Hep bazı klişelerimiz olageldi. Bunların belki de en yenilerinden bir tanesi 28 Şubat süreciyle beraber kendini iyice hissettiren ‘İki Türkiye’ söylemi. Post-modern darbenin sonrasında en keskin çizgilerle laiklik ve karşıtlarını, indirgemeci yaklaşımla onlar ve biz kamplaşmasına dönüştüren bu kavrama belli aralıklarla başvuruldu. Bazen de örneğin en sık kullanılış sahası olan laiklik merkezli bakış açısından farklı, ancak yine rejim krizi ve diğer bazı toplumsal ayrışma noktalarına ışık tutmak için gündeme taşındı ‘İki Türkiye’.
Ama nihayetinde ‘İki Türkiye’ den kasıt birbiriyle çatışırken bile varlıklarını paralel, iki ayrı Türkiye’de devam ettiren insan gruplarıdır. Kısaca ‘İki Türkiye’ birbiriyle de birbirinden ayrı da yaşayamayan simbiyotik bir kurgudur. Çevre-merkez, birinci-ikinci cumhuriyetçiler, ilericiler-gericiler, laikler-yobazlar gibi. Kaba bir benzetmeyle –eğer teşbihte hata olmazsa- bir bakıma istatistikteki regresyon analizinde uygulanan ‘kukla değişken’ gibidir ‘İki Türkiye’. İki ayrı insan tipi, değerler manzumesi, sınıf ayrışmaları, devlet ve demokrasi fantazisi bağlamında bir tarafta herkesin kendi durduğu yerden hayalinde yaşattığı Türkiye’yi, diğer tarafta da bu hülyaya karşı olan bütün sair alt değişkenleri kapsayan ve analitik amaçlar doğrultusunda düşmanca ihmal edilen Türkiye’yi simgeler.
Bir başka ifadeyle Türkiye ya 1’dir ya da 0. Eğer 1 ise, 0 sadece salt olarak 1’e karşı olanı değil, 0’ın dışında 1’in hegemonyası altına girmemekte direnen tüm alt değişkenleri yutan bir kimliği sembolize eder. 1, 0’ın içindeki alt değişkenler arasında hayali veya kendi analitik amacına yönelik eklem yerleri oluşturur. Aynı 1, karşısındakı düşmanı kollektifleştirirken, kendince tehdit algılamaları esasen ona doğrudan karşı gözükmese de, sırf biat etmediği için kurunun yanında yaşı da yakar. Bu amaçlara, resmi tarih yazımı, rejim muhafızlığı veya bir siyasi partinin iktidarını perçinleştirme projelerinde sıkçarastlanır. Her ikisi de, 1’liğini muhafaza için 0’ın bünyesindeki tüm alt değişkenleri potansiyel tehlike olarak görür.
Sosyal bilimlerde bu tür ikilikleri (veya çoklukları) incelemeyi kolaylaştıran, toplumsal ayrışmaları, fay hatlarını, çatışmaları isimlendirmemize yardımcı olan kavramlara ‘master’ kavramlar denebiliyor. Öyle ki herşey o ana kavramlar üzerinden ifade ediliyor, tanımlanıyor veya onlara bu gözle karşı çıkılıyor. Bu kavramlar veya kuramlar birer meta-naratif olarak zamanla klişe halini de alabiliyor. Aynen hala süren merkez-çevre efsanesinde ve ‘İki Türkiye’ örneğinde olduğu gibi.
Aslında ‘İki Türkiye’ söylemsel düzlemde hem bir amaç, hem de araçtır. Aşağıda vereceğim örneklerde görüleceği gibi sadece laiklik söz konusu olduğunda değil, tamamen farklı konulardan bahsedilirken bile üzerinden geçilen bir yol, veya o yolun sonunda varılan bir kapıdır. Antropolog Sally Falk Moore’tan ödünç alarak denebilir ki, İki Türkiye’yi diyagnostik (teşhisi kolaylaştırıcı) olay olarak da; o kolaylaşan teşhisin kendisi olarak da okuyabiliriz. Moore ‘diyagnostik olayları’, birbirine bağlı çeşitli anlamları ihtiva ederken süregiden çekişme, sürtüşme ve çatışmaları ifşa edici veya açıklayıcı anlar/şeyler şeklinde tanımlar.
‘İki Türkiye’ kavramını benim gözümde ilginç kılan bu söylemin sadece bir zümreye ait olmayıp, Türkiye’nin hemen her kesiminde yaygın olarak kabul görmesidir. Ancak şunu belirtmek lazım, kabul görmeyi benimsemek veya onaylamak anlamında değil kimi zaman da kale almak yoluyla ona karşı çıkmak veya benimsememek düzleminde değerlendirmeliyiz. Ki bu o kavramı kendi içinde daha tutarlı ve birden çok dünya tahayyülünün analizine imkan vermesi açısından daha değerli kılar.
İki Türkiye’yi anlamak için 1995 sonrası gazete ve dergi arşivlerini taradım. İlki 4 Ağustos 1997’de Oktay Ekşi, sonuncusu ise 25 Nisan 2008’de Eser Karakaş tarafından yazılmış 19 yazı buldum. Bazı yazarlar bu kavramı o kadar sevmişti ki, köşelerine ikişer kez taşımışlar. Belki de 28 Şubat sonrasında gelişen düşünce tarlasının en ilgi çekici, ama bir o kadar görmezden gelinen ürününün üstüne yazılanları Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişiklerini iptal kararı sonrası yeniden okumakta fayda var.
Şüphesiz İki Türkiye’nin en revaçta olduğu zaman geçen sene ‘Cumhuriyet Mitingleri’ sırasındaki gelişmelerdi. Sabrina Tavernise’nın 15 Nisan 2007 tarihinde New York Times’ta kaleme aldığı Tandoğan mitingi hakkındaki makalesinde bir cümle çok dikkat çekti. ‘Artık iki Türkiye var’ diyordu Tavernise. Bu aynı zamanda katılımcısı olduğu olaydan çıkardığı sonuçların içinde en dikkat çekeniydi. Tandoğan’da toplanan kalabalığa baktığında gördüğü coşkuyu veya kimine göre nefreti toplumun bölünmüşlüğüne yordu. Emekli bir hamşirenin yanına yaklaştığında ‘İran veya Afganisatan olmak istemiyoruz’ sözlerini işitti. Bu sözler, ikinci Türkiye’nin böyle bir tehlike olduğunu ima ediyordu. Genç bir delikanlı ise ‘İnanın bana bütün Türkiye burada’ derken 1’in 0’a karşı olan yutuculuğunu ve ihmalkarlığını gözler önüne seriyordu.
Deniz Baykal, 17 nisan 2007’de, ‘İki tane Türkiye yok, tek Türkiye var’ dedi. Erkan Mumcu beş gün sonra Adıyaman’dan katıldı tartışmaya: ‘Ama ne ikisi beş tane Türkiye var. 5 tane fay hattı var’. Mumcu, o fay hatlarından laf açmadı. Başbakan Erdoğan ise ‘Fransa'daki yakıp yıkma olaylarına bakıp kimsenin kaç Fransa var diye sormuyor, Türkiye'de yapılan bir mitinge bakıp hemen 'iki Türkiye var'’ sözleriyle tepkisini dile getirdi. Başbakan parti grubunda yaptığı ve Ekrem Dumanlı’nın 19 Nisan’da ‘İki Türkiye mi?’ başlığıyla köşesine taşıdığı konuşmasında ‘Şayet iki Türkiye söz konusu ise bunun iki siyasi kutup tarafından kabullenmesi gerekiyor’ şeklindeki kendi içinde tutarsız sözlerinin sadece kendisini bağladığı muhakkak. Lakin iki kutupluluğu reddetmeyen Erdoğan’ın sözleri, bu iki kutuba isim takmak isteyen sosyal gözlemciler için bağlayıcı ya da zorlayıcı olamaz.
Travernise’nin ‘İki Türkiye’ benzetmesi, hemen akabinde İbrahim Tenekeci (İki Türkiye kimin eseri-Milli Gazete) ve Nuray Mert (İki Türkiye-Radikal) tarafından sütunlarına taşındı. Tenekeci ‘Büyük Ortadoğu projesinin tüm hızı ve acımasızlığıyla devam ettiği bir dönemde; bugüne kadar 1 veya beraber yaşamış Türk milletini 2 diye ayırmak, bana kalırsa, büyük bir planın ilk adımı’ derken ‘emperyalizme’ kafa tutuyordu. Onun için bakılması gereken ana nokta içimizden değil, dışardan birliğimize yöneltilen tehlikeydi. Nuray Mert ise ‘hangi sorun, gerilim, çatışma noktasından bakarsanız bakın, iki değil, birçok farklı Türkiye’den bahsetmek mümkün. Ve bu o kadar da vahim bir durum değil’ tespitiyle ‘laissez faire’ temelli en radikal liberal demokratik teori çözümlemesi yapıyordu. İki Türkiye’nin cumhuriyet-demokrasi, statüko-millet, sivil-resmi türevlerini sunarken haklı olarak bu kavramın da çevre-merkez kuramı gibi efsaneleşmesinden çekiniyordu.
Erol Manisalı ‘Gelişme, Sömürgeleşme ve İki Türkiye-Cumhuriyet’ yazısında, İki Türkiye’nin bir soğuk savaş sonrası gerçeği olduğunun altını çiziyor ve emperyalistler, onların işbirlikçileri ve vatanseverler arasında yeni bir savaşın başlangıcı olarak telakki ediyordu. Son derece kötümser bir sonuca bağlarken, iki Türkiye’nin ortaya çıkmış olmasının, Türkiye’de herkesin birlikte kazanacağı bir toplumsal yapının oluşturulmasını engellediğini iddia ediyordu.
İsmet Berkan (İki Türkiye mi, iki devlet mi?-Radikal) belli ki Travernise’nin sözlerini aklının bir kenarında bulunduruyordu. Ancak, Ankara’da katıldığı bir toplantıdaki protokol kuralları fiyaskosu herkes iki Türkiye’yi konuşurken ona iki devlet olduğunu düşündürdü. Mehmet Yılmaz ‘İki Farklı Türkiye görüntüsünü-Hürriyet’ tasvir ederken yine kamusal alanın nasıl iki farklı zihniyet tarafından işgal edildiğine işaret ediyordu. Sanatsal yapıtlara karşı saygısızlıkları sıraladığı yazısında modern-vandal/taşralı yörüngesinde gezinen Türkiye’ye dair sözler ediyordu. Beşir Ayvazoğlu (İki Türkiye-Zaman) ise Zaman’daki yazısında medyanın çizdiği Türkiye tablosundan muzdaripti. Sokağa çıktığında gördüğü Türkiye ile, televizyondaki, gazetelerdeki Türkiye aynı değildi. ‘İki Türkiye’ onun için doğallığı ve suniliği temsil ediyordu: ‘İki Türkiye var; bir, toplum mühendislerinin ve medyanın Türkiye’si; iki gerçek Türkiye. Biri insanda kaçma duygusu yaratıyor, diğeri kendine çekiyor. İkinci Türkiye, problemlerinin farkında olmakla beraber geleceğe ümitle bakan, kendi kendisiyle barışık, birinci Türkiye'nin önüne diktiği engeller olmasa büyük hamleler yapabilecek güçtedir’.
Erişebidiğim en yakın tarihli yazılar Eser Karakaş’a ait. İlki (İki Konya, iki Türkiye-Star) Konya’da maruz kaldığı bir alkol servisi sorunundan hareketle yazılmış. İçki içen-içmeyen, içebilen-içemeyen, içilebilen yer-içilemeyen yer ayrımlarındaki Türkiyeler’den bahsediyor. Diğeri ise yazının başlığındaki gibi 27 Nisan Üzerinden İki Türkiye’yi anlatıyor: ‘Birinci Türkiye, içindeki tüm farklılıklara karşın, 27 Nisan’da demokrasiye ve hukuka sahip çıkma refleksi gösteren Türkiye’dir; ikinci Türkiye ise 27 Nisan’ı meşru göstermeye tevessül edenlerin Türkiye’sidir. Bu ikinci Türkiye AB sürecinde tümüyle marjinalize olacak ve birinci Türkiye içindeki ayrışmalarla siyaset çok daha sağlıklı, meşru, demokratik bir zemine oturacaktır; 27 Nisan destekçilerinin AB muhalefetini, karşıtlığını böyle de okuyabilirsiniz. Bu süreçte bürokrasi de evrensel tanımı doğrultusunda etkin ve doğru yerini alacaktır’. Demokrasinin evrensel bir tanımı var mı? Kim yapmış? Evrensel tanımı uygulayan ülkelerin demokratik olmayan pratikleriyle nasıl örtüşeceğiz? Bunlar Karakaş’ın cevaplamadığı sorular.
Buraya kadarki tüm noktalar 2007 sonrası sürecin yankılarıydı. Öncesinde ise yine kullanılıyordu ‘İki Türkiye’. Oktay Ekşi (İki Türkiye’nin kavgası-Hürriyet) konuyla ilgili ulaşabildiğim ilk yazıda dönemin en hararetli tartışması sekiz yıllık mecburi eğitim ile ilgili yorumları arasında Feyyaz Toker’in vefat haberini duyuruyor ve onu ‘çağdaş olanın sahiplerinden biri’ olarak niteliyordu. Karşısına ise ‘ötekiyle yani Patrona Halil’in torunlarıyla kavgamız bu sırada tekrar alevlendi’ sözlerini yerleştiriyordu. Can Dündar, 13 Aralık 1997 tarihli yazısında İki Avrupa’nın İki Türkiye’yi nasıl algıladığına eğiliyordu. (İki Avrupa İki Türkiye-Milliyet) Strasburg’taki Türk filmleri festivalinde gördüğü çağdaş sinema diliyle konuşan Türkiye ile Luksemburg’taki üyelik tartışmalarındaki Türkiye’yi, ‘Strasbourg'dan 200 kilometre ötede Lüksemburg'da ise Avrupa nefretin yüzünü gösteriyor. Türkiye'yi ayakta alkışlayan, övgüler düzen Avrupa bir buçuk saatlik mesafede asık suratlı ve kaprisli bir sevgiliye dönüşüyor’ ifadeleriyle karşılaştırıyordu. İki Türkiye ne garip değil mi, ‘sinema günlerinde sanatını, yaratıcılığını, çağdaşlığını konuşturan Türkiye, Lüksemburg'da savunmaya geçiyor; eksikliklerini, defolarını, yetersizliklerini örtmeye çalışıyor’ aynı yazıda. Dündar bu sefer 2000’de (İki Türkiye-Milliyet) İki Türkiye teşhisini daha da ilerletiyor, ‘İki Türkiye var: Biri özlediğimiz, diğeri usandığımız ülke... Kurmaya ve kurtulmaya çalıştığımız Türkiye... Biri umutlarımızın diyarı: Yüzünü uygarlığa dönmüş, kararlı adımlarla hedefe yürüyor. Felakette yaralarını elbirliğiyle sarıyor. Farklılıklarını kucaklıyor. Uzlaşmayı öğreniyor’. En can alıcı nokta ise şu satırlarda gün yüzüne çıkıyor: ‘Bu iki Türkiye'yi iki insan grubu, iki kolundan tutmuş iki yöne çekiştiriyor. Biri uygarlığın safında, yarının aydınlığında görüyor ülkesinin geleceğini... Diğeri bütün bağnazlığıyla ayak diriyor: Nefretin bıçağını biliyor. Yasaklardan medet umuyor, her farklı sesi boğuyor, aydınını, entelektüelini karalamayı marifet sayıyor. Ülke, yeni çağın başında, iki yol arasında, bir o yana bir bu yana savruluyor’.
Ertuğrul Özkök 2010’a bakıyor bir yazısında İki Türkiye’nin gelecekti yüzlerini ararcasına (2010 yılında İki Türkiye-Hürriyet). Özkök, 1998’te, OECD’nin iki senaryo üzerinden yaptığı tahminlere referansla istikrar, istikrarsızlık, felaket senaryoları, merkez ülke olmak arasında bocalayan İki Türkiye’yi anlatıyor. Aslında onun İki Türkiye projeksiyonları da gizli bir kötümserlik üzerine kurulu. Ekrem Dumanlı yukarıda belirttiğimiz daha sonra tarihlerdeki yazısından önce de dokunmuş konuya (İki farklı Türkiye-Zaman). Dumanlı’nın 2005’teki en kayda değer iddiası ‘iki farklı Türkiye’den biri istikbale yansıyacak’ dediği yer elbette. Yazı bu haliyle bakalım savaşı kim kazanacak açılımına yorulabilir.
Evrensel’den Sabri Durmaz Telekom ihalesini diyagnostik olay olarak kullanarak ‘İki Türkiye’nin mücadelesi’ başlığını atmış. Emperyalist-kapitalist oyunlar onun için de bir endişe: “Tek millet, tek bayrak” diye yaygara yapanlar; ne kadar bağırırsa bağırsın bir değil iki Türkiye var: Birincisi, yerli yabancı demeden ülkenin doğal ve emek üretimi servetlerini yağmalayanların, vur patlasın çal oynasın yaşayanların, rantçıların, hortumcuların, yabancı uşaklarının Türkiyesi. Hükümeti, bakanı, polisi bu Türkiye’yi sürdürmek için her şeyi yapıyor, bunun için her yolu mübah görüyorlar. İkinci Türkiye ise; emeği ile geçinenlerin; ülkede servet adına birikmiş ne varsa; fabrika, yol , baraj, okul hastane, mal ve hizmet gibi bir değer taşıyan ne varsa; onları yaratanların Türkiyesi. Onlar; kendi Türkiye’lerini kurmak için yarattıkları değerleri korumak için mücadele ediyorlar ve bu mücadelelerinde karşılarına yerli ve yabancı sermaye güçleri, onların her soydan uşakları çıkıyor’. O’nun da kafasında İki Türkiye savaşıyor: ‘Bu iki Türkiye arasındaki savaş sürecektir’. Çünkü bu iki dünya arasında olduğu gibi bu iki Türkiye arasında da gerçek bir barış olanaksızdır’. Bu sözlerin Erol Manisalı’nın tespitlerinden temelde pek de farkı yok.
Ali Bayramoğlu ise Yenişafak’taki köşesinde ‘İki Farklı Türkiye’ye (2006) değinirken, İki Türkiye’nin çifte standartlar sonucu ortaya çıktığını savunuyor. Bunu Şemdinli Davası’nın gelişmeleriyle kanıtlamaya gayret ediyor.
Şükrü Argın Hrant Dink’in katlinden hareketle düşündüklerini yazıya dökerken (Bir Katliam, İki Türkiye-Birikim), İki Türkiye’den konuşmamızı olanaklaştıran zihinsel bölücülük temasını işliyor. Belki de ‘İki Türkiye’ üzerine yapılan en dramatik tahlille diyor ki: ‘Dink’in katli, bu topraklarda gerçekleştirilmiş olan en ‘bölücü’ eylemlerden biridir. Türkiye’yi -tam neresinden bilmiyorum ama- kesinlikle ikiye bölmüştür. Elbette Türkiye’nin bedeni varlığını kastetmiyorum. Bölünen Türkiye’nin ‘ruh’udur’. Yeni Şafak gazetesinde Mücahit Bilici imzasıyla yayınlanan makalede cumhurbaşkanlığı seçiminin saydamlaştırdığı İki Türkiye kurgusu var (İki Türkiye-İki Cumhurbaşkanlığı). Daha sosyolojik sayılabilecek merkez-çevre bakış açısından etkisindeki analizde ‘Türkiye'deki mücadele Balkanlar ile Anadolu arasındaki mücadeledir. Kültürel olarak tanımlanmış iki sınıf koalisyonunun mücadelesidir. Bir tarafta devleti kuranlar var, diğer tarafta üzerlerine devlet kurulanlar var. Bir tarafta kuralları koyan, imtiyazlı bir azınlık var, diğer tarafta kurallara maruz kalan mahrum bir çoğunluk var. Bir tarafta ‘laik cumhuriyet’ söylemi, diğer tarafta ise gerçek demokrasi isteği var’ denmiştir.
Bunca şeyi okuduktan sonra ikilemdeyim. Bu ikilem beni iki tarafa da mesafeli yaklaşmaya ve üçüncü bir yolun varlığına, hiç değilse gerekliliğine inandırmaya başladı. Ya da öyle bir inanca siyaseten inanmaya. Filistinli yazar Emil Habibi’nin muhteşem siyasal-bilimkurgu romanı Pesoptimist’in kahramanı gibi, İki Türkiye’nin arasında ne iyimserim ne de kötümser. Bu ‘İki Türkiye’ beni sürekli pesoptimist olmaya zorluyor. Bu da yeni bir dualizme sebep oluyor. Diyorum ki bazen ‘İki buçuk Türkiye’ var. Yani, İki Türkiye’nin kemikleşmiş dualizmine rağmen bir tam olamasa da ‘yarım marım’ var olduğunu hissedebilenlerin safındakilerle beraber bir ‘ikibuçukluk’. Bir de ‘İki buçuk Türkiye’ var. Yani tam olduğunu zannetseler de yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı davranan ve konuşan, hiç bir zaman ‘adamakıllı’ tam olamamış hep yarım kalmış, zarar-ziyan, eksik ‘iki buçukluk’.
Bu bağlamda, Radikal’de İsmet Berkan’ın birkaç gün önce tekrar hatırlattığı ‘Gerçek demokrasi, Hemen şimdi’ çağrısını kalben desteklememe rağmen kendimi şu soruları sormaktan alıkoyamıyorum. Eğer sisteme giren herşey bu ‘İki Türkiye’ ana kavramınca öğütülüyorsa, siz ne yaparsanız yapın sonuç alınamıyorsa hangi Türkiye’nin gerçek demokrasisiyle sonuca ulaşacağız? Daha önemlisi, en son gelişmeler ışığında, Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini teknik olarak anayasaya aykırı bir yetki genişlemesiyle iptal etmesi sonrası yeniden ‘İki Türkiye’ tartışmalarına dönmeli miyiz? ‘İki buçuk Türkiye’ tezim kabul görür mü bilmem ama İki Türkiye’nin gidişi bana üç buçuk attırıyor.