GİRİŞ
İçerisinde yaşadığımız dönemde, bir taraftan demokrasi ve kültürel farklılıklara hoşgörü söylemi, diğer taraftan farklı şekillerde açıklanmaya çalışılan askeri çatışmalar, işgaller, batı-doğu ikiliği, sosyo-ekonomik sıkıntılar, iç-dış sömürü ve adaletsizlik uzun süreden beri en çok tartışılan konuların başında yer almaktadır. Tartışmaların odağında, demokratikleşme yoluyla Burjuva Demokratik Düzeni(BDD) geliştirilerek bu sorunların aşılıp aşılamayacağı yer almaktadır. Bu tartışma alanı, ekonomiden siyasete, kültürden sanata ve edebiyata, felsefeden sosyolojiye birçok farklı perspektiften incelenmektedir. Ancak bu incelemelerin tarihsel ve toplumsal bir düzleme ait kategorilere yönelik olması inceleme nesnesinin sınırlarının tam olarak belirlenmesini veya o sınırlara bağlı kalınmasını güçleştirmektedir. Biz, bu geniş tartışma ve sorgulama alanındaki birçok kategori açısından ortak olan, bu nedenle de sınırlandırma zorluğu taşıyan “değer yargıları” ile örgütlü ekonomik çıkarlar sistemi arasındaki ilişki üzerinde durmaya çalışacağız. Bunu yaparken çeşitli kategorilere ait farklı değer yargılarını tek tek ele alıp inceleme değil, üretim ve paylaşım ilişkilerinde somutlaşan ve sektörel amaçlar doğrultusunda yeniden biçimlendirilmeye çalışılan bazı değerlerden örnekler alma yolunu seçeceğiz.
Bakış açımızın temelinde, Burjuva Demokratik Düzeni’nin, sektörel amaçlar(kısa erimde maksimum kâr, uzun erimde ekonomik sömürü ve sosyo- politik egemenlik) üzerine inşa edildiği ve son tahlilde bir sınıfın egemenliğini mutlaklaştırma amacını taşıdığı, buna uygun bir toplum formunun da değerlerin yeniden şekillendirilmesi veya yeni baştan oluşturulması yoluyla sağlanmaya çalışıldığı düşüncesi yer almaktadır. Bu düşünceyi destekleyen verileri, yaratılmaya çalışılan değerler sistemi ile maddi evrensel gerçekler veya sağlanmaya çalışılan sektörel amaçlar arasındaki çelişkilerden ya da çeşitli kavramların politik amaçlarla yeniden şekillendirilmesi veya içinin boşaltılması türünden örneklerden elde etmekteyiz.
DEĞER YARGILARI, DEĞİŞİMİ VE
Değer yargılarımız, ahlâk sistemimiz içerisinde yer alan ve onun anlaşılmasında belirleyici olan anlayış, algılayış, kavrayış, tanımlama ölçütlerimiz ve yaklaşımlarımızdır. İnsanların değer yargıları toplumsal konumlarına göre değişiklik gösterebilmekle birlikte toplumsal bir omurgaya sahiptir ve bu omurga toplumun üretim ve paylaşım biçimlerindeki değişimlere koşut olarak çeşitli değişiklikler geçirir.[1] Örnek olarak, tarım toplumlarındaki ahlaki yargılar ile sanayi toplumlarındakiler aynı olamaz ve hiçbir toplumda tarım-egemen üretim biçiminden sanayi-egemen üretim biçimine geçilirken değer yargıları aynen korunamamış; yeni yaşam biçiminin gereklerine uyma zorunluluğu altında dönüşüm geçirmiştir. Tabi bu dönüşüm süreci toplumların tarihsel gelişimlerine göre farklılıklar gösterebilir.
Yalnız, değer yargılarının, maddi ilişkiler motoruna bağımlı olarak ve genellikle belirgin bir zaman kaybıyla birlikte dönüştüğü de bir gerçektir. İnsanın doğaya egemen olma ısrarı ile güdümlenen maddi gelişme, eski değer sistemiyle genellikle çelişen veya çatışan yeni olgular ortaya çıkartır. Örneğin sanayi kentlerinde ortaya çıkan kadın işgücünün erkekler ile aynı şartlarda çalışma talebiyle örgütlenmesi ve feminizm tarım toplumu değer yargılarıyla anlaşılabilecek ve açıklanabilecek gelişmeler sayılamaz. Ve bilindiği gibi kadının ekonomik bağımsızlık temelli eşitlik talepleri günümüzde dahi tam karşılığını alamamıştır. Çelişki ve çatışma yaratan bu yeni olgular değer yargılarını değişime zorlar.
Değer yargılarının maddi gerçeklere bağımlı olarak değişime zorlanması yeni kavramları ortaya çıkartmaktadır. Çünkü değer yargılarındaki değişimlerin tanımlanması, ifade ve empoze edilmesi gerekecek ve bu amaçla yeni zihinsel karşılıklara(kavram) ve bunların dilsel ifadelerine(terim) ihtiyaç kaçınılmaz olacaktır. Örneğin “ücret” kavramı sanayi toplumunun bir ürünüdür. Bir işverene bağımlı olarak çalışan emeğin karşılığı olarak tanımlanır. Ancak burada önemli olan, bu bağımlılık algısının oluşumunda ve hangi etkinliklerin bu bağımlılık sonucu oluşup ücreti hak ettiğinin belirlenmesinde kullanılan ahlâki yargılardır. Yani ücret kavramının içinin nasıl doldurulduğudur. Örneğin, işyerinde çay molası verildiğinde veya öğle yemeği yendiğinde geçen süre emek süresine dâhil edilecek midir? Yani bu süre çalışma süresine dâhil sayılıp ücretlendirilecek midir? İşte bu soruya verilecek cevap üretime ilişkin değerler yargısını ortaya koyacaktır. Veya “eğitim hakkı”; bu kavram da üretim biçimindeki değişimin sonucu sanayi toplumunda yetişmiş emeğe duyulan ihtiyaca koşut gelişmiş bir kavramdır. Ancak bu hakkın sınırlarının belirlenmesi, siyasal-ekonomik düzenin belirleyiciliği altında şekillenen değer sistemine bağlıdır. Yüksek öğrenime devam etme yeteneğine sahip bir genç, üniversite harcını, barınak masrafını, diğer “zorunlu sosyal masraflarını” (bu masrafların ne olduğu dahi egemen değer sistemine göre şekillenir) karşılayacak parası olmadığında eğitim hakkını öne sürerek okumaya devam edebilecek midir? Yani bu hakkı öne sürerek devletten(esasında toplumdan) bu masrafları karşılamasını isteyebilecek midir? Bu sorulara verilecek cevabın türü, toplumun kendini sağlıklı şekilde yeniden üretmekten yani varlığını sağlıklı şekilde sürdürmekten ne anladığı ile de ilgilidir. Sosyal adaletsizliklerin(işsizlik, gelir ve vergi adaletsizlikleri, eşitsizlik, elitizm) acil toplumsal konuların başında yer aldığı bir toplumda bu sorulara evet cevabı vermek mümkün değildir. Çünkü sosyal adaletsizlik hakların çoğunu yaşamsal pratiklerden kopartır ve onları, hak ve hukuk konuşma ayrıcalığına sahip bir avuç hukukçunun kısırlaştırılmış tartışma konusu haline getirir. Kısaca, yeni değerlerin zorunlu kıldığı kavramların kendisi kadar önemli olan bir diğer konu bu kavramların içeriğinin şekillendirilmesidir.
DEĞER YARGILARININ YENİDEN
Yeni kavramlar ve terimlerin üretilmesi süreci ve bu süreçte belirleyici olan unsurlar konusu kavramların biçimsel varlığından daha büyük bir öneme sahiptir. Bu kavramları kimler üreteceklerdir. Elbette egemen sınıflar ve onların “aydın”ları! Dolayısıyla hem kavramların içeriği, hem de terimler egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda şekillenirken, bu kavramlar kanalıyla ifade edilen, dayatılan, empoze edilen, kurumsal eğitim kanalıyla öğretilen değerler de egemen sınıf çıkarları doğrultusunda şekillenmiş olmaktadır. Burada gözden kaçmaması gereken ayrıntı şudur: Maddi gelişmede egemen sınıfların belirleyiciliği bulunmakla birlikte, bu sosyolojik gelişmeler tüm sonuçları ile tamamen kontrol edilebilir değildir. O nedenle yeni gelişmelerle birlikte yeni çelişkiler, eşitsizlikler, çatışma noktaları ve adaletsizlikler de ortaya çıkmaktadır. Ancak kavramlaştırma ve terim bulma etkinliği sırasında bu çelişki ve adaletsizliklerin önemli bir kısmı egemen sınıf çıkarları doğrultusunda peçelenmeye çalışılmaktadır. Örneğin kadının metalaştırılmasıyla çığırından çıkan zevk sektöründe, zorla veya zorunlu bırakılarak(dolayısıyla irade dışı) pazarlanan kadınlara, gerek Birleşmiş Milletler bünyesindeki bir komisyon(Seks İşçilerinin İnsan Hakları Komisyonu) tarafından[2] gerekse ülkemizde Avrupa Birliği ve Sağlık Bakanlığı tarafından desteklenen bir projenin bildirisinde[3] “seks işçisi” denilebilmektedir. BM komisyon raporunda bu ismin kullanılmasına gerekçe olarak “bunun bir iş olduğunu vurgulamak” gösterilmiş; bildirinin “terminoloji sorunu” başlığını taşıyan bölümünde bu kavramın tercih edilmesine gerekçe olarak, daha az etiketleyici olması, cinsel hizmet sunumunu emek bağlamında vurgulaması, ve sıkı durun, sömürü ve şiddet içermemesi gösterilmektedir. Peki, burjuva ahlak sisteminde ahlaki görülmeyen bir eylem olan kadın ticaretinin para kazanmak için eti sömürülen kölesine zorla yaptırılan bir işin adı konurken, bu işi yapan insanın üzerine bir daha söküp atamayacağı bir “aşağılık” damgası vurulduğu(devletin vesika ile tescillemesi de cabası) ve bu insanların acımasızca sömürüldüğü gerçeği neden gözden uzak tutulmak istenmektedir?[4] Sözünü ettiğimiz proje ulusal ve yerel medya kanalıyla bilgilendirme amacını taşıdığına göre cevap kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Egemen sistem, bir mutlu azınlığın yüksek refahı uğruna yarattığı sosyal adaletsizliğin büyütüp içinden çıkılmaz hale getirdiği cinsel sömürüyü ve seks köleliğini örtebilmek için bazı kavramların içeriğini değiştirmeye veya saptırmaya çalışmaktadır. Hani demokrasilerde “sözleşme hürriyeti” vardı?
Sözleşme karşılıklı iki hür iradenin bir konuda birleşmesi anlamına gelmektedir. Seks kölesi olarak kullanılan kadınlar hür iradeleriyle sözleşme yaparak mı bu işi yapmaktadırlar ki işçi olsunlar? Bu durum, egemen sınıfların topluma yaydıkları değerler sistemiyle kendi sosyo- ekonomik çıkarlarının çelişmesi nedeniyle kendilerini ele vermelerinden başka bir şey değildir. Şimdi, kendi iradesi dışında pazarlanan bu kadınlara “işçi” mi denmelidir; yoksa “köle” mi? İradesi aleyhine bir eyleme zorlanan kişi köledir. Yapılan iş de angaryadır.
Kölelik ve angarya modern anayasalarla yasaklanmıştır. Çünkü anayasa yurttaşların eşitliği düzleminde bir toplum sözleşmesidir(bizimkinin böyle olduğunu söylemek mümkün olmasa da) ve kişinin haklarının hem diğer yurttaşlara hem de devlete karşı korunması temel felsefesi üzerine oturur. Ama ticari ilişkiler düzeni üzerinde belirleyici güce sahip olan egemen sınıf, tatlı kârlar uğruna, seks köleliğini “işçi” kavramıyla peçeleyerek onu anayasal sorun olmaktan çıkartmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşımın ileride, “onlar da ticari sektörün normal ve doğal bir unsurudur” şeklinde kabul ettirilmeye çalışılması kuvvetle muhtemeldir. Bu gerçekleşirse, kapitalizm tarafından üretilmediği bilinmekle birlikte onun tarafından çok şiddetlendirildiği yadsınamayan ve sosyal ve ahlaki çöküntüye koşut olarak büyüyüp yayılan kadın ticareti sıradan bir ticari etkinlik gibi algılatılmaya başlanacaktır.
DEĞERLERİN SEKTÖREL AMAÇLARA
Bir süredir, “küreselleşme” adı verilen bir kavram yazılı, görsel, bilimsel, magazinel, her tür kanaldan toplum hafızasına sokulmaya çalışılmaktadır. Bu konuda da oldukça başarılı olunmuştur. “Küreselleşen dünyamızda” sözü hemen herkesin ağzında adeta sakız gibidir. Coşkun Can Aktan bir makalesinde küreselleşmenin 10 altın! değerini sıralamış; kendince de tanımlamış. Bu on değer şöyle: özgürlük, refah, adalet, hoşgörü, uzlaşma, barış, düzen, bilgi, ahlâk ve kalite.
Aktan, özgürlüğü ekonomik ve siyasi olmak üzere ikiye ayırıyor ve ekonomik özgürlüğü serbest piyasa ekonomisinde gerçekleşebilecek bir değer olarak tanımlıyor ve buradan serbest piyasa ekonomisini global(küresel) bir değer ilan ediyor; yani kapitalizmi. Siyasi özgürlüğü ise düşünce, din, vicdan, seçme ve seçilme hakkı ile tanımlarken nedense aklına örneğin “toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı”, “sendikal haklar” gibi toplumsal örgütlenme hakları gelmiyor. Zaten, neoliberal hak ve özgürlük anlayışında vurgu yapılan hakların yalnızca kişisel haklar olması çok düşündürücüdür. Esasında bu tavır kendi içerisinde tutarlıdır ve desteklediği siyasi yapıların iktidarlarında, faklı düşünenlerin örgütlenme ve eylem haklarına ve bu haklarını özgürce kullanmalarına saygı gösterilmez.[5]
Aktan, adaleti tanımlıyor ama ne hukuksal adalet ne de sosyal adalet bu tanımda yok; yalnızca yumuşatılmış bir “görünmez el” var. Barış ve düzenin ancak piyasa ekonomisinde var olabileceğini de yine Aktan’dan öğreniyoruz[6]! Yani bu anlayışın değerler sistemini tek bir kavram karşılıyor “kapitalizm”. Şimdi Aktan ve onun gibi düşünenlere şu soruyu sormak kaçınılmaz hale geliyor: Irak’taki, Guantanamo Üssü’ndeki, Afganistan’daki, Filistin’deki şiddeti, Küba’ya uygulanan insanlık dışı ambargoları, sömürülmek istenen yeraltı zenginlikleri nedeniyle kışkırtılmış iç savaştan başını kaldıramayan güney ülkelerini, Türkiye’de uzun yıllardan beri kâh etnik ayrımcılık ile kışkırtılmış ırkçılık, kâh biçimsel birkaç unsura sıkıştırılmış lâiklik tartışmaları arkasına saklanan iç sömürüyü ve dünyanın her yerinde yükselen sosyal adaletsizlikleri bu on altın değeri bağrında taşıyan kapitalist dünya düzeninin neresine koymaktadırlar. Bu çirkinlikleri örtmek için acaba hangi kavramların içini boşaltma ya da o kavramları anlamından saptırma hamlelerine girişmeleri gerekecek? Hatırlanacağı üzere, ABD tarafından başlatılan Irak işgali dünya kamuoyuna özgürleştirme ve küresel özgürlüğü terörizm tehdidinden kurtarma sloganlarıyla sunulmuştu. Afganistan işgal edilirken de aynı sloganları işitmiştik. Ancak yaşananlar, gerçeğin farklı olduğunu bugün gözümüzün içine sokmaktadır. ABD, işgal ettiği coğrafyalara kendi şirketlerinin kârlı yatırım özgürlüğünü ve amerikan mallarının pazarlanma- tüketim özgürlüğünü götürmektedir.[7] Yaratılan sosyo-ekonomik adaletsizlikleri protesto etme özgürlüğünü kullanmaya kalkanlar amerikan askerinin ateş gücü yüksek silahlarıyla karşılanmaktadır. İşgalci sermayenin özgürlük anlayışı budur. Dünyanın “özgür toplumları” da olanları seyretmektedir.
Yapılması gereken, olup bitenlere özgür bir beyin ile bakmaktır. Ancak bu söylendiği kadar kolay değildir. Çünkü kapitalizmin sunduğu ve izin verdiği özgürlük tüketim özgürlüğünden ibarettir; ve sunulan tüketim kalıpları da insanı çevresinde yaşanan gerçeklerden koparmaya, onları algılamasını önlemeye yöneliktir. Özgürlük kavramının içeriği diğer birçok kavramda olduğu gibi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda oluşturulmaya çalışılmaktadır. Reklâmlarda vurgulanan özgürlük ve demokrasi tüketim maddelerine ulaşım olanaklarından başka bir şey değildir. Duyarlı bir kitlenin, küresel çevre kirliliğine karşı gerçekleştirmeye çalıştığı bir protesto eylemine, veya iş yerleri kapatılıp sokağa atılan işçilerin hak mücadelesine destek eylemine(dayanışma grevi ülkemizde yasaklanmıştır) demokratik açıdan çok gelişmiş olduğu söylenen AB ülkelerinde bile, polisin tazyikli suyu ve copu ile cevap verilmektedir. Hele bu eylemlerde, çok da doğal olarak, birkaç sol grubun etkin ve bilinçli yönlendiriciliği sezildi mi copun yerini ateşli silahlar da alabilmektedir.
Kapitalizmin örgütlü siyasal gücü olan Burjuva Demokratik Devleti’nin kalıbını biçtiği özgürlük, popüler tüketim ve eğlence; “kışkırtıcı” olmayan edebiyat, sinema ve sanat; sistemle barışık ve onu yeniden üretmeye gayretli bilim ve siyaset türünden özgürlüklerdir. Bunların dışına çıkanlar şiddetle cezalandırılır; sistemi kızdıranın cezalandırılmasıyla da yetinilmeyip, hukukun temel ilkelerinden olan “suçun ve cezanın şahsiliği” gibi koruyucu ilkeler dahi bir kenara bırakılarak aynı soyadını taşıyanların yaşama olanaklarının köreltilmesine kadar gidilebilir. Babası, egemen sınıfı kızdıran bir kitap yazdı diye oğlu -çok başarılı da olsa- kamu hizmetine alınmaz, önceden alınmışsa terfi etmesi engellenir, sürgün edilir; savcı, mülki amir, uzman yapılmaz. Yani bu özgürlük “dalkavuklar veya uyumlular özgürlüğü” dür.
Küreselleşmenin kültürel boyutunun tanımlanması ve yayılması amacıyla kullanılan ve en az küreselleşme kadar üzerinde durulması gereken bir kavram da “popüler kültür”dür. Çünkü kültür; değer yargılarının hem belirleyici hem de zaman içinde belirlenen olduğu, yapıp etmelerin toplumsallaşmış bütünüdür[8]. Biz bu kavramın işlevleri, yani neye hizmet ettiği üzerinde durmakla yetineceğiz.[9]
Popüler kültürün çeşitli kavranış biçimleri ile karşılaşılmakla; olumlu veya olumsuz taraflarını öne çıkartanlar olmakla birlikte biz bu yaklaşımlar arasındaki ortak noktayı dikkate alıyoruz[10]: “Aynılaştırma”(homojenleştirme). Bu aynılaştırma çabasının amacı nedir? Bu aynılaştırma geniş emekçi kitlelerin kontrol edilmesinde kullanılmaktadır. Bu kontrol mekanizmasının özünde “derinlemesine ve niteliksel düşünmenin, bilinçlenmenin önlenmesi” yer almaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek için biçimsel değerler(tüketim değerleri) ön plana çıkartılarak; özellikle, doğrudan üretici gücün potansiyeli olan genç nesillerin siyasetten uzak durması ve böylece örgütlenemez, kendi geleceğine şekil veremez hale gelmesi sağlanmaktadır.
Toplumda iyi bir yer edinmenin , okulda öğrenmek için bulunmak ve olanakları bu yönde zorlamak; işyerinde dürüstçe üretmek ve karşılığını örgütlenerek talep etmek; çevrede bulunan tüm canlı ve cansız varlıkların insan için olmadığının onların da en az insan kadar var olma ve varlığını yeniden üretme hakkının var olduğunun(sürdürülebilir varoluş) bilinci içerisinde tüketmek ve davranmaktan geçtiğinin toplumsal bir bilinç haline getirilmesi gerekirken; bunun yerine, her şeyin insan mutluluğu için olduğu, bu mutluluğun sağlanması yolunda haz verdikçe ve parasal karşılığı ödendikçe istendiği kadar tüketilmesinde bir sakınca olmadığı gibi çarpık ve tahrip edici bir anlayışın ürünü olarak, iyi ve parlak görünmekten; dekoratif özellikleriyle öne çıkan ve görece pahalı yerlerden markalı ürünler tüketmekten; parasını ödeyebildiği sürece neye zarar verdiğini hiç düşünmeden tüketmekten geçtiği empoze edilmektedir. Bu yeni değerler yaylımına hedef olan insan, kendini korumakta kullanabileceği mantık, felsefe, matematiksel düşünme eğitimi almadığı, alması engellendiği için daha çok mutluluk yolunda daha fazla para kazanmaya çalışmaktan başka çıkar yol bulamayacaktır. Bu değerleri üretenlerin “ideolojiler öldü” diye bağırmalarını bu çerçeveden değerlendirmek gerekir.
Bir başka ifadeyle amaç, egemen sınıf ideolojisinin tekelleşmiş biçiminin popüler kültür veya tüketim kültürü adıyla sunulmasıdır. Düzenin yarattığı çelişkilerin ve adaletsizliğin belirgin hale getirdiği sınıfsal farklılıkları örterek sınıf bilinci oluşmamış en kalabalık toplum parçasının uysal üreticiler olarak kalmasını ve sömürünün sorunsuz devam etmesini sağlamaktır. Kültürel Post Modernite adı altında yerel kültürlerin ve değerlerin ön plana çıkartılarak farklılıklara özgürlük sağlanmak isteniyormuş gibi gösterilmesiyle ulaşılmak istenen, üretim ilişkilerindeki adaletsizlik ve bağımlılığın yarattığı sancıların kışkırttığı özgürlük istemlerinin, “buyrunuz, iş yaşamı ve maddi üretim dışında kendi küçük dünyanızda mikro ritüellerinizle avununuz” benzeri bir tavırla geçiştirilmesidir. Oysa gerçek özgürlük üretim ve maddi paylaşım sürecini merkez alan özgürlüktür.[11]
Egemen değerler, piyasadaki örgütlü kâr hırslarının(sektörler) isteği doğrultusunda, “düşünce dünyasının merkezinde tüketime dayalı haz beklentisi olan insan”lardan oluşan topluluklar yaratacak şekilde oluşturulmakta ve özellikle görsel iletişim aygıtları aracılığıyla toplumun davranışlarında egemen kılınmaktadır. Dolayısıyla değerler eliyle egemen olan, bir sınıf ve onun yaydığı egemen kültürdür.[12]
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız, yeni değerler aşılama sisteminin temel aracı da özellikle eğlenceyi ve magazini merkez alan medyadır. Böyle olmasaydı, gençlerin en fazla televizyon izlediği saatlerde magazin programları veya senaryosu “zenginler de çok mutlu olamıyor” mesajı veren arabesk dizilerin yerine felsefi, edebi, tarihi, sanatsal ağırlıklı programlar görmemiz gerekmez miydi? Ancak medyanın bir araç olduğunu özne olmadığını hatırlatmak isteriz. Özne, bu yeni dünya düzenini(küreselleşme) dayatan ve o düzenin politik, sosyal, ekonomik, kültürel ilkelerini ve değerlerini yayan sınıflardır. Öznenin temel amacı da hâkim oldukları sektörlerdeki kârlılıklarını her geçen gün biraz daha büyüterek oluşturdukları servetlerine dayanan politik güçlerini, egemenliklerini ve son tahlilde sömürülerini sürdürebilmektir.
YENİ ÇELİŞKİLER
“Burjuva Demokratik Kültürü”, üretim ve paylaşım ilişkilerinde yarattığı karmaşıklığa ek olarak, kendi egemenliğinden önce de birey üzerinde var olan, toplumsal biçimlendirme amaçlı kısıtlamaları büyük oranda değişime uğratmış, birçoğunu kaldırmış(dinsel kurallar yerine rasyonel-seküler hukuk gibi); ancak insanın özgürleşme mücadelesinin(tarihin)[13] temelinde yer alan üretim, paylaşım, egemenlik, siyaset, adalet gibi toplumsal sorun alanlarına kendine özgü boyutlar eklemiştir. Özgürlükler sorunsalının aldığı bu yeni boyut içerisinde monarşilere göre özgürlük denilebilecek birçok gelişme kaydedilmiş olmakla birlikte, yeni üretim-paylaşım biçiminin sürdürülmesini sağlayacak yeni, dolaylı ve örtük kısıtlamalar meydana getirmiştir. Başka bir ifadeyle burjuva öğretisi, aristokratik-dinsel monarşi veya teokrasilere bir muhalefet ve alternatif olarak ortaya çıktığı dönemde(19.yy), soy’a veya statüye dayalı ayrıcalıkları(elitizmi), ırkçılığı(köleliği) reddetmesi, yasalar ve devlet gücü karşısında eşitliği ve anayasal güvenliği savunması gibi nedenlerle yenilikçi(liberal) olarak tanımlanmıştır. Ancak bu öğreti, siyasal iktidarı ele geçirip kendi egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra kendi düzenini sürdürebilmek için muhafazakârlaşmış[14]; öte yandan, muhafazakârlaşmış burjuva değerlerinin cevap vermediği yeni sektörel gelişmeler veya eğilimler beraberinde yeni çelişkiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin refah devleti döneminde(1945-80) çalışanlara sosyal, sendikal haklar sağlayan düzenleme ve uygulamalarla kendini gösteren BDD, günümüzde bu hakları önce uygulamadan sonrasında aşama aşama yasalardan çıkartmanın yollarını aramaktadır. Yarattığı sosyal, ekonomik, hukuksal adaletsizliği örtebilmek amacıyla çeşitli manevralara girişmektedir. Meşrulaştırıcı aydınlar eliyle yeni değerler üretme ve kitle iletişimi ile yayma; kavramları çarpıtma veya içini boşaltma türünden girişimler yeterli olamayınca yeni bazı kısıtlamalar devreye sokulmaktadır. Bu kısıtlamaların meşrulaştırılmasında ise birçok kez “ülke veya toplum bütünlüğü”, “toplumun huzuru ve düzeni”, “sektörel – ekonomik zorunluluklar” gibi gerekçeler kullanılmaktadır. Örneğin ülkemizde, bu gerekçelerin bir çoğu evrensel insan haklarının kısıtlanmasında kullanılmaktadır.
Geçmişten gelen ve yozlaşma nedeniyle biçimsel kalmış ahlaki bir takım kısıtlamalar(bazı toplumlarda görece az olabilir) eğitim yoluyla ussallaştırılmayıp korunurken, bu kısıtlamaların belirleyiciliğini kaybetmemiş olduğu topluluklarda tüketim değerlerinin yaygınlaştırılmasıyla bireylerde ortaya çıkan fizyolojik, psikolojik eksiklikler veya açlıkların geçici tatminine dayalı sektörlerin türeyip hızla yayılması yeni bir takım kimlik bunalımlarına yol açmıştır. Örneğin toplumun şekillenmesinde en önemli evre olan “gelişme döneminde karşıcinsle ilişki” biçimsel ahlâki gerekçelerle büyük ölçüde kısıtlanırken reklâmlarda, gençlik dizilerinde, magazin programlarında farklı cinsten gençlerin görece özgür davranışlar sergileyerek sosyalleştiği sahneler yer almış; ve bunlar reklâm ve magazin eli ile sürekli yeniden üretilirken, bu sektörlerin kişi üzerinde yarattığı değişikliklerin sonucu olarak etkilerini toplumsal düzlemde ve ailede gösteren ahlâki çatışma ve rahatsızlıkların giderilmesi için gerekenlerin tespiti ve hayata geçirilmesi ihmal edilmiştir. Bu önlemler ek bazı maliyetler gerektirebilirdi; bu da kârları azaltırdı..!
Yeni değerleri, bireysel algılama farklılıklarından kaynaklı olarak, diğer bireylerden farklı yorumlayıp bu yorum doğrultusunda yaşamak isteyen insanların onurlarıyla yaşama haklarının korunması gerekirken onlara meczup(yeri akıl hastanesi) gerici(siyaset yapamaz), hippi, züppe, hasta(eşcinsellerin evlenme hakkı kabul edilmemektedir) denmektedir. Yeni değerler sistemi bir taraftan sektörlerin ihtiyacı olan tüketim(=haz) toplumunu “özgürlük” söylemleriyle oluştururken diğer taraftan, örneğin devletin buyurma gücünü koruyabilmek için eski değer yargılarının eseri olan, zorunlu askerlik, devlete grevleri erteleme yetkisinin verilmesi, ötenazi yasağı, bir ülkeden bir diğerine gidebilmek için vize almanın zorunlu olması gibi birçok yükümlülük veya kısıtlamaları inatla korumakta ve aksi yöndeki taleplere kulak tıkamaktadır. Örneğin, bazı insanlar savaşmayı ve öldürmeyi öğrenmek istemeyebilirler. Bunun için de “vicdani ret” hakları olmalıdır.Ancak askerliğin yükümlülük olduğu ülkelerde bu hakkı kullanmaya kalkarsanız hapse atılırsınız.
Genel ahlâk ilkelerini hayata geçirebilmek ve toplum düzenini sağlamak adına kadını, aileyi, çocuğu koruma görevini üstlenmiş Burjuva Demokratik Devleti, sektörel kârlar uğruna kışkırtılan cinselliğin toplumdan saklı, yapay ve geçici olarak tatminine dönük yeni yeni sektörlerin oluşturulmasına, küçük çocukların ve kadınların düşük ücretle yasadışı ve iş güvencesi olmadan çalıştırılmasına seyirci kalmaktadır. Hatta, anayasasıyla üstlendiği görev, kadını, çocukları ve düşkün insanları acımasızca sömürenleri hızla tespit edip cezalandırmayı ve bu eylemleri tekrarlayamaz hale getirmeyi gerektirirken, tamamen ekonomik beklentiler doğrultusunda, bu sektörlerin bazılarının lisanslanması, bazılarının eylemlerine devam etmelerine göz yuman bürokratların ödüllendirilmesi yoluna gidilmektedir. Başka bir ifadeyle sektörlerden ve onların beklentilerinden bağımsız olamayan devlet bir taraftan kadını, çocuğu ve aileyi koruma ödevini anayasa ile üzerine alırken öte taraftan kadınların, çocukların ve şimdilik daha sınırlı olarak erkeklerin ucuz iş gücü veya cinsel bir meta ve tatmin aracı olarak kullanılmasını, göz yumma, yer gösterme, lisanslama gibi yöntemlerle korumaktadır.
Sonuç olarak, verdiğimiz örneklerle netleştirmeye çalıştığımız üzere, Burjuva Demokratik Düzeni, kendisini inşa ettiği kâr odaklı sektörler zemini üzerinde varlığını sürdürmeye çalışırken, geçmişten devraldığı veya kendi meşruiyetini sağlamak için sonradan iddialı şekilde ortaya attığı değerler ile sektörel amaçlar ve beklentiler arasında ortaya çıkan ve her şeye rağmen peçelenemeyen boyutlara varmış çelişki, sömürü ve adaletsizlikler nedeniyle inandırıcılığını yitirmekte ve yerini daha üst bir toplumsal yapılanmaya bırakma zamanının yaklaştığını göstermektedir.
NE YAPMALI?
Sektörlerin, kâr hırsları doğrultusunda yarattıkları tahribatı, eğitimde reform yoluyla yeni nesillerin sanat, felsefe, kültür, edebiyat, tarih gibi alanlardaki klasik eserler ve başyapıtları tanımalarını sağlayarak, kontrol altına almayı hedefleyen eğitim politikaları ve yöntemlerinin yararlı olacağı[15]; aktif, katılımcı, sorgulayan, karar verme yeteneği gelişmiş insanlar yetiştirmeye programlanmış öğrenci merkezli eğitim sistemi oluşturmak gerektiği[16]; BDD temelinde, kültürel farklılıkların tanındığı, hoşgörü ile karşılandığı ve rahatça yaşanabildiği daha demokratik bir toplumsal yapının oluşturulmasına yönelik politika ve teknikler türünden birçok reformist öneri getirilebilir. Ancak mevcut düzenin esaslarına dokunmak istemeyen reformist yaklaşımlarla veya Milli Eğitim Bakanlığı’nın “yüz temel eser” uygulamasında olduğu gibi bedava kitap dağıtma popülizmiyle bu amacın gerçekleştirebileceğini düşünmek hayalperestliktir. Felsefe, tarih, sosyoloji gibi alanlarda iyi bir alt yapıya sahip nesiller ancak sosyal ve insani gelişmişlik düzeyi yüksek bir toplumun iyi yetişmiş öğretmenleri eli ile mümkün olabilir. Bizdeki gibi, sosyal adaletin ne olduğunun dahi bilinmediği bir toplumda, eğitim fakültesinde 4 yıl boyunca ders notuyla yetinerek sınıf geçen öğretmenler eliyle bu amaca ulaşılabilir mi? Fransa’da, geçtiğimiz yıl yapılan lise bitirme sınavlarında felsefe alanında sorulan sorulardan birkaç örnek verelim: 1- “Bilince varmaların hepsi de kurtarıcı mıdır?”; 2- “El emeği ile fikri emek arasındaki zıtlığın değeri nedir?; 3- “Çalışmakla kazandığımız nedir?; 4- “Devletten vazgeçmek mümkün mü?...[17] Ne diyorsunuz, bizim lise felsefe öğretmenlerimiz bu soruları gerektiği gibi yanıtlayabilir mi?
Ayrıca, politika da diğer toplumsal kategoriler gibi egemen sınıfların belirleyiciliği altındadır; ve bizim gibi sosyal açıdan gelişememiş toplumlarda eğitim politikalarının ne tür örgütlenmeler tarafından ve hangi ideolojilerin egemenliğinde oluştuğuna da bakmak gerekmez mi? Türk-İslâm sentezci bir örgütlenme ve eğitim anlayışından bu soruları yanıtlayacak bilinçler yetişir mi? Kaldı ki, yüksek felsefe eğitimine rağmen Fransa, küreselleşmeci değerlerin yarattığı toplumsal tahribatı önleyebilmekte midir? Bu sorunun yanıtının verilmesi ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte akla şu soru gelmektedir: Fransız halkının AB Anayasası’nı reddetmesinin altında yatan toplumsal kaygılar nelerdir?
Yapılacak şey bellidir: Makro düzlemde ve planda, kültürel ya da sosyolojik olarak ifade edilebilecek her konuya ilişkin politik, teknik, pratik kararların ‘doğrudan üretici güçler’in ağırlığı ve belirleyiciliği altında oluşmuş kurumlaşmalar eliyle alınıp, yürütüldüğü bir toplumsal düzen kurmak gerekmektedir. Böyle bir düzene giden yol ise siyasal bir toplum zemini üzerine inşa edilebilir. Ne yazık ki, bu günün egemenleri bu gerçeği muhaliflerinden daha iyi görmekte ve önlem almaya çalışmaktadırlar. Buna karşı yapılacak pek çok şey bulunmakla birlikte, ilk önce, bilinç düzeyi yüksek toplumsal çekirdeği genişletmek ve böylece etrafını dönüştürmesini kolaylaştırmak amacıyla daha çok çalışmak ve daha çok örgütlenmek; örgütsel tecrübeleri daha etkili ve daha hızlı aktarmak gerekmektedir. Başka bir ifadeyle günümüz yenilikçiliğini temsil eden düşüncenin sosyalizm olduğu kitlelere anlatılmalıdır. Bu çalışmanın güç alacağı en önemli kaynak ise bu günkü düzenin yarattığı acılar, yoksulluk, yoksunluklar ve adaletsizliktir.
[1] Benzer bir görüş için bkz Cahit Emre “Kültürel Değerler Ahlâk ve Türkiye’de Kamu Yönetimi”, s:3-4; Mülkiye, Eylül-Ekim 2002, C.XXVI, s.15-32; çev: Bülent Duru
[2] Nebahat Özerdoğan, Deniz Sayıner, Nedime Köşgeroğlu, Özlem Örsal, “Kadın ve Fuhuş Olgusu”, s: 3 http://cws.emu.edu.tr/en/conferences/2nd_int/pdf/n.%20ozerdogan,%20d.%20sayiner,%20n.%20kosgeroglu,%20o.%20orsal.pdf
[3] Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği(CETAD) “Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı Alanında Ulusal ve Yerel Medya Yoluyla Savunuculuk Projesi” Bilgilendirme Dosyası - 8: Seks Ticareti; www.cetad.org.tr/doc/abilgilendirme_dosyasi_8.pdf
[4] 2 Aralık 1949 Tarihli BM İnsan Ticaretinin ve Fuhuş Yolu ile Sömürünün Önlenmesi” anlaşmasını imzalayan ülkelerde, fuhuşu doğuran sebeplerin ortadan kaldırılmasına çalışmak yerine fuhuş yapanla mücadele yolu seçilmektedir. Yani bataklıkla değil sivrisinekle mücadele edilmektedir(N. Özerdoğan…). Bizce bu bilinçli bir tercihtir.
[5] 1Mayıs 2008 günü Taksim’de kutlama yapmak isteyen DİSK ve KESK emekçilerine polis tarafından yapılanlar buna güzel bir örnek oluşturmuştur.
[6] Coskun Can Aktan, “Değişen Dünya ve Yeni Global Değerler”, Yeni Türkiye Ocak- Şubat 1998, s: 669-673
[7] İrfan Erdoğan, “Popüler Kültür: Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”, s: 9-10 www.irfanerdogan.com/makaleler4/kulturegemenlik.pdf
[8] Vadim Mejuyev, “Kültür ve Tarih”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları 2. baskı, Ekim 1998; Benzer bir tanım için bkz: Hasan Hüseyin Özkan “Popüler Kültür ve Eğitim”,www.ksef.gazi.edu.tr/dergi/pdf/Cilt-14-No1-2006Mart/29-38.pdf
[9] Popüler kavramının farklı alanlarda kazandığı anlamlar ve Popüler Kültür tanımları için bkz. İrfan Erdoğan, “Popüler Kültür: Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”, s:4
[10] Bu konuda süzülmüş bilgi içeren bir kaynak: M. Cem Şahin “Türkiyede Gençliğin Toplumsal Kimliği ve Popüler Tüketim Kültürü” www.acikarsiv.gazi.edu.tr/dosya/2005-2-157-181-10-m.cemcahin.pdf
[11] Bu konuda aydınlatıcı bir çalışma: Ünsal Oskay “Popüler Kültür Açısından ‘İdeoloji’ Kavramına Yeni Yaklaşımlar”, www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/35/1/14_unsal_oskay.pdf
[12] Benzer bir değerlendirmenin uzun örneklerle anlatımı için bkz. İrfan Erdoğan, “Popüler Kültür: Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”
[13] Kadir Cangızbay, “Sosyolojiler Değil Sosyoloji”;Vadim Mejuyev “Kültür ve Tarih”
[14] Benzer bir değerlendirme için bkz. Güven Selçuk “Popüler Kültür Kavramındaki Anlam Kayması ve ‘Egemen Popüler Kültür’ün Postmodern Karakteri”; www.iletsem.anadolu.edu.tr/bildiriler/pdf/14.pdf
[15] Bkz: M. Cem Şahin “Türkiye’de Gençliğin Toplumsal Kimliği ve Popüler Tüketim Kültürü”, s: 23-24; www.acikarsiv.gazi.edu.tr/dosya/2005-2-157-181-10-m.cemcahin.pdf
[16] Hasan Hüseyin Özkan, “Popüler Kültür ve Eğitim”, s: 8; www.ksef.gazi.edu.tr/dergi/pdf/Cilt-14-No1-2006Mart/29-38.pdf
[17] Server Tanilli “Fransa’da Felsefe Soruları”, Cumhuriyet Gazetesi, 15 Haziran 2007 Cuma.