“Aslında her şey söylendi; ama henüz herkes tarafından değil.”
Karl Valentin, 1882 – 1948 yılları arasında yaşamış çok yönlü bir sanatçı ve yazardır. Bizde pek bilinmez, ama başta memleketi Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde tanınan bir isimdir. Popülerliğini bugüne kadar sürdürmesinde, mizahçı kimliğinin ve özellikle müthiş aforizmalarının önemli payı vardır. Yukarıdaki söz de bunlardan biridir.
Evet, Ergenekon meselesinde de neredeyse her şey söylendi. Benim söyleyeceklerim bir “yeni”lik içermeyecektir; ama bazı şeyleri bir de ben söylemiş olayım.
“Taraf olma” sorunu, Ergenekon tartışmalarının merkezine iyice yerleşti ve en çok da solu sarsmış görünüyor.
“Özgürlükçü” olduğunu iddia eden solda bile, Ergenekon operasyonundan sıkıntı duyanlar var ve sayıları hiç de az değil. Gerekçeler muhtelif; ama hemen hepsi aynı noktada buluşuyor. Buna göre, - basitleştirerek söylüyorum - Ergenekon sistem içi iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir; burada açıkça “taraf olma”nın anlamı ve faydası yoktur.
Ergenekon’da simgeleşen çekişmenin özünü sistem içi iktidar mücadelesinin oluşturduğu inkâr edilemez. Ancak bu öncülden bir “tarafsızlık ilkesi ve sonucu” türetmek fazlasıyla sorunlu görünüyor.
“İlke”den başlayalım. Sistem içi iktidar mücadelelerinde tam tarafsızlığın anlam ifade edebilmesi için, solun sistem dışı güçlü bir alternatif olması gerekir. Çatışma halindeki sistem içi unsurların hepsini bertaraf edecek köklü bir sistem değişikliği yakın ve somut bir ihtimal değilse, bir ilke olarak tarafsızlığa sığınmayı inandırıcı bir şekilde açıklamak mümkün değildir. Bu açıdan baktığımızda, ezilenlerin hakları da dahil siyasal mücadelelerin bütün temel konuları, pek çok yönden “sistem içi” birer meseledirler. Sistem içi sorunlarda tarafsızlığı solun temel ilkesi olarak göstermek, aslında solu siyasal mücadelenin karmaşık dinamiklerinin dışına atmaya, dolayısıyla apolitikleştirmeye çalışmakla aynı kapıya çıkar.
Ergenekon’un bir sistem içi iktidar meselesi olduğu gerçeğinden hareketle tarafsızlık “sonucu”na varmak da, solu “hayatın içinde bir taraf” olarak inşa etme çabasından kaçmak, dolayısıyla apolitikleşmeye savrulmak anlamına gelir. Bu konuyu, bir sonraki yazıda tartışacağım.
Asıl merak ettiğim şu: Operasyondan sıkıntı duyan kaç özgürlükçü solcu Ergenekon’un “fasa fiso” olduğuna gerçekten inanıyor? Ortaya çıkan boyutlarıyla bile, bu organizasyonun, memleketin görece uzak ve epeyce yakın geçmişindeki sayısız katliam, cinayet ve zulmün tartışmasız faili olan “derin devlet” zihniyeti ve yapılanmasının devamı olmadığını kaç kişi samimiyetle iddia edebilir? Bunun için iddianameyi beklemeye gerek var mı? Daha dün Hrant’ın cenazesinde yürürken, cinayetin arkasında bu canavarın olduğunu bağırmadık mı? Malatya’daki vahşetin ardından aynı şeyleri söyleyip yazmadık mı?
Peki neden Ergenekon operasyonunu değersizleştirmek için binlerce dere dolaşıp su getirmeye çalışıyoruz? Solun 12 Eylül’le kurduğu “marazi ilişki”nin, bu nedenler arasında çok özel bir konumu olduğunu düşünüyorum.
Darbe ve onun kurduğu zulüm sistemi, 12 Eylül’den bu yana, solun kendini tanımlamasında ve hikayesini kurmasında en temel referans noktası oldu. Asker, solun ağır yenilgisinin simgesi olarak yerleşti zihinlerimize. Darbenin sonuçları ve kurumlarıyla boğuşmak, solun siyasal söylem ve eyleminin merkezinde yer alıyor o tarihten beri. “Mağdur/kurban mitosu” da, soldan üretilen teorilerde değil sadece, edebiyat ve sinemada da açık veya örtülü, ama en belirleyici motiflerden birini oluşturdu. Ona karşı mücadelede kayda değer bir sonuç alamamış olsa da, solun bugüne kadar siyaseten var kalmayı, büyük ölçüde 12 Eylül’le geliştirdiği bu “negatif özdeşleşme”ye bağladığını söylemek, galiba abartı olmaz.
Şimdi, mevcut hukuksal ve siyasal sistem içinde asla dokunulamayacağına inanılan “darbeci ve derin güçler” gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve sanık olarak mahkemeye çıkmayı bekliyorlar. Bütün bunların darbe ihtimalini ve derin devleti ortadan kaldırmayacağını söylemek de, bu “olağandışı hakikat”i değiştirmiyor.
Bu noktada, aklıma çeşitli sorular geliyor.
Meselâ, bu hakikat, solun geniş kesimlerinin bilincinde veya bilinçaltında, “varoluşsal bir boşluk korkusu”nu tetikliyor olabilir mi?
Meselâ, darbeciliğe ve darbecilere karşı mücadele eden ve edebilecek olan yegâne gücün kendisi olduğuna inanan sol, bunun gereklerini pratikte ne kadar yerine getirdiğinden bağımsız olarak, şimdi bu iddiasını yitirmekte olduğunu sezmenin şaşkınlığını yaşıyor olabilir mi?
Meselâ, darbeciliğin böylesine ayaklara ve nezarethanelere düşmesi, gözünde ve bilincinde hep kocaman yer tutan o ejderhanın böylesine sefil duruma düşmesi, solu didişerek varolabileceği en somut hedeften mahrum kalma korkusuna sürüklüyor olabilir mi? Bu korku, bu hedefle ilişkiyi yeniden tanımlama sıkıntısını da beraberinde getiriyor olabilir mi?
Meselâ, askerin siyasal alandaki belirleyiciliği, solda her türlü siyasal başarısızlığı, alt edilemeyeceğine bir şekilde inanılan o ejderhaya bağlayıp sorumluluktan kurtulma gibi bir alışkanlık yaratmış olabilir mi? Eğer öyleyse, şimdi bu ağırlığın azalması, solda kendi siyasetinin tüm sorumluluğunu üstlenme konusunda içten içe bir paniği harekete geçirmiş olabilir mi?
Yoksa, en vahimi, solun geniş kesimlerinin bilincinde veya bilinçaltında asker, aslında bir yandan kendisinden nefret edilirken, öte yandan iyisiyle kötüsüyle alıştığımız hayatın devamının nihaî garantisi olarak mı yer etmiş? Yani bir tür aşk-nefret ilişkisi mi söz konusu?
Bu soruları bu şekilde ortaya koymanın, aynı zamanda belli cevapları da peşinen vermiş olmak gibi bir durum yarattığının farkındayım. Ama “yeni” olmasa da, daha söyleyeceklerim var. Artık bir sonraki yazıda.
BirGün, 14.7.2008