Tanıl Bora, milliyetçilik ve faşizm üzerine yazdığı yazıları derlediği kitaba, Medeniyet Kaybı başlığını uygun bulmuştu (Birikim Yayınları, 2006). Gerçekten de, içinde bulunduğumuz durumu kavramak için başvurulan akıl tutulması kavramının yetersizliğini, “medeniyet kaybı” tespitinin ifade ettikleri büyük ölçüde karşılıyor. Milliyetçi zihniyet kalıplarının normalleşmesi değildir sadece bu. Kitabın sunuş yazısında Tanıl Bora’nın işaret ettiği gibi, herhangi bir konunun, herhangi bir olayın, kendine özgü bağlamı içinde konuşulamaz, düşünülemez hale gelmesi, bunun üzerine mutlaka bir milli hâle kondurulması, her meselenin bir milli mesele olarak anlamlandırılmasının yanında, her türlü komplo teorilerinin revaç bulması, açık ırkçı ve savaş kışkırtıcısı yayınların, sözlerin aşırı rağbet görmesidir de.
Bu medeniyet kaybının diğer yüzünde ise, milliyetçilik söylemi ve simgelerinin, işini iyi veya hiç yapmayan, haksız kazanç sağlamak isteyen, hak etmediği bir şeyi elde etmeye çalışan insanlar tarafından kullanılması yer alır. Bora, kitabın sunuş yazısında, 2005 Mart’ında, Mersin’de Newroz kutlamalarında ortaya çıkan bayrak krizini izleyen “Bayrağa sahip çık” gösterileri sırasında, Birecik’te bir işyerini soyan hırsızların, kendi ifadeleriyle “kaportaya astıkları Türk bayrağı sayesinde Eskişehir’e kadar rahat geldiklerini”, ancak sonra ihbar üzerine yakalandıklarını hatırlatıyor.
Geçtiğimiz günlerde Bursa’da sekiz kişi hakkında, Kürt kökenli ailenin işyerini yağmalama iddiasıyla soruşturma açıldı. Zaten çoğunun iş üzerinde çekilmiş, yüzleri açık fotoğrafları basında yayımlanmıştı. Bunların altısının adi suçlardan kalabalık sabıka dosyaları varmış. 6-7 Eylül olaylarında gayrımüslimlere ait işyerlerini yağmalayanların çoğu da benzer kişilerdi. Ama tarihimizde bu tür olaylar öncesinde, kimin Kürt, kimin Rum, Ermeni veya Yahudi, kimin Sabetayist, kimin Alevi veya komünist olduğunu işaret edenler, adi suçtan sabıkası olmayan, kerli ferli devlet adamları, profesörler, saygın siyasetçiler ve düşün adamları oldu.
En sıradan bir olaydan en büyüğüne kadar her şeyin milli mesele haline getirilmesini, “Türkün Türkten başka dostunun olmadığı bu günlerde” milli hassasiyetlerimizin çok büyük bir duygu ve zaman zaman şiddet boşalması içinde ifade edilmesini, halkın kendiliğinden geliştirdiği refleksler olarak ele almak, olayın bu fırsatçılık yanını gözden kaçırmak demektir. Bu fırsatçılık, siyasal olabildiği gibi ticaridir, meslekidir, kültüreldir. Kitle heyecanının doruğuna çıktığı alanlarda, çok daha fütursuzca sergilenebilir.
Sportif faaliyetlerde, hele futbol gibi, antik dönemlerde kanlı at yarışlarının, gladyatör savaşlarının yapıldığı yerlerin mekan olarak bir kopyası olan, onbinlerle ifade edilen seyirci kalabalığının etrafını çevirdiği stadtlarda son dönemlerde görülenler gibi. Bu karşılaşmaların incir çekirdeğini doldurmayacak olan cephelerinin bitmek bilmez tartışmalarda ele alındığı ve milyonlarca kişinin akli melekelerini uyuşturarak saatlerce izlediği programlarda sergilenen hamaseti aşan tavırlar gibi. Geçtiğimiz günlerde futbol konusunda yapılan bir Siyaset Meydanı programında, taraftar gruplarının liderleri, ağızbirliği etmişcesine, “Irak’a atom bombası atılsın” diye bağırıyorlardı. Gol atınca asker selamı verme modası hızla yayılıyor. Milli takım karşılaşmaları dışında da İstiklal Marşının açılışta okunması, nasıl kısa zamanda gayrıresmi bir kural olarak yerleştiyse, yakında bu selam da bir “stad baskısı” konusu olabilir. Yok artık, o kadar değil diyebilir misiniz?
Sportif faaliyetlerin totaliter bir iktidarın propaganda aracına bariz biçimde dönüştürülmesi, 1936 Berlin Olimpiyatları'dır. Aryen ırkın üstünlüğünü bu vesileyle ispat etmek ve Nazi Almanya’sının teknik gelişme olarak en ileri ülke olduğunu göstermek isteyen Hitler, bu olimpiyatlara büyük önem veriyordu. Stad dışında, şehrin çeşitli mekanlarında canlı yayın ekranları uygulaması da ilk kez Berlin’de yapılmıştı. Almanlar işlerini iyi yapmaya gayret gösterdiler. Ama ABD’li siyah atlet Jesse Owens, başta 100 metre yarışı olmak üzere, dört altın madalya alarak, aryen üstünlüğü gösterisine izin vermedi. Jesse Owens, barbarlığın geri tepmesi olan Nazizme karşı, medeniyetin ümit veren simgesi oldu. Daha sonra, 1970’lerde yayımlanan Owens’in biyografisinde eşi, kocasının Almanya’da Naziler tarafından ABD’deki ırkçılardan gördüğü kötü muameleyi görmediğini söylediğini de hatırlatalım.
Başta sportif faaliyetler olmak üzere, her şeyin milli mesele haline dönüştürülmesi, sonuçta “milli meseleyi” de zor durumda bırakabiliyor. Beşiktaş’ın İstanbul’da Liverpool’u 2-1 yendiği maç, 12 askerin öldüğü PKK baskını sonrasında yapılmıştı. Tribünler bütünüyle bu konuda yaşanan toplumsal duyarlılığın ifadesine, teşhirine hasredilmişti. Maçın bitiminde BJK teknik direktörü, “Sahaya çıktığımızda seyircinin atmosferi müthişti. Bu destek karşısında kazanmamak zordu. Bizi kendilerine çağırıp, 'Bu maçı şehitler için kazanın' diye bağırdılar. O zaman çok duygulandık” dedikten sonra, “galibiyeti şehit ailelerine, askerlere ve tüm Türk ulusuna armağan ettiklerini” belirtiyordu. Akan kanların durması ve bu acıların bitmesi temennisinde bulunmayı ihmal etmeyerek.
Beşiktaş’ın gollerinden birini atan Serdar Özkan da, “Türkün, Türkten başka dostunun olmadığı günlerde, 'Herkes bize bu grupta puan alamazsınız, gol atamazsınız' dedi. Niye böyle denildi anlamıyorum. Dün Fenerbahçe deplasmanda PSV Eindhoven ile berabere kaldı ve puan aldı. İnşallah yarın da Galatasaray yener. Hepimiz birbirimizin arkasında durmalıyız. Herkes şunu bilsin ki Türkün, Türkten başka dostu yok. Bizde bu 3 puanla Türk milletini sevindirdiysek ne mutlu bize” diyordu. Yeni Şafak’ta maç sonrası şu yorum yer alıyordu: “Sahada 11 Beşiktaş askeri, canını dişine taktı, mağrur İngilizler'e unutamayacakları bir ders verdi!”
İki hafta sonra, aynı Beşiktaş, aynı Liverpool’a bu kez 8-0 yenilerek, bambaşka bir tarih yazdı. Bu maçın kime armağan edildiğini söyleyen biri çıkmadı. İngiliz fanatikleri ne dediler, bilmiyorum. Ama bu galibiyeti, Liverpool dışında bir yere armağan etmediklerini tahmin edebiliriz. Maç sonrası, “olur böyle şeyler, futbol bu” diyerek Beşiktaşlıları teselli ettikleri söylendi.
Bu dünyaya her fırsatta meydan okuma tavrı, hak edilmiş, oturmuş, sindirilmiş bir gururun, bir özgüvenin değil, bariz bir özgüvensizliğin ifadesi değil midir? Son milli maçta, Yunanistan’a yenilirken de, mehteran kıyafeti giymiş seyirciler, asker selamları gırla gidiyordu. Sonuçta yenildik. İnsan o zaman, her şeyi hamaset dozunda üst sınırı olmayan bir milli mesele haline getirerek, o “milli meseleyi” ayaklar altına aldırmıyor muyuz diye sormaz mı kendine?
Bağış Erten, Yunanistan maçı ertesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Dün gece, bu toplumun yaşadığı tüm travmaları (ve tabii ki en başta da en büyüğünü, silahların susmak bilmez acımasızlığını) yine yeşil çimlere havale ettik. Bir spor karşılaşması anlam istiap haddini aştıkça aştı. Oldu olacak teskereyi de Milli Takım’a verelim, referandumu da onlar yapsın, anayasanın kurucu meclisi de onlar olsun. Dünkü referanslarımızın hiçbiri futbola dönük değildi”. Ve yazısını, sadece futbolu kapsamayan şu hatırlatmayla bitiriyordu: “Bir de keşke Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın kapısında yazan şu cümle hatırlatılsa: ‘Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır.” Zurnanın zırt dediği yer galiba burası.
Radikal İki, 11.11.2007