin oluşturulacağı alanın sadece futbol sahasıyla sınırlı kalması da gerekmiyor.
Fatih Terim bir sonraki Macaristan maçının basın toplantısında Ders almam, ders veririm diyerek bir kez daha masaya yumruğunu vuruyordu. Kuvvetle muhtemel, sütten ağzı İsviçre maçı sonrası fena halde yandığı için daha soft bir yönteme başvurma kararı almıştı. İstediği sonucu alacak oyuncuları sahaya öfkeden delirmiş bir halde çıkarmayı hedefliyordu ama öfkenin yöneleceği kaynak oalrak rakip gösterildiğinde neler olabileceğini İsviçre maçında görmüştü. O yüzden okları medyaya çevirdi. Kendisi de Sizlerle bir daha röportaj yapmayacağım dediği medyayla ilişkilerini sınırlandırdı, bir anlamda spor basınını oyuncularına hedef gösterdi.
Sonrası malum... O kızgınlıkla (ve tabii İskoç hakemin yardımıyla) Macaristan'ı geçtik, Terim istediği mahsulü almıştı. Ama maç sonrasına asıl damgasını vuran şey Terim'in has adamı Emre'nin basın tribününe çektiği el hareketiydi. 2002'nin Kıskananlar çatlasın diye ünleyen gençleri artık şiddetin dozunu bir 'tık' daha artırıyor direk İlhan Cavcav'ın pek sevdiği 'aldın mı babayı' taktiğine başvuruyordu. Bu da 'başkomutan'ın bir emri miydi, onu kamuoyu takdir etsin. 'Emre'nin el hareketinin merkezinde kim vardı' 'geyiğine' hiç girmeyelim. Zira bu hiçbir anlam ifade etmiyor. Doğrudur, Türk spor basınında içimizden benzer uygulamaya gitmek istediğimiz insanlar yer almaktadır ama bu, bizim de o tip bir uygulamaya giderek suçlunun suçuna ortak olmamız gerektiğini göstermez. Dink'in katillerini katletmeyi hayal etmekle (hayal'e tırnak atarak bir İsmail Türüt'lük de ben yapabilirdim ama neyse...) onların bağımsız bir şekilde yargılanmasını talep etmek arasındaki ince çizgi bir durum bu yaşanan da.
Spor basını uzun bir süre bu el hareketini konuştu. Şimdilerde Emre'nin basın toplantısı yaparak hareketin topa mı, topa değilse kime olduğunu açıklamasını bekleniyor. Sizler bu yazıyı okurken kuvvetle muhtemel Emre parmağını birisinin üzerine doğrultmuş olacak. Ayrıca bu yazının yazıldığı esnada federasyon, son olarak Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören'in Ankaraspor maçında gollerinin sayılmaması üzerine Gerekirse ligden çekiliriz. Yumruğu masaya vurduk mu, altında kalan ezilir açıklamalarıyla birlikte patlayarak sert bir bildiri yayınladı. Yetmedi, eskinin can dostu şimdinin düşmanı Trabzonspor Başkanı Nuri Albayrak'a iki ay hak mahrumiyeti cezası verildi. Bu da kılıçların çekildiği anlamına geliyor. Arkasında Trabzonspor'u almayan bir Haluk Ulusoy'un yeniden seçilmesi zor görünüyor. AKP'nin bu rüzgardan faydalanarak ilk fırsatta üçüncü kez Ulusoy'u alaşağı etme operasyonuna girişeceğini kestirmek güç değil. Süreç beraberinde neyi getirecek hep birlikte göreceğiz.
Kısacası futbol şiddet ve dehşet içerisinde yeni sezona gözlerini açtı bu yaz. Hani sezon sonuna doğru bu gürültülerin kopmasına bünye biraz olsun alışmıştı ama kargalar sabah kahvaltılarını yapmadan bu kavgaya bu gürültüye bünye dayanmıyor. İnsan futboldan soğuyor. İnsan yazmaktan soğuyor. Ve en kötüsü işi futbol olan birisi olarak insan kendisinden soğuyor.