Halkı ölüme, öldürmeye teşvik etmek, öldürmeyi kanıksatmak suç olması gerekirken, ülkemizde “halkı askerlikten soğutmak” suçu hüküm sürüyor. Sayfalarca yazıda, onlarca bildiride dile getirilmeye çalışılanı, “ben ölüm değil, çözüm istiyorum” diyerek, bir çırpıda özetleyen Bülent Ersoy, bu ülkenin endazesi kaçmış suç ve ceza anlayışına meydan okuyarak tamamlıyor sözünü: “eğer bunu söylemek suçsa, hemen assınlar”.
Pusuda bekleyenler hazır zaten. “En fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu bu günlerde....” diye başlayan o ürkütücü tiz sesin, leş kokan soluğu bir kez daha insani vicdanın ensesinde. Vicdan, canlılar dünyasında insana ait bir özelliktir. Öldürmek ise, insanların da içinde yer aldığı hayvanlar dünyasının ortak dilidir. Bütün canlıların değil, bazı canlı türlerinin. Ve en başta insan türünün...
Öldürmeyi, diğer insanları öldürmeyi, nedeni ne olursa olsun bir övünç kaynağı olarak tanımlayan bir zihniyetin, insanlığın hangi yanında yer aldığını tarif etmeye gerek yok. Peki, bu övünç kaynağını, uzun erimli bir sportif karşılaşma haberi aktarırcasına, gün be gün ölü skorunu manşet yapanları nereye yerleştirebiliriz? “Şehitler: 24 asker, 6 korucu. Öldürülen terörist: 230” manşetini kaleme alan zihniyet, insanlığın hangi katında oturur? Yükseklikle ölçülen katlarında değil herhalde...
Bu ülkenin topraklarında ve hemen yanı başında, onbin civarında erkek, sayısını tam bilemediğimiz, bin veya üç bin erkek ve kadınla günlerdir kanlı bir boğuşma içindeler. Adını koyalım: savaşıyorlar. Evet, bu bir savaş. Dehşetin, öfkenin, korkunun, kanın, kahramanlığın ve alçaklığın yan yana, diz dize olduğu, kadim insanlık trajedisi. Bu topraklarda, yanı başımızda, içimizde, bizim insanlarımız arasında yaşanıyor. Skor bu yandan bakınca, yukarıdaki gibi. Karşı yandan bakınca, “ölen asker: 108, ölen gerilla: 5”.
Bu bir maç skoru ama skor konusunda rivayet muhtelif. “Bu derbi çok konuşulur; Galatasaray:2 – Fenerbahçe:1, 15 sarı 4 kırmızı kart”...Yurdun dört bir yanında kavruk Anadolu gençlerinin cenazeleri kalkıyor ve maç devam ediyor. Çoğu yurttaşımız olan, bu ülkede anası, babası, kardeşi, dostu ahbabı olan, ölmüş PKK’lıların cesetlerinin gömülüp gömülemediğini bile bilmiyoruz. Soramıyoruz. Maç devam etmeli...
Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin 12 baro başkanı toplanmış, gözlerinin altı yılların hüznüyle kararmış Sezgin Tanrıkulu’nun okuduğu ortak deklarasyonu dinliyor: “Ölümlerin topluma kanıksatılmaya çalışıldığı, ölümler üzerinden bir savaş skoru yarışmasının yapıldığı bir havayı teneffüs etmek istemiyoruz. Şiddetin yaygınlaşmasından, toplumun farklı kesimleri arasındaki kırılmanın derinleşmesinden büyük kaygı duyuyoruz. Türkiye’de Kürt meselesi çatışmayla, savaşla değil, demokrasi-özgürlüklerin yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi ile çözülebilir. Her geçen gün ve her ölüm, çözüme ulaşma imkanını giderek zorlaştırmaktadır. Bu nedenle operasyonlara son verilmeli, silah ve şiddet yöntemlerinden vazgeçilmeli, Türkiye’de Kürt meselesinin barış ve uzlaşma ile çözümüne olanak sağlanmalıdır.” Baro başkanları, seslerinde bıkkınlığın, gelecek konusunda taşıdıkları karamsarlığın titreşimlerini bastırmaya artık güçleri yetmeyerek, bu ülkede barış içinde bir arada yaşamanın asgari gereklerini dile getiriyorlar. O baro başkanları, o akan kanların damla damla karşılıklı kin havuzlarında biriktiğini hepimizden daha iyi biliyor.
Bu nasıl terör örgütüdür ki, bir hafta zarfında topuyla, tüfeğiyle, uçağıyla, tam teşkilatlı ordu birliklerine karşı cephe savaşı sürdürüyor, diye kimse sormuyor. Ama DTP’lilere yönelik tek bir talebi var bu yanın savaş partisinin: “PKK terör örgütüdür de ve başka bir şey söyleme!”
Hayat devam ediyor. “Maçı katleden hakem”, “en uzun gece”, yeni bir skor, avukatlarının yeniden ziyaret ettiği Öcalan. Ve Demokratik Toplum Kongresi sözcüsü Leyla Zana. Kürt sorununun en çağdaş ve halklar adına en gerçekçi çözüm yolunun “demokratik Özerk Kürdistan” olduğunu kongrenin ilan ettiğini söylüyor. “Tam bir seferberlik ruhuyla demokratik direnişi geliştirmenin (..) yaşamsal ve onursal en temel görev olduğunu” da. Barış üzerine konuşurken, sesine savaşın tüm hırçınlığı hakim...
Ve başbakanımız konuşuyor. Miğferli mızraklı kötü bir şiir okuduğu için hapis yatmış başbakanımız. “ Aziz milletimize barış, huzur dolu günler diliyorum. Şehitlerimizi bir kez daha buradan rahmetle anıyorum. Milletimizin başı sağolsun derken, zor kış şartlarında büyük bir kahramanlık örneği sergileyen Mehmetçiğimize Allah'tan güç ve kuvvet temenni ediyorum ve diyorum ki: (Mehmedim sevinin başlar yüksekte/Ölsek de sevinin eve dönsek de/Sanma bu tekerlek kalır tümsekte/ Yarın elbet bizim elbet bizimdir/Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir".
Başbakan bu barışçı, insancıl şiiri okumayı bitirdiğinde, konuşmayı izleyen AKP’liler ayağa kalkıyorlar ve alkışlarken, haykırıyorlar: “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”
Ve Murat Karayılan konuşuyor: “Kürdistan özgürlük gerillası.....düşmanın saldırıları... Kürt siyasetçileri Kürt halkının demokratik-ulusal çıkarları temelinde hareket ederlerse gelecek ve zafer bizim olacaktır....”
Savaşın, şiddetin, şehitlerin üzerinden kazanılacak “zaferin” dili ortak. “Ölsek de sevinin, eve dönsek de” diyerek, “yarın elbet bizimdir” diye haykıranların dilidir bu.
“Ölüm değil çözüm” diyerek, bizi bu kabustan kurtarmaya muktedir yegane cümleyi söyleyen o vicdanın sesi savaş beylerinin çığlıklarını bastırdığında, ancak o zaman bu ülkede barış içinde birlikte yaşamak tasarlanabilir olacaktır.
Radikal İki, 2.3.2008