Kentte Flanör Gibi Yürümek başlıklı ilk yazıda, şehirlerin duyusal belleği ve bireyin kentle kurduğu organik ilişki ele alınmıştı. Bu kez ayaklar, estetiğin ve rastlantıların değil, baskının ve otoritenin izlerini sürüyor. Çünkü kentler, özgürlüğün sahnesi olduğu kadar, iktidarın mekâna kazıdığı, halkı hizaya sokan ve toplumsal düzeni şekillendiren bir tahakküm haritasıdır. Bu yüzden yol, bir pasajın loş ışığından çıkarak, devasa anıtların gölgesinde, askeri meydanlarda, ideolojinin taşlara kazındığı yapılar arasında ilerliyor. Aranan ise, faşizmin mekâna sinmiş izleri.
Şehirler, ideolojilerin sessiz ama güçlü anlatıcılarıdır. Meydanların kime açık olduğu ve kimleri dışladığı, bulvarların doğrultusu ve hiyerarşisi, binaların hacmi ve silueti, tümü bir ideolojinin mekâna işlenmiş manifestosudur. Dolayısıyla kent tasarımları, basit fiziksel bir düzenleme olmanın ötesinde, iktidarın kimleri görünür kılıp kimleri gölgede bıraktığını, hangi değerleri yücelttiğini ve nasıl bir toplumsal düzen tahayyül ettiğini de yansıtan bir anlatıdır.
Faşizmin mekânları ise bu anlatının en ürkütücü örneklerindendir. İktidarın mekânı nasıl gösterişli bir tahakküm aracına dönüştürdüğünü gözler önüne serer. Faşist kentsel tasarım, çeşitliliği silerek kitleleri hizaya sokmayı ve mutlak düzen fetişizmiyle gücü somutlaştırmayı amaçlar. Flanörün serbestçe adımladığı sokakların aksine, faşizmin mekânları insan hareketlerini disipline eden, kalabalıkları tek bir iradenin gölgesinde eriten, bireyi ve hafızayı kontrol altına alan yapılar olarak inşa edilir. Roma’dan Madrid’e, Berlin’den toplama kamplarına uzanan bu yolculuk, mekânın sırf bir coğrafi unsur olmadığını, aynı zamanda iktidarın en katı suretlerinden birine dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
Mussolini’nin Roma’yı yeniden fethetme arzusu, mekân tasarımı yoluyla geçmişi yeniden şekillendirme ve iktidarını taşlara kazıma çabasıydı. Antik Roma’nın ihtişamını modern faşizmin zafer tacı gibi başına yerleştirmeyi amaçlayan bu büyük dönüşüm, sadece binaların yükseltilmesiyle sınırlı değildi; aynı zamanda tarihin ideolojik bir anlatıya dönüştürülmesiydi. Böylece Roma, Mussolini’nin kendisini Sezar ve Augustus gibi kadim hükümdarların varisi olarak sunmak için kullandığı bir sahneye dönüşüyordu.
Bu sahnenin en dikkat çekici unsurlarından biri, büyük ölçekli yol genişletme projeleriydi. İmparatorluk Forumları Caddesi, antik Roma’nın anıtsal mirasını Mussolini’nin iktidar anlatısına entegre etmek amacıyla yaratıldı. Orta Çağ’dan kalma yapılar ve mahalleler yıkılarak, Sezar ve Augustus’un forumlarını görünür kılan geniş bir bulvar açıldı. Bu yeni yol, faşist geçit törenlerinin düzenleneceği, Mussolini’nin Roma’nın fatihi olarak yürüyebileceği bir sahne olarak planlandı. Venedik Meydanı, büyük çaplı dönüşümlerle rejimin resmi gösterilerinde Mussolini’nin halka sesleneceği merkezi bir noktaya dönüştürüldü. Venedik Sarayı’nın balkonundan halkı selamlayan Mussolini’nin görüntüsü, bu meydanı faşist gücün simgesi haline getirdi. İtalya Forumu, beden ve sporu ideolojik bir eğitim aracı olarak kullanmayı amaçlayan dönemin en büyük projelerinden biriydi. Mermer Stadyum ise antik Roma’dan ilham alan heykelleri ve idealize edilmiş kaslı erkek bedenleriyle faşizmin güçlü insan anlayışını yansıtıyordu.
Mussolini’nin faşist modernizmi, Roma Evrensel Sergi Bölgesi tasarımıyla zirveye ulaştı. 1942’de düzenlenmesi planlanan uluslararası sergi için tasarlanan bu bölge, büyük ölçekli simetrik yapıları, sert hatları ve antik Roma’ya göndermeler yapan dev sütunlarıyla, faşist rejimin moderniteyi kendi ideolojisi doğrultusunda nasıl sahiplendiğini gösteriyordu. İtalyan Uygarlık Sarayı, ya da "Faşist Kolezyum", Roma’nın tarihsel mirasını faşist bir yorumla yeniden şekillendirme çabasının en belirgin örneğiydi. Alandaki geniş caddeler ve anıtsal binalar, faşizmin bugünü değil, geleceği de ele geçirme iddiasının beton bir manzumesi olarak yükseliyordu.
Bu dönüşüm tarihin tek bir anlatıya indirgenmesi ve kentin hafızasının faşizme adanmasıydı. Uzlaşma Caddesi, Aziz Petrus Bazilikası’na açılan geniş bir cadde olarak inşa edildi ve faşizmin Katolik Kilisesi ile kurduğu pragmatik ittifakın mekânsal ifadesine dönüştü. Aziz Petrus’a giden eski organik kent dokusu temizlenerek, yerine faşist ideolojinin düzen ve mutlak hâkimiyet anlayışına uygun geniş bir tören yolu açıldı.
Mussolini’nin Roma vizyonu, mimari eserler dikmenin ötesinde, kenti baştan aşağı bir propaganda aracı olarak yeniden inşa etme girişimiydi. Faşist ideolojinin güç, disiplin ve itaati simgelemesi için antik Roma’nın mirası kendi anlatısına uygun biçimde düzenlenirken, bu mirasın faşizme hizmet etmeyen kısımları yok edildi. Bugün hâlâ ayakta kalan bu yapılar, Mussolini’nin kendisini zamansız bir lider olarak yüceltme çabasının taşlaşmış yankıları olarak Roma’nın sokaklarında yaşamaya devam ediyor.
Nazi Almanyası’nda ise güç fetişizmi, Albert Speer’in Dünya Başkenti Germania (Welthauptstadt Germania) tasarımında doruğa ulaştı. Hayata geçirilememiş olsa da, bu proje Berlin’i yalnızca bir dünya başkenti yapma amacı taşımıyordu; aynı zamanda Nazi ideolojisinin mekansal bir manifestosu olarak, halkı silikleştiren ve iktidarı mutlaklaştıran bir düzen makinesine dönüştürmeyi hedefliyordu. Speer’in tasarladığı mekanlar, Hitler’in "Bin Yıllık Reich" hayalini fiziksel bir gerçekliğe dönüştürmenin bir aracıydı. Nazi Almanyası'nın gücünü askeri zaferlerin devasa mimari ölçeklerle ebedileştirme arzusunu taşıyordu.
Bu tasarımın en heybetli ucubesi, 250 bin kişilik Büyük Halk Salonu (Volkshalle) idi. Roma’daki Pantheon’un grotesk hayaleti gibi duran bu yapı, Nazi ideolojisinin kutsal bir tapınağı gibi düşünülmüştü. İhtişamlı ölçeğiyle bireyi ezici bir düzen içinde eriten Salon, insanın küçüklüğünü ve devletin büyüklüğünü vurgulamak için tasarlanmıştı. Hitler, Büyük Halk Salonu’nun, Berlin’in üzerine çöken bir kubbe gibi tüm şehri domine etmesini istemişti. Yapının iç yüzeyinin altın kaplamalarla süslenmesi ve merkezine devasa bir kartal ve gamalı haç motifi yerleştirilmesi planlanıyordu. Kubbeyi taşıyan sütunlar, imparatorluk ihtişamını hatırlatan neo-klasik bir görkemle yükselirken, iç mekânın hacmi, sesin yankılanarak konuşmacıyı yücelttiği, katılanları ise önemsizleştirdiği bir akustik tasarımla şekillendirilecekti. Hitler, burada dev toplantılar düzenleyerek kitleleri mimari ve sesin birleşimiyle hipnotize etmeyi amaçlıyordu.
Germania’nın diğer bölümleri de aynı faşist düzenin birer uzantısıydı. Beş kilometre uzunluğunda ve 120 metre genişliğinde olması planlanan Zafer Caddesi, Nazi yürüyüşleri ve törenleri için düzenlenmiş, simetrik bir eksen olarak tasarlanmıştı. Napolyon’un Paris’teki Zafer Takı’nın beş katı büyüklüğünde olması planlanan bir Zafer Takı ise, Nazi askeri gücünü ölümsüzleştiren bir anıt olarak konumlandırılacaktı. Hitler, bu takın altına Birinci Paylaşım Savaşı’nda ölen Alman askerlerinin isimlerini kazıtmayı planlıyordu, böylece faşizm geçmişi sahiplenmekle kalmayacak, geleceği de kutsal bir savaş mitine dönüştürecekti. Ancak bu devasa projeler hiçbir zaman hayata geçmedi. İkinci Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kaynaklar savaşa yönlendirildi, savaşın sonlarına doğru ise Berlin bombalar altında harabeye döndü. Germania için inşa edilmesi planlanan dev altyapı çalışmaları, Nazi Almanyası’nın çöküşüyle birlikte yarım kaldı.
Speer’in kentsel dönüşüm vizyonunun bazı parçaları ise hayata geçirildi ve günümüzde hâlâ varlığını sürdürüyor. 1936 Berlin Olimpiyatları için inşa edilen Berlin Olimpiyat Stadyumu basit bir spor alanı olmanın ötesinde Nazi propagandasının en büyük sahnelerinden biri olarak tasarlanmıştı. Doğu-Batı Aksı, Germania’nın dev tören caddelerinden biri olarak planlanmış, geniş bulvarlarıyla ulaşımı düzenlemenin yanında, insan hareketlerini disipline eden ve iktidarın mutlak gücünü mekânda görünür kılan bir araç olarak tasarlanmıştı. Germania’nın tamamlanamayan yapıları arasında en dikkat çekeni, Teufelsberg bölgesinde bulunan yapay tepedir. Bu tepenin, Germania’nın inşası sırasında başlanıp tamamlanamayan binaların yıkıntılarından yapıldığı iddia edilir. Bütün bu mekânlar, Speer’in hayal ettiği faşist dünya başkentinin tamamlanmamış yankılarıdır; kimi halen ayakta, kimi yok edilmiş, kimi ise zamanın içinde sessizce çözülmektedir.
Nazi toplama kampları ise, hem kitlesel ölüm merkezleri olarak, hem de bireyin ruhen çökertilmesi için titizlikle tasarlanmış mekânlardı. Auschwitz, Dachau ve Treblinka gibi kamplar, soğuk ve simetrik bir geometriyle inşa edilmiş, uzun barakalar, uzayıp giden dikenli teller ve her hareketi izleyen gözetleme kuleleriyle kaçışı imkânsız kılan faşist mekânlar olarak düzenlenmişti. "Çalışmak Özgürleştirir" yazısıyla karşılanan mahkûmlar, kampta özgürlüğün ancak ölümle mümkün olduğunu hızla anlıyordu. Gaz odaları ve krematoryumlar, ölümü bir sanayi düzeninde kitlesel olarak üretmenin en acımasız ifadesiydi. Mahkûmlar temizlenme bahanesiyle içeri alınırken, üzerlerine tavanlardan gaz salınıyor, ardından cesetler krematoryum bacalarından duman olarak gökyüzüne karışıyordu. Ray hatları doğrudan gaz odalarının önüne kadar uzanıyor, mahkûmlar trenlerden iner inmez seçilip ya zorla çalıştırılıyor ya da anında öldürülüyordu. Uzun sıralar halinde dizilmiş barakalar, Nazi mitinglerindeki hizalanmış kalabalıkların karanlık bir yansımasıydı. Ancak burada insanlar coşkunun değil, umutsuzluğun içinde eriyordu. Gözetleme kuleleri ve dikenli teller ise, fiziksel bir sınırları aşarak, korku ve çaresizliği sürekli hissettiren psikolojik bir duvar işlevi görüyordu. Burada mekân, bireyi bir dişliye, ölümü kaçınılmaz bir rutine, yaşamı ise tükenmeye mahkûm edilen bir bekleyişe dönüştürüyordu.
Nazi faşistleri için Lefebvre’nin ifadesiyle “tasarlanan mekân”, işlevselliğin ötesinde, psikolojiyi de biçimlendiren bir baskı aracıydı. Büyük Halk Salonu’nun görkemi insanları Nazi devletinin mutlak gücüne hayran bırakmayı amaçlarken, toplama kamplarının gri monotonluğu, mahkûmları insanlıktan çıkaran, ölümü hayatın doğal bir devamı haline getiren bir korku fabrikasına dönüşüyordu. Görkemin verdiği korku, düzenin getirdiği teslimiyet, faşist mekân tasarımının iki yüzüydü; bir yüzü, devasa miting alanlarında kalabalıkları tek bir beden gibi yönlendirirken, diğer yüzü, toplama kamplarında milyonları sistematik olarak yok eden bir makineye dönüşmüştü.
Franco'nun İspanya’sı ise, faşizmin mekânsal tezahürlerini tarihin ve hafızanın bizzat kendisini şekillendirerek inşa etti. Madrid’in biraz dışında, dağların sert siluetine kazınmış olan Şehitler Vadisi, basit bir anıt olmanın ötesinde, kanla yoğrulmuş bir hafıza mekânıydı; savaşın küllerinden yükselen, ancak gerçeği gömmek üzere tasarlanmış bir yapıt. Bu devasa anıt, İspanyol İç Savaşı’nda yaşamını yitiren binlerce direnişçinin kemikleri üzerine inşa edilmiş olup Franco’nun mutlak gücünü simgelemekle kalmamış, aynı zamanda faşizmin hafızaya yönelik en tehlikeli müdahalelerinden birinin somutlaşmış hali olmuştu. Resmî anlatıya göre bir uzlaşma ve ulusal birlik sembolü olarak tasarlanan bu yapı, aslında devrimcilerin sesini kısmak, mağdurların cesetleriyle Franco’nun zaferini ebedileştirmek için dikilmişti. İspanyol direnişçilerin mezarları kazılmış, ailelerine danışılmadan cesetleri buraya taşınmıştı. Dahası, bu anıtın taşlarını üst üste koyan eller, bizzat faşist rejim tarafından zorla çalıştırılan mahkûmlara aitti—yani gömülenlerin soyundan gelen insanlara. Burada taş, kanı örttü; yükselen sütunlar, derin vadinin hafızasını gölgeledi; anıtsal ölçekteki bu yapı, gerçeğin dehşetini görünmez kılmaya çalışan bir perdeye dönüştü.
Faşist şehircilik, Franco’nun Madrid’ini yalnızca bir başkent değil, geniş meydanları, sert geometrik formları, hiyerarşik yapıları ve askeri düzeni andıran sokaklarıyla ideolojinin mekâna kazındığı bir açık hava kışlasına dönüştürmüştü. Ancak faşizmin mekânsallığı sadece büyük binalar, geniş bulvarlar, devasa miting alanları ile sınırlı kalmadı. Asıl etkisini, gündelik hayatın en küçük ayrıntılarında gösterdi. Kamusal alanların militarizasyonu, belirli bölgelerin sadece seçilmiş bedenlere açılması, kentin kamusal alanlarının ezilenler için görünmez sınırlarla çevrilmesi, faşist mekân kurgusunun sosyal dokuyu da nasıl yeniden biçimlendirdiğini gösteriyordu. Nazi Almanyası'nda yahudilere, çingenelere, komünistlere ayrılmış gettolar, İtalya'da devrimcilerin sürgün edildiği hücreler, Franco İspanya'sında baskıya direnen şehirlerin sistematik olarak marjinalleştirilmesi, faşist mekânsallığın büyük ölçekli projelerin ötesine geçerek ince ayarlı ayrımcılıkla gündelik akışa işlendiğini kanıtlıyordu.
Faşizm, kentin meydanları, anıtları ve sokaklarıyla birlikte, kırsal mekânı da ustalıkla şekillendirerek baskının haritasını genişletti. İspanya’nın geniş dağlık coğrafyası, yüzyıllardır hayvancılık ve tarımla geçinen köylülerin doğayla uyum içinde yaşadığı bir dünyaydı. Ancak iç savaş bittiğinde, Franco faşizmi köylülerin yaşadığı mekânları bir silah olarak kullanmaya karar verdi. Savaşın ardından yeni bir gerilla faaliyeti kök salmasın diye, ülkenin bu dağlık bölgelerindeki köyler sistemli bir şekilde insansızlaştırıldı. Franco’nun askerleri patikalara tırmandı, dağlarda yankılanan sesler sustu, kapılar ardına kadar açık kaldı ama geri dönen olmadı. Boşalan evlerin yıkık duvarları, geçmişin tanığı olarak sessizce çürümeye terk edildi. Boşaltılan köyler, rejimin korku haritasında en kara lekeye dönüştü. Buralar ne direnişçilerin barınabileceği ne de halkın hatırlamak isteyeceği yerlerdi artık. Franco’nun en büyük zaferi, muhaliflerini öldürmek değil, onların yaşam mekânlarını da ölüme mahkûm etmek oldu.
Ezcümle, faşizmin şehirleri, fiziksel birer mekân olmanın ötesinde, ideolojinin zora dayalı soyut tasarımlarla toplumu yeniden biçimlendirdiği sahnelere dönüşmüştü. Böylece kentler görkemli yapıların gölgesinde, sessizlik ve yoksunlukla da inşa edildi. Parklardan bulvarlara, binalardan anıtlara kadar her tasarım öğesi, gücü ve itaati pekiştiren bir araç hâline geldi. Meydanlar, üzerlerine dikilen diktatör heykellerinin yanında, yok edilen direniş izleriyle de anlam kazandı. Caddeler, taşıdıkları insanlarla birlikte, dışarıda bıraktıklarıyla da gündelik yaşamı dönüştürdü. Böylece faşizmin mekanları, insanları seçici bir biçimde kamusal alanlara dâhil ederek kentlerde ultra-kontrol sağladı.
Bu dönem faşist rejimlerin elinde, modern şehircilik ilkeleri, otoriter bir yorum kazandı. Örneğin Mussolini’nin “modern Roma”sı, Le Corbusier’in mekânsal tasarım unsurlarını baş aşağı çevirerek militarist bir edinimle yeniden kurguladı. Geniş bulvarlar ve keskin hatlarla belirlenmiş meydanlar, ulaşımı kolaylaştırmanın ötesinde, tıpkı 1800’lerdeki Haussmann’ın Paris’i gibi, insan hareketlerini mekânda kodlayarak denetlemek için kullanıldı. Bu yüzden, kent dokusunun sert ve düzenli çizgileri, basit şehircilik tercihlerinin ötesinde, bireylerin eylemlerini ve düşünce dünyalarını da kontrol etmeyi amaçladı.
Bu anlayışın en belirgin sonuçlarından biri, meydanların kamusal alan olma işlevini kaybederek rejimin gücünü sergilediği sahnelere dönüşmesi oldu. Leni Riefenstahl’ın İradenin Zaferi filminde öne çıkan Nürnberg miting alanı, Nazi propagandasının etkili bir unsuru olmasının yanı sıra, mekânın insan psikolojisi üzerindeki gücünü de gözler önüne serer. Bu düzen içinde birey, büyük bir organizmanın edilgen küçük bir parçası olarak konumlandırılır. Simone Weil’in çokça anlattığı gibi, faşizm salt fiziksel baskı kurmaz; ruhları da teslim alarak, bireysel iradeyi ortadan kaldırır.
Faşizmi Mekândan Silmek
Faşizmin mekânları ezenlerin ürkütücü suretini sürekli hatırlatmakla kalmaz, kentin nasıl bir ideolojik güce dönüştürülebileceğini de gösterir. Ancak mekân, siyasal ilişkilerin edilgen bir taşıyıcısı olmayıp, süregelen mücadelenin hem sahnesi hem de öznesidir. Mücadele, mekân üzerinde, ancak mekân için de verilir. Bu yüzden her iktidar, toplumu denetlemek için mekânsal bir hegemonya stratejisi belirler. Mekân da içindeki sosyo-kültürel dinamiklerle iktidar ilişkilerini sürekli olarak dönüştürür; kimi zaman onları güçlendirirken kimi zaman da direnç noktaları yaratır.
Faşist rejimlerin bıraktığı mekânsal miras, siyasal olandan yalıtık bir kentsel tasarım tartışmasıyla değerlendirilemez. Asıl mesele, mekânın nasıl bir simgesel ideolojik anlamla yeniden şekillendirileceğidir. Walter Benjamin’in vurguladığı gibi, geçmiş yalnızca hatıralarda saklanmaz; bugünü anlamak ve yorumlamak için de bir anahtar görevi görür. Bertolt Brecht’in uyarısı ise unutulan geçmişin farklı biçimlerde geri dönebileceğini gösterir. Hafıza ve iktidar arasındaki bu mücadele, Madrid’deki Şehitler Vadisi gibi örneklerde somutlaşır. Franco’nun anıtı olarak inşa edilen bu yapı, bugün bir bellek mücadelesinin çatışmalı bir sahnesine dönüşmüş durumda. Peki, burası bir utanç mekânı mı olmalı, yoksa faşizmin bir simgesi olarak yıkılmalı mı?
Orwell’in gözlemleri, faşizmin bir tek baskı ve şiddetle değil, hafızayı yöneterek de varlığını sürdürdüğünü ortaya koyar. Şehitler Vadisi anıt kompleksi, günümüzde İspanya’nın hafıza politikaları açısından en tartışmalı mekânlarından biri olmaya devam ediyor. Söz konusu alan içinde Franco rejiminin bir anıtı olarak inşa edilen devasa yapı, yıllar boyunca faşizmi yücelten bir simge olarak görüldü ve toplumsal bellekte büyük yarılmalara neden oldu. 2019’da, Sosyalist İşçi Partisi hükümetinin Franco’nun mezarının anıttan çıkarması, yapının diktatörlükle olan bağını koparmaya yönelik en büyük adımlardan biri olsa da, anıtın varlığı ve işlevi hâlâ tartışma konusu.
2023 yılında, yine Sosyalist İşçi Partisi, faşist geçmişle bağlarını zayıflatmak amacıyla anıt alanının adını resmî olarak Asılı Kayalar Vadisi olarak değiştirdi. Ancak bu müdahale sembolik bir değişiklik olarak görüldü. Çünkü yapı hâlâ orada ve neyi temsil etmesi gerektiğine dair bellek mücadelesi sürüyor. Bir kesim buranın faşizmin suçlarını hatırlatan bir eleştirel hafıza alanına dönüştürülmesini savunurken, diğerleri tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyor. Bugün hâlâ turistler ve çeşitli faşist gruplar tarafından ziyaret edilen anıt, İspanya’nın geçmişle hesaplaşma sürecinde çözülmemiş bir düğüm olarak varlığını sürdürüyor.
Faşizmin militarizmi yücelten ve ırksal gücü simgeleyen mekan tasarımları, burjuva anlamda da olsa demokratik bir toplumun kamusal alanlarında sorgulanmadan var olamaz. Ancak, bu geçmişle hesaplaşma salt yıkımla da sınırlanmamalı. Örneğin, Mussolini'nin Roma'da inşa ettirdiği İtalya Forumu gibi yapılar, birer anti-faşist eğitim merkezine dönüştürülerek, geçmişin ırkçı kodlarını açığa çıkaran eleştirel hafıza alanına evrilebilir. Berlin’de Nazi dönemine ait bazı binaların korunarak, içine Nazi suçlarını anlatan sergilerin yerleştirilmesi gibi, tarihsel belge niteliğinde mekânlar yaratılabilir. Böylece, faşizmin mekânsal şiddeti unutulmaz, ancak romantize edilmesine de izin verilmez. Bunun yanında, simge yapılar yıkım yerine, konut, okul veya kültür merkezi gibi toplumsal ihtiyaçlara hizmet edecek şekilde yeniden işlevlendirilerek, fiziksel kalıntılar üzerinden topluma yeni kültürel anlamlar kazandırılabilir. Bu yaklaşım, kaynak israfını önlemekle kalmaz, aynı zamanda mekânı kolektif kültürel kodlarla yeniden yaratarak karşı ideolojik hafızanın bir aracına dönüştürebilir.
Mekân, geçmişle yüzleşmenin siyasal bir alanı olduğu kadar, geleceğin şekillendirilmesinde de belirleyici bir aktördür. Faşist rejimler, meydanları, caddeleri ve anıtları halkın iradesini baskılamak, kitleleri hizaya sokmak ve itaati kentte görünür kılmak için tasarlamıştı. Devrimci ve demokratik güçler ise, tam tersine, katılımcı ve adil bir şehircilik anlayışıyla kamusal alanları toplumun ortak hafızasına kazandırmalıdır. Yıkım yerine dönüştürme stratejisi benimsenirken, bu yapılar; eleştirel sergiler, paneller ve hafıza politikalarıyla desteklenerek, geçmişin utanç simgelerini bir uyarı ve ders olarak hatırlatabilir. Ancak faşizmi kentten kazımak yeterli değildir; onun ırkçı mekânsal dilini kalıcı biçimde aşmak için eşitlikçi, erişilebilir ve ekolojik kamusal alanlar inşa etmek gerekir. Böylece, faşizmle hesaplaşma geçmişin muhasebesi olmaktan çıkıp, geleceği kucaklayan bir toplumsal mekân inşasına dönüşür.