İletişim Yayınları Hayvan Hakları konulu bir dizi yayımlamaya başladı. Birinci kitap Tom Regan’ın Kafesler Boşalsın Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek (Çeviren Serpil Çağlayan, 2007). Şimdi dizinin ikinci kitabı çıktı: Garry L. Francione’nin Türkçeye Hayvan Haklarına Giriş Çocuğunuz mu, Köpeğiniz mi? adıyla giren çalışması. Hayvan hakları gibi bazı konularda yol alınabilir mi, bilmem. Ama Prof. Francione, eşi Anna E. Charlton’la beraber Rutgers Üniversitesinde imkansız gibi duranın başarılabilmesi için çok köklü çalışmalar yapıyor. Bir yandan hukuki ve felsefi temellerine inerek sorunun altında neler yattığını görmemizi sağlıyor bir yandan haksızlığa uğrayan, zarar gören, hayatlarını kaybeden hayvanların haklarını hiç olmazsa hukuk çerçevesinde tesis edebilmek için öğrencileriyle kurduğu ‘hayvan hakları merkezi’ aracılığıyla yılmadan hukuk savaşı veriyor. Francione bu savaşı sadece hayvanları sevdiği için mi veriyor acaba? Ya da evinde ‘mülteci’ olarak adlandırdığı 5 köpeği olduğu için mi? Ya da hukukçu olduğu için mi? Ya da benzer başka nedenlerden mi? Mutlaka bu nedenlerin hepsinin bir etkisi vardır verdiği bu savaş üzerinde. Aile üyeleri arasında hayvanların da olduğu bir kişinin hayvanlarla ortak yönlerimizi görmemesi, hatta onların iletişim konusundaki üstün yanlarını fark etmemesi, ne kadar duyarlı olduklarını görmezden gelmemesi, bilge tavırlarını gözlemlememesi mümkün mü? Francione’nin hayvan hakları konusunda bu kadar yoğun ve derinlikli çalışmalar yapmasının altında bu nedenler yatıyordur, hiç kuskusuz. Ama sanırım Francione'yi bu çalışmaları yapmaya yönlendiren nedenler daha fazlasını içeriyor.
Yanımda köpeğim Poni taksi durağına doğru bunları düşünerek yürüyoruz. Gözlerimin önünden pek çok sahne geçiyor. Poni benim yoğun bir şeyler üzerine düşünmekte olduğumu fark ettiğinde yanımdan hiç ayrılmaz. Yine öyle etrafımda hareler çizerek yürüyor. Ben kendimi sorulardan ve sahnelerden kurtaramıyorum. Francione’nin çalışmalarında hayvan haklarını vurguluyor olması sadece hayvan haklarını önemsiyor olmasından mı?
Bu sabah televizyondaki bir magazin programında yine Güldünya’dan söz edildi. Hani o akrabasının tecavüzüne uğrayıp hamile kalan, çocuğunu gizlenerek doğuran, ailesinin onu öldüreceğini bildiği için polise sığınan, polisin onu töreye karşı korumayacağını anlayınca kaçmaya devam eden ama ne yaparsa yapsın erkek kardeşleri tarafından yakalanan ve ailenin ‘namus’unu temizlemek için erkek kardeşleri tarafından öldürülen Güldünya’dan söz edildi. Güldünya’nın bulunduğu ortamda tecavüze uğramaktan kurtulması, ya da tecavüze uğradıktan sonra hayatını kurtarmak için kaçıp kurtulması, çocuğuyla yaşayabilmesi, yeni bir hayata başlaması mümkün olabilir miydi?
Ya köleler? Bugün için sadece tarihsel gerçekliği olan köleler. Amerika’nın bir zamanlar koruma yasalarıyla kullanımını düzenlediği köleler. Hani o satılan, satın alınan, her amaç için kullanılan, çiftlikte çalışmadan ayaklarımızı ısıtmaya kadar her amaç için kullanılan, sahibi tarafından her türlü cezaya çarptırılan, hiç hakkı olmayan, kullanmayı sürekli kılabilmek için korunan köleler. Köleler bir yolunu bulup sahiplerinden kaçtıklarında yasalar köleyi nasıl koruyordu acaba? Hiç şansları oluyor muydu, yeni bir hayat kurabilmek için?
Francione hayvan korumacılığıyla hiç yol alınamayacağı düşünürken Amerika’da kölelerin yaşadıklarını, başlarına gelenleri hatırlıyor olmalı. Gerçekten de farklı eyaletler her ne kadar köleleri korumak için yasa çıkarttıysalar da köleleri koruyamadılar. Çükü bu yasalar temelde kölelerin daha da yararlı bir biçimde, bir düzen içinde beyaz insan tarafından kullanılmasını düzenliyordu. Kölelerin haklarını değil. Merkezde beyaz insan vardı. Köleleri kendi çıkarı için hiç sorgulamadan kullanan ve bu kullanımı ekonomik vb nedenler ileri sürerek gerekçelendiren beyaz insan. Bu beyaz insanlar içinde sorunun kaynağına inebilenler de kuşkusuz kendilerini feda ederek köleleri korumaya çalıştılar ama kölelik kaldırılana kadar yol alabildiklerini söyleyemeyiz. Ama, tabi köleliğin kaldırılmasında bu insanlara çok şey borçluyuz insanlık olarak.
Yani galiba koruma yasaları korumayı amaçladığı canlı gruplarını korumaktan çok uzak. Koruma yasaları kullanımı yasallaştırıyor, o kadar. Bütün dünyadaki hayvan yasaları, aslında hepsi, sadece koruma yasaları. Yani yasalar, hayvanlar üzerinde deney yapılmamasını değil de yapılan deneyleri, hayvanların kesilmemesini değil de mezbahalarda hayvanların nasıl hijyenik koşullarda kesileceğini, sirklerde hayvanların kullanılmamasını değil de sirklerdeki hayvanların nasıl kullanacağını, hayvanları dövüştürüp üzerlerinden para kazanılmasına yasak getirmeyi değil de sözgelimi horozların nasıl dövüştürüleceğini tarif ediyor. Yani yasa hayvanları kullanalım diyor. Aynen Güldünya’nın dünyasında resmi kurumların Güldünya yerine töreyi koruyarak Güldünya’ların kullanımını desteklemesi gibi. Gelenekler ne kadar güçlü. Nasıl değişir?
Geçen gün bir gazetede Pendik’de belediye tarafından yerlerinden alınarak ormana bırakılan köpeklerin akıbetini yazıyordu. Doğup büyüdükleri mahallelerini insanlarla paylaşan köpekleri rastgele onların olan mekanlarından toplamışlar ve ormana atmışlardı. Avcılar da o köpekleri kendilerine hedef belirlemişler ve hepsini bir bir vurmuşlardı. Güldünya’nın ağabeyleri gibi. Onlar namus temizliyorlardı. Bunlar silah kullanma becerilerini canlılar üzerinde deniyorlar. Neden bu davranışlar bu kadar rahat sergilenebiliyor? Bu insanlar işlerini bitirdiklerinde güle oynaya başarıyı tadan insanların rahatlığıyla nasıl hareket edebiliyorlar. O köpeklerin canlı olduğunun farkında değiller mi yoksa?
Aklımda bu sahnelerle taksi durağına varmışım. Tanıdık bir ses Poni’yle konuşuyordu. Poni yanımda ona bakıyordu. Bu akşamları taksi durağının arkasındaki taş duvara oturarak oradan geçen mahalleliyle sohbet eden yaşlı adamın sesiydi. Sanki neler düşünerek oraya geldiğimin farkında imiş gibi Poni’ye “Sizleri kimler annelerinizden ayırıyor? Neden alıyor, sonra sokaklara bırakıyorlar? Sizlerin duygularının hiç farkında değil mi bu insanlar” diyordu. Sokakta yaşayan, yanında bir çıkın ve yürürken çıkınını bağladığı bir sopası olan bu meczup görünümlü adam bunları söylüyordu. Olduğum yerde kaldım. Poni gibi bu yaşlı adam da mı aklımdan geçen sahnelerin farkındaydı? Meczup sanılan bu kişi de bir bilge kişi miydi?
Poni’yle taksiye bindik.
Kitap, Önsöz”ü yazan Alan Watson’ın şu sözleriyle başlıyor:
Siyasi ve sosyal tarihimize kayıtsızlık damgasını vurur: köle adı verilen insanlara karşı, beyaz olmayanlara karşı, eşcinsellere, kadınlara ve hayvanlara karşı kayıtsızlık. s.11 (vurgu bana ait)
Bu sözcük, hayvan haklarına giriş olarak yazılan bu kitapta bir anlamda anahtar bir sözcük.
Francione kitabının “Giriş” kısmında bazı istatistiklere değinerek sadece ABD’de yemek için yılda 8 milyardan fazla hayvanın öldürüldüğünden söz ediyor. Bu sayının ne anlama geldiğini anlayabilmemiz için her gün yaklaşık 23 milyon hayvanın, yani saatte 950.000'in üzerinde hayvanın, yani dakikada 16.000 kadar hayvanın, yani her saniye 260'tan fazla hayvanın yemek üzere öldürüldüğünü söylüyor. Yani sadece Amerika'da, insanlar sokakta yürürken, ya da uyurken, ya da ders çalışırken, ya da parkta gazete okurken, ya da ayakkabısını boyarken, ya da kuaförde saçını kestirirken binlerce hayvan mezbahalarda öldürülüyor. Yani yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz her saniye binlerce hayvan bizlerin onları yemesi için öldürülüyor. Ve biz yaşanan bu vahşete kayıtsız kalıyoruz.
Hal böyle iken Francione, kayıtsız olduğumuz durumların tersi durumlara da işaret ediyor. Amerika’da yapılan bazı istatistiklere değinerek evinde hayvan besleyenlerin %90’ı bu hayvanları ailenin bir üyesi olarak gördüğünü ve onlar için canlarını feda edebileceklerini söylediklerini belirtiyor. Bu hayvanların bakımı için yılda yaklaşık 20 milyar doların üzerinde para harcadıklarını söylüyor. Ya da Alaska’da buzların altında sıkışan üç balinanın kurtarılması için gönüllülerin haftalarca uğraştığını ve 800.000 dolar harcayarak balinaları kurtardıklarını anlatıyor. sf.19-20
Francione’nin değindiği bir başka durum da söylenenlerle uygulananların bir birinden farklı olması. Örneğin hayvan hakları konusunda bir ankete katılanların üçte ikisi “Bir hayvanın acı çekmeden yaşama hakkı, bir insanın acı çekmeden yaşama hakkı kadar önemli olmalıdır” diyor. Amerikalıların %50’den fazlası hayvanların “önemli tüm noktalarda tıpkı insanlar gibi” olduğuna inanıyor. Kısaca, hayvanlara karşı böylesine hassas olabilen insanların hayvanlara karşı böyle kayıtsız olabilmeleri Francione’ye göre bir “ahlaki şizofreni” durumudur. Yani bir yandan hayvanlara gereksiz acı çektirmenin ahlaken yanlış olduğuna inanma, bir yandan hayvanlara gereksiz acı çektirmeye devam etme, ya da bu duruma kayıtsız kalma, görmezden gelme.
Görmezden geldiklerimiz, örneğin köyde sevgiyle büyüttüğümüz büyük baş hayvanların mezbahalarda başlarına gelenler, yaşlandıkları ya da hastalandıkları için satılan atların, eşeklerin başlarına gelenler, doğumdan hemen sonra annesinden ayrılan süt danalarının durumu, bu hayvanların mezbahalarda neler yaşadıkları. Ya da köylerde beslediklerimiz, büyüttüklerimiz değil de suni ortamlarda kesilmek üzere üretilen hayvanların yaşadıkları ve acı sonları. Ve bu acılara neden olan ama görmezden gelen biz insanlar.
Francione, bu kitabında hem sorunu tespit ediyor, hem hastalıklı olduğuna haklı olarak inandığı bu durumu ahlaki şizofreni olarak adlandırıyor, hem de insanların bu hastalıklı duruma nasıl düştüklerini belirlemeye çalışıyor. Yazara göre bu “ahlaki şizofreni” durumunun altında hayvanların mal statüsünde olması yatıyor. Francione,
“Hayvanlar bizim malımızdır; sahibi olduğumuz şeylerdir. Modern, siyasi ve ekonomik sistemlerin hemen hepsinde, hayvanlar açık açık, sahiplerinin –bireyleri kurumlar ya da devlet- onlara yüklediği değerden başkaca değeri olmayan metalar olarak görülür” s. 130
saptamasında bulunuyor.
Gerçekten de resmi kurumlarca hayvanlarla ilgili olarak düzenlenmiş en basit belgelere dahi baktığımızda bu statünün ne kadar açık olduğunu görüyoruz. Örneğin, evimizi paylaştığımız, ailemizin bir üyesi olarak gördüğümüz köpeğimizin karnesinde köpekle ilgili bilgiler oluşturulurken köpeğin sahibinin adı soruluyor. Hatta bu bilgi karnede tekrarlanıyor. Yani köpeğin sahibi, ikinci sahibi, üçüncü sahibi gibi. Yani örneğin bir ev köpeğinin kendisinden bıkıldığı için, sıkıntı yarattığı için, ailenin yaşadığı apartmandaki komşulardan birinin o hayvanın apartmandaki varlığından hoşlanmadığı için, ya da hayvan “sahibi”nin hayvan üzerinden para kazanmak istediği için hayvanın sürekli “sahip” değiştiriyor olması resmi kurumlarca doğal olarak kabul görüyor. Hatta hayvan insan ilişkisini böyle bir zemin üzerinde düzenleniyor.
Francione, hayvanların “mal statüsünde” olmasını, insan toplumlarında mülkiyet ve para düşüncesinin gelişmesiyle de ilişkilendiriyor. İngilizce “cattle” (mal, davar) sözcüğünün capital yani sermaye sözcüğüyle aynı kökten geldiğine, İspanyolca “gnado” (davar) sözcüğünün “mal” sözcüğü karşılığı olan “gnaderia”yla ilişkisine, Latincede “para” karşılığı kullanılan “pecunia” sözcüğünün “davar” anlamına gelen “pecus”tan türetildiğine dikkat çekiyor. Francione, kitabında hayvanlara atfedilen bu statünün insan toplulukları için ne anlama geldiğini ayrıntılı olarak irdeliyor.
Durum böyle olduğunda insanların evlerinde yetiştirdikleri inekleri, koyunları, kuzuları, keçileri, tavukları, hindileri hiç düşünmeden kesmeleri, ya da kesilmek üzere mezbahalara ya da aracı kurumlara satmaları anlaşılabilir. Ancak, gerçekten çocuğuyla bir tuttuğu kuzuyu kilo başına para alarak kesilmek üzere satması ya da hatta önemli gördüğü bir toplantı için kendisinin kesmesi ve ailecek kuzuyu yemeleri onları Francione’nin “ahlaksal şizofreni” dediği durumdan kurtaramaz. Sürekli çelişkiler içinde yaşayan insan toplulukları.
Francione, bu duruma köktenci bir çözüm sunuyor: Hayvanlara insanın malı olarak görülmeme hakkının tanınmasını, hayvanlara eşit gözetilme ilkesinin uygulanmasını istiyor.
Hayvanlara hak ettikleri bu hak tanındığında doğal olarak hayvan sömürüsü kurumlarını ortadan kaldırmak gerekecek. Kölelik de kurumsal olarak desteklendiğinde kaldırılabileceğine inanan sayısı çok azdı. Ama düşünen, sorgulayan bu az sayıda kişi köleliğin kaldırılmasını sağlayabildi. Hayvanlar için de bu öneri ütopya olmayabilir.
Peki, biz ne yapacağız bu “ahlaki şizofreni” durumundan çıkmak için. Tüketim toplumlarının birer üyesi olan bizler, bizim tüketmemiz için üretilen ve yaşamların her aşamasında acı çeken hayvanların acılarına nasıl son verebiliriz? Ya da bu konudaki sorumluluğumuzu nasıl fark ederiz? Tüketim topluluğuna eleştiri getirmek sorunu çözmede yeterli olabilir mi? Üretim üzerindeki bireysel gücümüzü galiba küçümsemememiz gerekiyor. Birey olarak üretimi denetlemek için alacağımız kişisel kararlar nasıl geçmişte köleliğin ortadan kalkmasını sağladıysa bugün de hayvanların mal olarak kullanımını ortadan kaldırabilir ve Francione’nin çözüm önerisi, yani hayvanların mal olarak görülmeme hakkı hayvanlara tanınmış olur.
Kendimize yönelteceğimiz küçük bir “Neden?” sorusu bizlere kodlanan bilgilerin kırılmasını sağlayabilir. Bu soruyu kendimizden esirgememeliyiz.
İletişim Yayınları, Hayvan Hakları Dizisi 2, Renan Akman ve Elçin Gen, 2008