Son günlerin best-seller kitabı Kavgam’da, yazar 1914 yılında ülkesinin savaşa giriyor oluşu karşısında hissettiklerini şöyle anlatır:
“Dizlerimin üzerine çöktüm ve sevinçten taşan bir kalple, bana bu günleri yaşama talihi bahşedildiği için şükrettim. (…) Benim için, her Alman gibi, dünyadaki varlığımın en büyük ve en unutulmaz anı başlamıştı. Bu muazzam mücadelenin olayları ile kıyaslandığında, geçmişteki her şey, bir hiçliğe dönüşmüştü.”
Bu mutluluk sarhoşluğunun üzerinden geçen 4 yılın sonunda ortaya çıkan sonuç ise hem Hitler hem Almanya için tam bir hayal kırıklığıdır. İtilaf devletleri, savaştan yenilgiyle çıkan Almanya’ya, 28 Haziran 1919’da tarihin en ağır şartlara sahip anlaşmalarından biri olan Versailles antlaşmasını imzalattırırlar. Anlaşmanın imzalandığı günün, nazizmin iktidara geliş sürecinin ilk adımı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Savaşa Almanya ile birlikte giren Osmanlı İmparatorluğu için Versailles’ın muadili Sevr’dir. Ancak yükselen Bolşevik tehdide karşı, Versailles’da Almanya’yı tarihin derinliklerine gömmekten imtina eden İtilaf Devletleri, söz konusu olan Osmanlı olduğunda bunu yapmakta herhangi bir tereddüt göstermezler. Sevr’e göre, Doğu’da bir Ermeni devleti kurulacak, imparatorluk toprakları çok küçük bir alan hariç Yunanistan, İngiliz, Fransız ve İtalyan hakimiyetine girecek, anlaşma imzalandıktan bir yıl sonra Kürtler eğer isterlerse bağımsızlıklarını ilan edebilecekler, Boğazların kontrolü bir komisyona devredilecek ve Osmanlı yönetimi asla gerçek anlamda bir orduya sahip olamayacaktır. Sevr fiilen Osmanlı imparatorluğunun ölüm fermanı anlamına gelmektedir.
“Sevr Sendromu”, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gerek resmi ideolojinin, gerekse sivil milliyetçi söylemin bilinçaltında daima önemli bir yere sahip oldu ve zaman zaman da çeşitli vesilelerle temayüz etti. Bugün bu sendroma, Versailles’ın ruhunun baştan aşağı bir aşağılama ile bezeli olduğunu göz önünde bulundurarak, Versailles Sendromu’nun da eklendiğini, hatta bu sendromun Sevr’i öncelediğini düşünüyorum: herhangi bir savaşa girilmemesine rağmen, parçalanıyor ya da yok ediliyor olmanın ötesinde, varlığını devam ettirme ama kesif bir yenilmişlik ve aşağılanmışlık hissiyle birlikte.
Mersin’de yaşanan bayrak hadisesinin ardından yaşanan olaylar; kime ve neye karşı asıldığı belli olmayan bayraklar, Genelkurmay’ın açıklamaları, medyanın provokatif dili ve sonunda TAYAD’lı beş gencin bayrak yaktıkları gerekçesiyle yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istenmesi, bu his üzerinden okunmalı ve anlaşılmaya çalışılmalı kanımca. Kuşkusuz, Mehmet Ağar tarzı onaylayıcı bir “milli hassasiyet”e ya da ulusalcı bir “anti-emperyalist şahlanış”a yaslanan bir anlama değil kastettiğim; toplumsal bir olgu olarak yaşananların anlaşılmasını kastediyorum.
Ermeni soykırımı iddialarının geçmişte hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde dile getiriliyor oluşu ve bu iddiaların kabulünün ABD ve Avrupa Birliği tarafından Türkiye’ye dayatıldığına ya da yakın zamanda dayatılacağına ilişkin inanç, Kıbrıs’ın “elimizden gidiyor” oluşu ve “dava”nın kaybedildiği düşüncesi, -ki bunun mantıksal sınırları batılı devletlerin “Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi” gibi bir stratejisi olduğu tezine kadar götürülmektedir.-, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde kendisinden istenen her şeyi kayıtsız şartsız yerine getiriyor olduğu iddiası ve tüm bunlara eklenen -IMF ve borçlanma şahsında somutlaşan- ekonomik açıdan tam bir kuşatılmışlık hissi. Tüm bunlar bu şekilde sıralandığında ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, 1990’ların başında sıkça dile getirilen “21. asır Türk asrı olacaktır.” ya da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” sözleri hatırlandığında gelinen noktanın aslında tam bir hayal kırıklığı olduğu görülüyor.
EKSİK PARÇANIN KEŞFİ
Tüm bu yukarıda sıralananlar, günümüzde yaşananlarla Versailles sonrası Almanya’da yaşananlar arasındaki benzerliği ortaya koymak için gerekli ama yeterli değil. Bu tabloya eklenmesi gereken; her şeyin müsebbibi olan, eğer var olmasaydı tüm bunların da “başımıza” gelmeyeceği, “bizi” yok etmek için düşmanla işbirliğine giden, “ekmeğimizi” yiyen ama buna ihanet eden bir fail. 1920’ler ve ‘30’lar boyunca Almanya’da Yahudilere biçilen rol ile bugün Türkiye’de Kürtlere biçilen rolün giderek benzeştiğini görüyoruz. Bu ise Türkiye’deki milliyetçi hareketi (faşist hareket olarak da okuyabilirsiniz) geçmişte hiç olmadığı kadar Almanya’daki muadiline benzetiyor. Evet, Türkiye’de milliyetçi hareket, lider kültü ile doktrinin tartışılmazlığı ile, harekete mutlak sadakat ile, kadınlara, eşcinsellere ve farklı olan her şeye gösterdiği tahammülsüzlük ile, teşkilatının örgütlenme biçimi ile, iktisadi anlayışı ile vesaire Alman faşizmi ile büyük benzerlikler göstermişse de, bu hareketin gerçek anlamda (ırksal anlamda) bir Yahudisi hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü Türkiye’de milliyetçi hareket, Soğuk Savaş’ın politik iklimi içerisinde büyüyüp serpilmiş, ‘60’lar ve ‘70’ler boyunca, yükselen sol tehdide karşı (ve 1990’larda da Kürt hareketine karşı) bir vurucu güç olarak kullanılmış, işi bittiğinde ise köşesine çekilmiştir. Ancak son günlerde yaşananlarla birlikte son birkaç yıldır milliyetçi hareketin söylemindeki değişiklik göz önüne alındığında, Türk milliyetçi hareketinin de, eksik olan parçasını, yani kendi Yahudisini keşfetmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Peki ama neden? Neden 1990’lı yıllar boyunca, üstelik “başbuğ” hayattayken ve her gün asker cenazeleri kaldırılıyorken keşfedilmedi de Kürtler, şimdi Türk milliyetçi hareketinin Yahudileri olmalarına karar verildi? Bunun yanıtının iki aşamalı olarak verilebileceğini ve ilk yanıtın, Tanıl Bora’nın Post-Express’in Nisan sayısına verdiği mülakattaki, “Türk milliyetçileri daha önce ‘Kürt-Türk kardeş, bölücüler kalleş’ sloganını kullanıyordu yaygın olarak. Son zamanlardaysa, tamamen Kürt karşıtı bir söylem geliştiriliyor. Milliyetçilik söyleminde radikal bir değişikliğin olduğunu söyleyebilir miyiz? sorusuna verdiği yanıt olduğunu düşünüyorum: “Devlet ve Kuzgun’da, MHP’nin bir yükseliş dinamiği olarak Kürt Meselesi’ başlıklı bölümde, bu gerilime işaret etmiştik: Resmî milliyetçilik bu konuda asimilasyonisttir. Yani soyca, etno-kültürel olarak Türk saymadığı toplulukların, Gökalpçi anlayış çerçevesinde, Türk kültürü tarafından asimile edilmesi ve Türk davasına, Türk devletine sadakat göstermesi koşuluyla Türk sayılması. Mesela Alpaslan Türkeş’in ‘ben ne kadar Türksem, Kürtler o kadar Türktür.’ tekerlemesi bunun ifadesiydi ve MHP’nin resmî çizgisi de bunu benimsiyordu.” Sahiden de 1990’ların “düşük yoğunluklu savaş” ortamında bile “et-tırnak” edebiyatı sürekli gündemde tutulmuş, PKK ile Kürtler arasındaki ayrıma daimi surette vurgu yapılmış ve bu vurgu, Öcalan’ın Ermeni kökenli olduğu veya PKK’nın başta Yunanistan olmak üzere Batılı ülkeler tarafından destekleniyor oluşu iddialarıyla güçlendirilmeye çalışılmıştır.
İkinci ve bence ilk yanıttan daha önemli olan ise esas olarak dış gelişmelerle ilgilidir. Her ne kadar Talabani’nin devlet başkanı seçilmesi ile ve ardından yaptığı açıklamalarla zayıflamış gibi görünse de Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulma ihtimali her zamankinden daha güçlü bir şekilde önümüzde duruyor. Daha zayıf olan, ancak hiç kimsenin aklından geçirmeden edemediği ihtimal ise bu devletin kuruluşundan sonra Türkiyeli Kürtlerin de bu devlete iltihak etmeyi isteyecek olabilmeleri. İşte bu ihtimal, Iraklı Kürtlere ABD’nin verdiği destekle, İsrail’in bölgedeki faaliyetleri ile ve AB’nin Türkiyeli Kürtlerle olan iyi ilişkileri ile birleştirildiğinde Kürtlerin “içimizdeki hainler” olarak algılanışlarına ve Yahudileştirilişlerine uygun düşünsel ve politik zemini de sağlıyor. Kuşkusuz bunda Kürt hareketinin kendisini giderek daha “sivil toplumcu” ve böylelikle daha politik bir şekilde inşâ ediyor oluşunun ve bir yandan AB vesilesiyle liberalleşirken, bir yandan da Kuzey Irak vesilesiyle milliyetçileşmesinin de büyük etkisi var. Artık söz konusu olan basitçe iki silahlı gücün çarpışması değil. Söz konusu olan giderek politize olan ve kitleselleşen iki milliyetçilik. 21 Mart’tan sonra yükselen tepkinin böylesine şiddetli oluşunun nedenini, basitçe iki çocuğun bayrağa yönelik hareketlerine karşı gösterilen bir refleksin ötesinde, o gün meydanlarda toplanan kalabalığın o son derece bilinçli politize olmuşluğu, ve bunu pankartları ve sloganları ile net bir şekilde ortaya koyuşlarında aramak gerekmiyor mu?
SONUÇ
Eğer Almanya’da Versailles’ın ardından devrim zafere ulaşsa ve işçi sınıfı iktidarı alabilseydi insanlık belki de hiçbir zaman faşizm belasıyla tanışmış olmayacaktı. Alman sosyalistleri faşizmin Almanya’da iktidara gelişini engelleyemediler ama faşizmi yenilgiye uğratan da Avrupalı komünistlerin ve Sovyet emekçilerinin kahramanca direnişleri oldu. Bu akılda tutulduğunda, Versailles sonrasını andıran bugünkü toplumsal ve politik iklimde Türkiyeli emekçilere dayatılmak istenen ya Avrupa Birliği ya da faşizm/iç savaş ikileminin ancak tek bir şekilde aşılabileceği söylenebilir: sosyalizmin güncel bir mesele olarak her zaman gündemimizde bulunmasıyla.