Tuzla’yı yüreğinde taşıyan sevgili Aslı Odman, “Tuzla ne yana düşer, tersaneler ne yana” sözüne şu cevabı veriyor: “Hem mekân hem metafor olarak Tuzla İstanbul’un en doğusuna düşer; tersaneler de Tuzla’nın güneydoğusuna.”
Tuzla deyince ne gelir akla? 14 Haziran 2005 tarihinde Torgem tersanesinde gaz sıkışmasından dolayı meydana gelen patlamada hayatını kaybeden Ekrem Bektaş’ın annesi Emine Bektaş veriyor en dolaysız cevabı: “Tuzla adını duyunca kalbim sıkışıyor gibi oluyor. Yine bir işçinin öldüğünü söyleyecekler diye çok korkuyorum.”
Neden ölüyor Tuzla’da işçiler? İbretlik itiraflardan alalım bu sorunun en kısa ve öz cevabını: Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) Yönetim Kurulu Başkanı Murat Bayrak: “Türkiye’nin gemi yapımı yüzde 60 oranında dış alıma bağlı. Bizim kârımız tamamen işçilikten. Türkiye’de işçi maliyetleri düşük, biz buradan kazanıyoruz. İşçi maliyetleri yükselirse, uluslararası piyasayla rekabet edemeyiz”.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik: “Ben işvereni ‘trilyonlar kazanıyorsunuz, işçinin canını düşünmek zorundasınız’ diye uyardım.”
Yani daha fazla kâr için, ücretleri olabildiğince düşük tutmak ve yasaların zorunlu kıldığı iş güvenliği tedbirlerini yok saymak; yani işçinin ekmeğine ve hayatına kast etmek!
Bu ölümlere “kaza” denebilir mi? Cevabını yine Bakan Çelik’ten ibretlik bir itirafla alalım: “Tuzla’da ölmemek şans!”
Yani ölmek değil, hayatta kalmak bir kaza! Bırakın uluslararası standartları, İş Kanunu’nun temel hükümlerini ve iş güvenliği mevzuatını taammüden ve sistematik olarak ihlal eden tutum, basit bir ihmal olarak görülemez. Bunun adı, “kast”tır. İşçi ölümleri de, bu kastın bir sonucudur. Siyasî ve idarî sorumluluğun tepesinde oturanlardan Bakan Çelik de, bunca itiraftan sonra bu kastın açık ortağı haline gelmiştir.
Ceza hukuku diliyle anlatmak gerekirse, iş güvenliği mevzuatını kasten ihlal eden işveren, bu fiilinden doğabilecek sonuçları tahmin etmiş veya öngörmüş sayılır. Buna, dolaylı (muhtemel, olası) kast denir. Bu nedenle, Tuzla’da işçiler kazara ölmüyorlar; muhtemel kastla öldürülüyorlar.
Peki “devlet ne yana düşer” Tuzla’da? “Derin”e düşer elbet! Yani kendi hukukunu ihlal eden, bu hukuku pervasızca yok sayanları alenen hoş gören, kollayan, böylece daha fazla ihlali ve ölümü teşvik eden tarafa düşer devlet.
Sahi neydi “derin devlet”in temeli? Derin devletin kökleri, “devlet aklı” dediğimiz zihniyette yatar.
Peki “devlet aklı” nedir? Akademiden bir tanım vereyim:
“Üstün otoritenin çıkarlarının bütün diğer bireysel, toplumsal veya ekonomik çıkarlardan, hukuktan ve temel etik ilkelerden önce geldiğini savunan zihniyet.”
Bu zihniyet çeşitli yol ve yöntemlerle hayata geçirilebilir. Türkiye pratiğinden hareketle, “derin devlet”in tezahür biçimlerini kabaca şöyle tasnif edebiliriz:
1) Devlete bağlı, fakat kesin bir yasal statüyle kayıtlanmamış ve anayasal mekanizmaların denetiminden bağımsız kılınmış silahlı birimlerin varlığı ve faaliyetleri.
2) Doğrudan devlet bünyesinde yer almayan; fakat devletin çeşitli birimleriyle bağlantılı ya da iç içe olan, bu birimler tarafından kullanılan ve korunan örgütlenmelerin varlığı ve faaliyetleri.
3) Doğrudan devlet bünyesinde yer almadığı gibi, devlet birimleriyle doğrudan bağlantılı da olmayan, fakat çeşitli devlet birimlerinin haberdar olup göz yumduğu ve/veya kolladığı örgütlenmelerin varlığı ve faaliyetleri.
Bu zihniyetin sadece devlet düzlemiyle sınırlı bir geçerliğe sahip olduğu sanılmasın. “Kutsal” sayılan amaçlara ulaşmak için her türlü yolun mubah olduğuna dair inanç, toplumun çeşitli katmanlarında ortaya çıkabilir. Devlet yönetimi ile bu toplumsal iktidar odakları arasında bu zihniyet temelinde kurulan ortaklık, bu odaklar lehine “hukukun işlemediği alanlar” yaratılmasına yol açar. Devlet eliyle bu güçlere armağan edilen “hukuk harici alanlar”, bir yandan hukukun herkes için eşit uygulanışı ilkesini, dolayısıyla “hukuk devleti”ni berhava ederken; diğer yandan, “derin devlet”in toplumsal kaynaklarının hep canlı kalmasını sağlar.
“Derin devlet”e köklü ve inandırıcı bir biçimde karşı çıkmanın ön şartı, hukuk devletini her konuda tavizsiz savunmaktır. “Devlet bağlantılı çeteler”le mücadele ettiğini söyleyen bir hükümet, başka alanlarda hukuk devletinin gereklerini hiçe sayarsa, derin devletin dayandığı zihniyeti kendi elleriyle beslemiş olur.
Şimdi başlıktaki soruya dönelim: Bu tabloda Ergenekon ne yana düşer? Tuzla’nın göbeğine düşer elbet! Bir avuç muktedire giden milyar dolarlık kârların kaynağı o gemiler, işçiler için birer “kara tabut”tur. Bu memleket için, “hukukun kara deliği”dir Tuzla.
Tuzla’da işçileri öldüren patlamalar, çelik levhalar ve bilumum maddeler, Ergenekon’un bombalarından, kurşunlarından farklı değildir. “Burada hukuk uygulansın” diyen sendikayı ve sendikacıları “terörist”, “bölücü” ilân eden, ötekileştiren, yok sayan ve yok etmek isteyen anlayış; Ergenekon’un “devlet düşmanları”, “hainler” jargonundan farklı değildir. Sendikal özgürlükleri bir fesat kaynağı, sosyal hakları da fuzulî bir yük sayan yaklaşım, hak ve özgürlükleri hayatî bir tehdit olarak gören Ergenekoncu bakıştan farklı değildir.
Tuzla ile Ergenekon arasındaki bu bağları ciddiye almadan, oradaki ölümlere imkân veren şartları düzeltmeyi dert edinmeden; her derin devlet tezahüründe karşımıza çıkan siyaset, sermaye, mafya ortaklığının Tuzla’da da cari olduğuna dair bunca kuvvetli işaretin üzerine gitmeden, Ergenekonların kökü ve uygun bir zamanda yeniden boy verme ihtimali yok edilemez.
Söylemeye gerek var mı, bilmem? Ergenekon örgütüne ve Ergenekoncu zihniyete karşı tam cepheden, en temelden ve saf yürekten tavır almadan da, Tuzla’daki sömürünün ve kıyımın can damarlarıyla mücadele edilemez.
Birgün, 18.8.2008