Türkiye bugünlerde artık epeyce aşina olduğumuz sinir krizlerinden birini geçiriyor. AKP-MHP ittifakıyla başını belli bir biçimde bağlayan kadınların üniversiteye girmelerine imkan sağlanması ihtimali, bu sarsıntılı sinir krizine yol açtı. Bir yanda, otoriter-muhafazakar ittifak yılların kangrenleşmiş bir sorununu, nihai olarak “birilerinin dini elinden gitmesin” diye “özgürlük” söylemiyle aşacaklarını ilan ediyor; öte yanda, otoriter-laikçi-ulusalcı çevreler, “laiklik elden gidiyor” endişesiyle teyakkuz halinde davranıyorlar. Yargı’dan bol miktarda bildiri/açıklama geliyor; rektörler toplatılarda slogan atıyorlar; en büyük üniversitemizin rektörü “tesettürlü öğrencilerimize hak ettikleri notları vermeyebiliriz” diyebiliyor; yine bol bol “Ata’nın huzuruna çıkılıyor” vb. Kısaca “beyaz Türkler” diye de tanımlayabileceğimiz, Türkiye’nin geleneksel sosyo-ekonomik iktidar elitlerinin bu yoğun asab bozukluğunun arkasında sahici bir “şeriat korkusu”nun yattığını anlamak zor değil. Bu elitin fantazi dünyasında şeriat korkusunun bir ayağı “bizi kapayacaklar” ya da daha uç durumlarda “bizi kesecekler”se, diğer ayağı da 85 yıldır görüntüde sağlanmaya çalışılan “Batılı gibi olma” çabalarının tesettür nedeniyle görüntü kirliliğine uğrama talihsizliğidir.
Türkiye son 20-30 yıllık dönemeçte (özellikle de son 10 yılda), Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren egemen politik kültürün dışına atılmış, ondan zorla kopuşturulmuş parçalarıyla uzun yıllar sonra sanki bir kabuslar dizisi şeklinde yeniden karşılaşmanın sancılı şoklarını yaşıyor. Gereği gibi yüzleşilmemiş ve politik kültüre entegre edilmemiş Kürtler, Aleviler, İslamcılar, Ermeniler ve genel olarak azınlıklar, “yoksunuz” (ya da “asimile olmayı kabul ettiğiniz ölçüde varsınız”) demekle yok olmadıklarını her geçen gün daha çok yüzümüze çarpıyorlar. Hoşumuza gitsin gitmesin, bu parçalar varlar ve varlıklarından ötürü belli hak taleplerinde bulunuyorlar. Önümüzde kabaca iki yol varmış gibi görünüyor: ya geleneksel inkarcı devekuşu politikasına devam edip kabuslarımızın şiddetini arttıracağız ya da daha geniş ve derin bir demokratik çerçeve kurmaya çalışıp bu düşmanlaştırılmış, dolayısıyla inkar ve mümkünse itlaf edilmesi vacip ötekileri, ortak bir zeminde varolabileceğimiz, dolayısıyla temas edebileceğimiz, etkileşime açık rakipler olmaya davet edeceğiz. Hangi yolun seçilebileceği önemli ölçüde toplumsal duyguduruma bağlı görünüyor. Korku, birinci yolu; özgüven ise ikinci yolu işaret ediyor.
Son günlerde üniversite/ tesettür çevresinde kopan fırtınanın iki kutbu da özgüvenden çok korkunun güdülemesiyle hareket ediyorlar. “Laiklik elden gidiyor” feveranı edenlerin korkuları açık biçimde görülüyor. AKP-MHP ittifakının temsil ettiği diğer kutup da, ilk bakışta özgüvenli ve ‘özgürlükçü’ bir hat izliyor izlenimi vermeye çalışsa da bu ittifakın bizatihi kendisi başka tür korkular üzerinde şekilleniyor. Sanki bir korkaklar traji-komedyası ile karşı karşıyayız ve bu korku temelli keşmekeşten özgürlükçü-demokratik bir kazanım elde etmek yerine, daha otoriter bir hasad bizi bekliyor. Açalım:
1. Hangi demokratik standardı alırsanız alın, reşit sayılan insanların nasıl giyineceklerine yasayla kısıt getirmenin savunulabilecek bir yanı yoktur. Reşit olmayanlar ve kamu hizmeti yapanlar için bazı kısıtlamalar getirilmesi anlaşılabilir, bazı teknik mesleklerin özel giysi kodları olabilir, her tür durumda söz konusu olabilecek sağlık/temizlik için ve cinsel organların teşhirini, kişinin kimliğinin saklanmasını veya giysiler üzerinden nefret/kin ifadesini engellemek için belli sınırlar olabilir, ancak bunlar dışında reşit insanların kılık kıyafet özgürlüğü esastır, ne üniversitede ne de başka bir yerde kısıtlanmamalıdır. Ben dahil üçbinbeşyüzün üstünde akademisyenin imzaladığı dilekçedeki temel talep, bu özgürlüğün üniversitelerde sağlanmasıdır (AKP-MHP ittifakının bu sorunu çözme tarzını desteklemek değil). Bu talebin ilk akla getirdiği kesim kuşkusuz, yıllardır bu nedenle mağdur edilen ve üzerlerinden sağlı sollu bilek güreşleri yapılmaya çalışılan tesettürlü kadınlardır. Üniversitelerde tesettür yasağı, hiç bir demokratik standarda uymadığı gibi, tutarlı otoriter bir uygulama da değildir. Tutarlı olabilmesi için, yukarıda değindiğim kısıtlar dışında, ya her yerde yasak ya da her yerde serbest olmalıdır. Üniversite istisnacılığının bir hukuk devletinde demagoji yapmadan savunulabilecek bir tarafı yoktur. Laikçi cephenin demagojik tutarsızlığı, sandıkları ve umduklarının aksine bir mağduriyet direnci ve radikalleşme potansiyeli yaratmakta ve İslami kesimin heterojenliğini, potansiyel çatlaklarını örtmektedir. Sosyo-politik muhafazakarlaşmaya karşı direniş ve mücadele hatları çekilmesi gerekiyorsa –ki gerekmektedir- üniversitede tesettür yasağı, yanlış olmasının ötesinde, gayet verimsiz ve amaçladığının aksine sonuçlara yol açan, kaybedilmeye mahkum bir yasaktır.
2. Yasaklardan medet uman ve üniversitede tesettürden korkan otoriter-laikçi kesimin özgüven sorunu derindir. Bu sorunun temelinde de aslında kendisinin dogmatik/dini tarzda kurgulanmış ve hala da öyle idame ettiriliyor oluşunun büyük payı vardır. 19. yüzyıl kaba pozitivizmini aşamamış, eleştirel düşünceden ödü patlamış, muhaliflerini süründürmek ve itlaf etmekten başka bir şeye kafa yormamış, sırtını orduya dayamış bu kesim için dogmatizm bir normdur. Kendi kutsalları ve törensellikleriyle yeni bir dini andıran laikçi kesim, üniversiteler dahil bütün eğitim sistemini de kendi dogmatizmini yeniden üretmek için tasarlamıştır. O yüzden şimdi, aslında eleştirel düşüncenin taşıyıcısı ve tüm dogmatizmlerin törpülenebileceği bir ortam olması gereken kendi üniversitelerine, kendi eğitim sistemine güvenememektedir. Türkiye üniversitelerinin (ve tabii ki genel olarak milli eğitim sisteminin) vasatı bugünkü haliyle kaldıkça, üniversitenin dogmatizmleri törpülemesi mümkün değildir. Laikçi kesim, laikliği gerçekten savunmak istiyorsa, her şeyden önce kendi dogmatizminden ve buna bağlı tek tip insan yetiştirme arzusundan vazgeçmeli ve üniversiteler dahil bütün eğitim sisteminin eleştirel düşünceyle tanışması ve özgürleşmesi için elinden geleni yapmalıdır.
3. Öte yandan, AKP-MHP ittifakının hamlesi, bu sorunu demokratik ve özgürlükçü bir çerçeve içinde çözmek yerine, korku temelli bir bezirgan kurnazlığına işaret etmektedir. Üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğünü savunan ve bu çerçevede tesettür yasağının kalkmasını isteyen sol ve demokrat çevreler haklı olarak bu AKP-MHP hamlesini sert bir şekilde eleştirmektedirler. Çünkü:
a. Bu yasayla üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü sağlanmamakta, aksine TSK-onaylı belli bir baş bağlama tarzı (boyun altı nine tarzı) serbest bırakılmakta, diğer bütün tesettür tarzları açıkça yasaklanmaktadır. Görünen o ki en azından zımni bir TSK-AKP uzlaşmasıyla karşı karşıyayız. Bu uzlaşmanın katalizörü/arabulucusu da MHP olmuştur. Temmuz 2007’deki seçim hezimetinden sonra AKP’ye bazı ödünler verilmesi gereği ortaya çıkmış ve mesele “memleketin asıl sahipleri” tarafından bu ödünlerin nasıl sahici bir demokratikleşmeden uzak ve olabildiğince sınırlı tutulacağı meselesi olmuştur. AKP’nin en önemli seçim vaadi olan ve her çeşidiyle otoriter-milliyetçi cenahta ciddi kaygılar/korkular yaratan “yeni ve demokratik anayasa” bir kaç aylık bir karambolden sonra rafa kaldırılmış ve MHP eliyle TSK-onaylı nine tarzı başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması AKP’ye bir ödün gibi sunulmuştur. MHP açıkça ilan etmiştir ki bu hamleyle, AKP’nin gündeme getirebileceği yeni anayasadaki demokratik açılımlardan sempati duyabileceği tek madde olan üniversitelerde tesettür yasağının kalkmasını, TSK-onaylı haliyle de olsa, yeni anayasa çerçevesinin dışına çıkartıp AKP’nin önüne atmış ve bundan sonra önerilebilecek bütün demokratik reformlar için total olarak net ve sert muhalif olma rahatlığına kavuşmuştur. MHP, genel demokratikleşme korkusundan bu tür bir bezirgan kurnazlığıyla kurtulmayı denemiştir.
b. AKP ise, tutarlı ve derinlikli bir demokrat kültüre ve duruşa sahip olmadığı için, MHP’nin önüne attığı bu “ödün”ü yine bezirgan kurnazlığıyla bir fırsat olarak değerlendirmek istemiştir. İki dönem tek başına hükümet olan partinin tesettür konusunda hiç adım atamama ihtimalinin AKP’de yarattığı korku, MHP’nin hamlesi karşısında başka bütün demokratikleşme dertlerini bir tarafa bırakıp acilen bir sınırlı tesettür istisnacılığı yapma konusunda iştah kabartmıştır.
c. Yeni yasanın üniversiteleri rahatlatmak yerine kimi otoriter laikçi rektör, öğretim üyesi ve öğrenci grupları eliyle daha da germek için uygun mühimmatı içerdiği söylenebilir. Başörtüsünün nereden bağlandığına dair bitmek bilmez vodviller üniversite kapılarında sergilenebilecektir.
4. Tesettür yasağı oldukça tesettür-özgürlük ilişkisini bütün boyutlarıyla tartışabilmemiz pek mümkün değildir. Oysa bu tartışma Türkiye için her daim önemli bir tartışmadır. Özgüven temelinde ve kılık kıyafet özgürlüğü çerçevesinde üniversiteleri tesettürlü kadınlara da açmak, sol için yeniden ve daha güçlü bir şekilde, tesettürün kadınlar üzerinde nasıl bir biyopolitik iktidar tasallutu olduğunu tartışmak için elverişli bir zemin de sunmaktadır. Özgürlükçü ve hümanist sol, kılık kıyafet özgürlüğünü savunurken ve kimsenin zorla başının açılmasını veya kapanmasını kabul etmezken, kadınların ve erkeklerin eşit ve her tür dogmatizmden uzak bir şekilde kendi bedenleri ve ilişkisellikleri üzerinde özgürce tasarrufta bulunabilme hakkını ve bu hakkın devamı olan cinsel özgürlüğü de savunur. Tesettür ise yine korku temelinde şekillenen bir cinsel disiplin rejimidir. Ancak bedensel/cinsel özgürlük mücadelesi acilci bir tarzda ve zorla olabilecek bir mücadele değildir; kuşaklar boyu sürebilecek denli uzun vadeli, kültürel ve ideolojik bir mücadeledir; sırtını orduya dayayarak ve demagojik yasaklardan medet umarak verilemez.
5. Şimdi geldiğimiz nokta, yeni demokratik anayasa ihtiyacımızı daha da görünür kılmıştır. Türkiye toplumunun şimdiye kadar büyük ölçüde inkar edilen ve bastırılan heterojen yapısı bütün parçalarıyla kendilerini daha çok ifade etmekte, mağduriyetlerini dile getirmekte ve gaspedilmiş haklarını talep etmektedirler. Mevcut anayasal ve politik çerçeve, bu heterojenliği ciddi bir tehdit unsuru saymakta ve sosyo-psikolojik hakikatle kavga etmektedir. Türkiye’nin bütün ezilmişlerini, dışlanmışlarını, ayrımcılığa maruz bırakılanlarını istisnacılık yapmadan ve evrensel demokratik normlardan ödün vermeden tanıyacak, kucaklayacak, haklarını teslim edecek yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız vardır. Aksi takdirde, Türkiye’yi daha çok kaos, kriz, kan ve dolayısıyla daha çok toplumsal çözülme ve çürümüşlük beklemektedir. AKP, AB sürecinin desteğiyle ve temel olarak seçilmemiş iktidar sahipleri karşısında kendi pozisyonunu sağlamlaştırmak saikiyle, zamanında kısmi olumlu demokratik reformlara imza atmıştır. Ancak AKP’nin son yıllardaki performansı ve en son MHP ile yaptığı ittifak göz önüne alındığında, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni toplumsal sözleşmeyi gerçekleştirme çapı ve ufkundan mahrum olduğu aşikardır. Muhafazakar demokratlığın kapasitesi bu kadardır. CHP ve MHP gibi statükocu/milliyetçi partilerin ise varlık nedenleri demokratikleşmeye direnç göstermektir. Bir süredir içinde debelendiğimiz bu bataklıktan çıkış konusunda en tutarlı ve kapsamlı ufka, sayı olarak ne kadar cılız olurlarsa olsunlar, özgürlükçü ve hümanist sol/sosyalist çevreler sahiptir. Hem bu yeni demokratik toplumsal sözleşme talebini daha duyulur, istenir ve gerçekleşebilir kılmak, hem de AKP’nin derinleştirerek devam ettiği neoliberal salvolara karşı direnmek için böyle bir sol hareketi özenle ve sebatla büyütmemiz gerek.
6. Türkiye’nin politik değişim ufkunu, korkuları yüzünden makul düşünme becerileri arızalanmış cenahların hegemonyasından kurtarmalıyız. Devletin:
a. kimsenin dini inancı/yorumu ya da inançsızlığı ve bunların ifade biçimlerine karışmadığı,
b. dini eğitim vermediği, İmam Hatip Liseleri gibi din eğitimi veren okul sahibi olmadığı, toplumdaki her inanç sisteminin dini eğitim ve ibadet ihtiyaçlarını kendilerinin karşılamasını engellemediği,
c. Diyanet İşleri gibi dini hayatı belli bir mezhep üzerinden kontrol etmeye çalışmadığı,
d. kişilerin ya da sosyal grupların dini inanç/inançsızlık, milli/etnik tanımlamalar, cinsiyet, cinsel yönelim ve politik görüşler üzerinden toplumsal hayatın her alanında başka kişi ve grupları baskı altına alma, aşağılama, kin ve nefret duyguları sergileme gibi girişimlerine karşı etkili hukuki ve polisiye tedbirler aldığı,
e. kimsenin kendisini milli/etnik/dilsel olarak nasıl tanımladığına karışmadığı, sosyal grupların kendi kimlik tanımlarına saygı gösterdiği ve bu saygının gereği haklar çerçevesinin özgürlükçü bir şekilde genişletildiği,
f. üniversiteler dahil bütün eğitim sistemini dogmalardan uzak, eleştirel düşünce temelinde şekillendirdiği bir politik dönüşüme ihtiyacımız var. Bunu tartışalım.
Birgün, 17.2.2008