Geçtiğimiz hafta sonu (15-16 Eylül) bir fotoğraf paylaşımının Facebook duvarlarında yarattığı dalgalanma memleketin toplumsal ruhiyatına dair üzerine düşünmemiz gereken bir duruma işaret ediyordu. Fotoğrafta Afyonkarahisar’da gerçekleşen cephanelik patlamasında hayatını kaybedenlerin naaşlarını taşıyan araçların görüntüsü TRT’nin bir son dakika haberi olarak gösteriliyorken görüntüde yer alan metin bandında ise şunlar yazılmıştı: “Şehitlerimiz memleketlerine uğurlanıyor: Şehit cenazeleri yeni açılan kavşak ve duble yollar sayesinde artık daha kısa sürede memleketlerine ulaştırılıyor.” Paylaşıma gelen tepkilerden anlaşılan fotoğrafın gerçekliği konusunda kimsenin bir şüphesi yoktu. Belli ki memlekette böylesi bir hadisenin vuku bulabileceğine dair çoklarımız halihazırda ikna olmuştuk. Haksız olduğumuz söylenebilir mi? Ne de olsa son genel seçimlerden bu yana onlarca vakada “Pes, artık bu kadarı da olmaz” serzenişiyle benzeri siyasi kara-absürtlüklere dair tasavvurumuz epey gelişmişti. Fakat sonrasında, Pazar akşamı geç saatlerde İnternette yayınlanan “TRT’ye çirkin saldırı!” başlıklı haberde kurum yetkilileri “iğrenç bir sahtekârlık kampanyası” olarak değerlendirdikleri fotoğrafın montaj olduğunu açıkladı. Anlaşılan, zamanlaması ve mesajı iyi düşünülmüş, son dönemlerin en incelikli siyasi trollemelerinden biriyle karşı karşıya kalmıştık.
İnternetin karanlık suları: trolcülük ve trollemecilik
Kültürler-üstü bir vaka olarak sosyal medya kullanımı 1990’lardan bu yana yeni bir disiplinler-arası çalışma alanı olarak gelişen İnternet Çalışmaları’nın en önemli ilgi alanlarından biri.[1] Fakat, bu yeni toplumsal etkileşim biçimini zora sokar eylemler olarak trolcülük ve trollemecilik üzerine yapılmış çalışmalar bir elin parmaklarını geçmiyor. Mesele daha çok ilgili gazetecilerin ve çevrim-içi platformların gündeminde. Peki kimdir trol? Kavram, birbirini yüz yüze tanımayan çevrim-içi dünyada cemaatleşmiş insanların hassasiyetlerini hedef alan, bir tür ganimet olarak duygusal tepkiler toplayan kışkırtıcı, konu dışı ve hariçten gazel okuyan kimse anlamında kullanılıyor (Wikipedia). Norveç mitolojisinde hileleriyle fesat ve kötülük peşinde koşan troll isimli canavar kavramın bir diğer kaynağı olarak anılıyor. Birini sürüklemek, bir konuya inandırmak anlamına gelen troll kelimesinin günümüz İngilizcesindeki bir diğer karşılığı ise oltayı suda yavaşça çekerek balık avlamak. Fakat, trolcü sabotajlar ile trollemeci tuzaklar arasına ince ama keskin bir çizgi çekmek gerekiyor. Trollerin kötü niyetli, kaba, saldırgan ve genelde hiç bir amaç içermeyen eylemlerine karşın trolleme bir tür bön kisvesi altından ilgisizmiş gibi görünen çaylakça sorularla çevrim-içi dünyada bir meseleyi ciddiyetle savunan kişilerin abesle iştigalini teşhir eden bir taktik olarak anlam kazanıyor. Çevrim-içi trollemenin tarihi internetle başlıyor elbet ama ayrı bir tartışma konusu olarak yukarıdaki tanımla işaret edilen toplumsal tipin arkeolojisini İnek Şaban ya da Keloğlan gibi karakterlere kadar sürmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Onların adam olmaza yatıp adamlık müessesini sorgulayan saflıklarıyla günümüzün trollemeleri arasında bir akrabalık kurmak zor değil.
İnternet araçlarının gelişmesi ve yeni nesil kullanıcılarla birlikte trolcülük ve trollemecilik evrim geçirerek çeşitlendi ve kimi alanlarda birbirinin içine geçti. Söz gelimi, eylemlerini insan davranışları üzerine sosyolojik araştırma amaçlı bir tür “deney” olarak tanımlayan Jason Fortuny’in “Cragslist Deneyi” olarak anılan vukuatı bu evrimin anlaşılmasında önemli bir dönüm noktasıydı. 2006 yılında bir internet sitesine fantastik arayışları olan bir kadınmış gibi mesaj bırakan Fortuny’un çağrısına yüzden fazla cevap gelmiş ve kendisi bu kişilerin gerçek isim, resim ve telefon numaralarını ifşa etmekte bir beis görmemişti. Bu acımasızca dürüst yaklaşım çevrim-içi dünyada mahremiyet, güven, etik, anonimliğin sınırları, fikir ve düşünce özgürlüğü gibi konularda bitmez tartışmaları da beraberinde getirdi. Fakat, 2007 yılında 13 yaşındaki Megan Meiger bir arkadaşının okulda neler yaptıkları konusunda fazlasıyla meraklı annesinin oltasına takılıp intihara sürüklendiğinde işin rengi tümden değişti. Kısa zamanda anlaşıldı ki, gündelik durumlardan kendine vazife çıkarıp başka bir kullanıcıyı gülümseten tuzaklarla tufaya düşürmeye çalışan kullanıcılar yerlerini trolcülük ve trollemecilik arasındaki ince çizgi üzerinde yürüyen seri-katil mizaçlı düzenbazlara bırakmıştı. Amerika’daki okul baskınlarıyla kötü niyetli trolcülük arasında bir bağ olabileceği düşüncesi kabul görür olduğunda mesele aşırı şüpheci bir güvenlik sorunu çerçevesinde ele alınır oldu ve yaptırımların sertleşmesi gecikmedi. Örneğin, 2011 yılında Britanya’da Colm Coss ve Sean Duffy isimli kişiler hayatını kaybetmiş gençlerin anısına açılan taziye sitelerine sistematik olarak “uygunsuz” mesajlar göndermekten tutuklandılar.
Absürt siyasetin gündeminde neresi Zaytung, neresi Hürriyet bize
Türkiye’de durum nedir? Bu konuda bir inceleme, araştırma var mı? Bilmiyorum. Fakat, basına yansıyan çok sayıda haberden anlıyoruz ki sosyal medyada gerçek kimliğini gizleyen kişilerin tuzağına düşerek çeşitli durumlarda mağdur edilen insanların sayısı hiç de az değil. Diğer yandan, bizde farklı bir durum da söz konusu. Tıpkı bildik mizahta yaşandığı gibi, memleketin absürt halleri kabul görür trollemecilik açısından müstesna bir güçlük yaratıyor. Örneğin, (genel basını temsilen) Hürriyet’te yayınlanan bir haberin sosyal medyada “Zaytung haberi sandım la/ya ben onu” yorumuyla paylaşılması vaka-i âdiyeden bir durum. Bu konuda hayli ilginç bir durumu geçtiğimiz Nisan ayında yaşadık. Twitter’da Bedri Baykam’ın cumhuriyetçi hassasiyetlerini kışkırtan mesajlarıyla ün kazanan ve henüz Haziran 2011 tarihinde Ekşi-sözlük’e “Efsane olma yolunda ilerleyen twitter karakteri” olarak giren Beyinsiz Adam isimli kullanıcı Star Gazetesi’nde aynı isimle köşe yazmaya başladı. Diğer bir deyişle akıl sağlığımızı koruya bilmemiz adına Hürriyet ile Zaytung arasında olması gereken bir diğer ince ve keskin çizgiyi ihlal ederek trollemecilikten köşeciliğe terfi etmiş oldu. Fakat, her ne kadar halen anonim yazmaya devam ediyor olsa da basınımızda konumu çok belli bir gazetede sürdürdüğü ‘paylaşımları’ aynı güvenle okunmaya devam eder mi? Bence üzerine düşünmeye değer bir soru. Takipçilerinin bir kısmından gelen “Muhafazakârların Cem Yılmaz’ı olma” eleştirileri bir anlamda bu soruyu cevaplıyor. Belki de, başından beri bildik bir gazetecinin sosyal medyadaki gölgesiydi. Proje tutup, özgün bir takipçi kamuoyu oluştuğunda gazeteye tahvil edilmişti. Gazete’nin müstear isim ve komplo teorilerine meraklı ağır kalemi akla gelince insan bu ihtimal üzerinde düşünmeden edemiyor.
Beyinsiz Adam Vakası’na dair duyabileceğimiz bu şüphe gerçektetrollemecilik müessesinin en can alıcı meselesi. Kötü niyetli kullanımlar bir yana sosyal medya iktidara karşı birçok meseleyi konuşabilmek, “Kral çıplak” diyebilmek için değerli bir görünmezlik pelerini sunuyor. Fakat, çevrim-içi alan gerçekten ‘başıboş’ mu? Sanki bugün olmuyormuş gibi naifçe düşünürsek: Peki ya iktidarlar da bir kısım işlerini el altından yürütmek üzere bu anonim alana sığınırsa? Arap Baharıyla birlikte devrimlerin örgütlendiği bir platform olarak itibar kazanan çevrim-içi dünyanın anonim vaizleri bunca önem kazanmışken aşkın bir trollemecilik biçimi olarak mekanizmayı tersine çevirirse? Mesela, birileri iktidarın iliştirilmiş aktörleri olarak anonim kullanıcılarmış gibi Ekşi-sözlük gibi alanlarda belirli bir mesajı yaygınlaştırmak ya da itibarsızlaştırmak üzere etkinleşirse. Wikileaks Vakası tam da böylesine bir muamma olarak düşmüştü gündemimize. Onca önemli bilgi sızmış mıydı yoksa sızmış gibi mi yapılmıştı?
Buradaki tedirginliği biraz daha açmak adına bizden bir örneğe bakalım. Hatırlarsak, 2011 yılında Galata Kulesi çevresinde içki içilmesinin yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar yaşanırken biri(leri) Facebook’ta bir etkinlik duyurusu yayınlayarak tepkili insanları belirli bir gün ve saatte Kule’nin altında toplanmaya çağırmış, epey bir kişiye de ulaşmayı başarmışlardı. Fakat buluşmanın bir gün öncesinde ilanı hazırlayan(lar) etkinliğin ismini Hükümet yanlısı bir mesajla değiştirerek bu yasağı siyasi muhafazakârlığa göndermeyle protesto etmeye hazırlananları ters köşeye yatırmış ve böylece kavramın hakkını veren bir trolleme vakasına imza atmışlardı. Peki bu davet kötü niyetli bir Cragslist Deneyi olsaydı. Etkinliğin takipçileri tepkilerini daha sert bir dille ifade etmeleri yönünde kışkırtılsa, yorum yapanların çetelesi tutulsa, kimlikleri açıklansa ya da kayıt edilseydi. Olağan kullanıcılar olarak böylesi bir ağa takılmayacağımızın güvencesi var mı? TRT’yi hedef alan trollemeyi sayfasında paylaşan bir arkadaşım hadise açığa çıktığında kendisini taciz uğramış hissettiğini söylemişti. Haksız sayılır mı?
Absürt siyasetin sosyal medyadaki sonucu: Taammüden siyasi trollemecilik
Yeni bir toplumsal etkileşim biçimi olarak sosyal medyayla ilgili güven ve güvenlik sorunu kuşkusuz yeni bir mesele değil. Özellikle Arap Baharından bu yana konuya taraf, karşıt ya da şüpheci pencerelerden yaklaşan binlerce yazı ve videodan oluşan bir literatür oluştu. Bu tartışmalar çerçevesinde yeni bir komplo hikayesi yazmak niyetinde değilim. Fakat, yine de TRT Vakası’nın işaret ettiği absürt siyasetimizin sosyal medyadaki yansımalarında yaygınlık kazanmaya başlayan “taammüden trollemecilik” olarak anabileceğimiz müesseseden rahatsızım ve konu üzerine düşünmekte fayda olacağı fikrindeyim. TRT Vakası’yla gördük ki gündemi yakından takip eden, toplumun hassasiyetlerinin farkında ve bu hassasiyetleri taammüden kışkırtmaya yönelik, haberimsi gibi görünen paylaşımlar üreten kişi(ler) mevcut. Hangi saiklere dayandığını bilmediğimiz bu tip trollemecilik o noktaya vardı ki Ayşe Hür ya da Ece Temelkuran gibi kimi muhalif yazarların kaleminden çıkmış gibi lanse edilen kısa köşe yazıları dahi dolaşımda. Kimileri o kadar inandırıcı ki hiç beklemediğimiz siyasi figürlerin ya da arkadaşlarımızın duvarlarında yer bulmakta zorlanmıyorlar. Meseleye, buradan devam edersek her muhalif görüş ve eylem altında derin bir komplo arayan egemen görüşe teslim olmamak neredeyse imkansız. Trolleme ile provokasyon arasındaki olması gereken bir diğer ince ve keskin çizgiyi düşündüğümüzde bu kaygı bir noktaya kadar haklı da olabilir. Yine geçtiğimiz hafta Ladyimam isimli Twitter kullanıcısıyla ilgili yaşananlar konunun ne denli çetrefilli olabileceğini gösterdi. Bir yanda 170 bin takipçisi olan anonim bir kullanıcının sistemli ve bilinçli olarak kimi hassas konulardaki haberleri çarpıtmak suretiyle Ergenekon’un Twitter’daki uzantısı olduğu iddiası diğer yanda kimliği ifşa edilen bir kadın öğretmenin paylaşımları nedeniyle ölüm tehditleri alıyor olması. Bir süredir sosyal medyada muhalefet yapan kimi anonim kullanıcılara karşı tedirginlik verici bir takip başladığı konuşuluyor. YouTube’da yayınlanan bir videoyla İslam coğrafyasının bir kısmında yaşananları da göz önüne aldığımızda meseleye nereden yaklaşacağımız zor bir soru.
Bu nedenle, niyetim TRT’yle ilgili paylaşımdan bir suçlu çıkarmak değil. Zira, paylaşımla verilmeye çalışılan mesajın bu ülkede çokları tarafından hissedilen bir kaygıya işaret ettiğini düşünüyorum. Toplumun kimi kesimlerini derinden saran bir tedirginlik var. Haziran 2011 Genel Seçimlerinden bu yana birçok kişi yaşam alanlarının daraldığı hissiyatında, vatandaş olmaktan kaynaklı temel haklarını yitiriyor oldukları kaygısıyla yaşıyor. Buna karşın kaygıların dile getirilebileceği araçlar konusundaysa ağır bir yoksunlaşma söz konusu. Her gün bir yenisini yaşadığımız onlarca örnek sıralamak yersiz. Hiç uzağa gitmeden bu gibi kaygıların dile getirilmesi gereken en hayati kürsü olan Meclis’e bakalım. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in 12 Aralık 2011 tarihinde Ana Muhalefet Partisi CHP’li bir milletvekilinin Bakanlık tarafından soruşturma açılan belediyelerle ilgili yönelttiği soruya cevap verirken takındığı üslup bu yoksunluğu kaygı verici bir şekilde örnekliyordu. Hal böyle olunca da sosyal medyada paylaşılan her hangi bir siyasi trolleme her türlü muhalif düşünce ve eyleme karşı aşırı şüphe duyan Hükümet’in ördüğü resmi, gayri-resmi ya da oto-sansür duvarından sızan saf bir gerçekmiş gibi algılanıyor. Elbette ki Türkiye’de böyle bir denetim her zaman vardı. İktidarlar açısından kimi konuların ana-akım medyaya yansıması her zaman sakıncalı görüldü. Bu nedenle de kamuoyu araştırmalarında medya her zaman en güvenilmez kurum olarak belirtilirdi. Fakat, TRT’yi hedef alan trollemenin sosyal medyada nasıl bir dalgalanma yarattığına baktığımızda Vaka’yı böylesi genel geçer bir önerme içinde olağanlaştırmak pek de mümkün değil sanki. Belki de asıl söylenmesi gereken Vaka’nın asıl işlevini toplumun önemli bir arızası olarak siyaset kurumuna olan güvensizliğe işaret ederek yerine getirmiş olduğudur.
Bir deli Midas’ın kuyusu taş atmış...
Peki buradaki arıza nerede? Whitty ve Joinson (2009), İnternet’te Gerçek, Yalanlar ve Güven başlıklı çalışmalarında güveni toplumsal ilişkilerde bir tarafın kendini; karşılaşacağı eylemlerin yararına olacağı beklentisine dayanarak, özel bir denetleme çabasına girme ihtiyacı hissetmeden ve incinebilme ihtimalini gönüllüce kabul ederek bir diğer tarafa emanet etmesi olarak tanımlıyor. Burada tanımlanan güven denkleminde tarafları devlet ve vatandaş olarak düşündüğümüzde olası bir güvensizlik halinde sosyal medya iki taraf arasındaki çatışmadan uzak yeni bir aktör olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar vatandaşı oldukları bir ülkede yaşanan gelişmeler hakkında sağlıklı, doğru ve tarafsız bilgi edindikleri konusunda güvensizliğe kapıldığında bu ‘yabancı’ya kulak kabartıyor ve beraberinde nelerin geleceği pek kestirilemez bir tehlike açığa çıkıyor. Bu çerçeveden TRT Vakası’nın işaret ettiği arızayı şöyle tanımlamak mümkün. Türkiye’de gelişmelerin gündelik basına yansıtılmadığı kadar yansıyanların da Hükümet’in siyasi süzgecinden geçtiğine dair derin bir kaygı kemikleşti. Bırakalım itiraz etmeyi bu kaygıyı dile getirmenin kendisi dahi ayrı bir dert. Bir gazetecinin meydanlarda ‘milletimize’ yuhalatıldıktan sonra işini kaybettiği, sistematik bir itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakıldığı arşivlerde gün gibi duruyor. Yine bir başka örnek olarak Hatay’da Suriye’yle yaşanan gerginliklerin bölgeye yansımalarından rahatsız vatandaşların 16 Eylül’de düzenlediği gösteriye karşı ana-akım medyanın sessiz kalması, polis müdahalesini haberleştirirken kullandığı dil sosyal medyada geniş yankı buldu. Tirajından bağımsız olarak etkili bir okuyucu kamuoyu olan Radikal’de yayınlanan habere gelen yorumlar bu açıdan dikkate değer. Sözgelimi, bir okuyucu hadisenin sunuluş biçimini “Radikal’de eksen kayması” olarak değerlendiriyordu. Hal böyle olunca da, insanlar kaygılarıyla baş etmek, itirazlarını dile getirmek üzere başka taktikler geliştiriyor.
Bir yandan, çevrim-dışı dünyada gerçekte kabullenmediği bir durumu başına bir şey gelir kaygısıyla sineye çekiyor, razıymış gibi davranıyor. Son beş yıl içerisinde gerçekleştirdiği saha çalışmalarına dayanarak konuşan Binnaz Toprak “İktidar ikiyüzlü kimlikler yarattı” derken tam da bu duruma işaret ediyordu. Diğer yandan, aşınan güven çevrim-içi dünyada tesis edilmeye çalışılıyor. Sosyal medyada Ladyimam gibi çok sayıda çevrim-içi anonim vaizin ortaya çıkması biraz da bu durumun bir yansıması. Herkes kimseye açamadığı, ana-akım medyada dile getirilmesine izin verilmeyen dertlerini anonim hesaplardan İnternet kuyusuna fısıldıyor: “Midas’ın kulakları eşek kulakları.” Kuyudan yayılan fısıltılar kralın kükremelerinden daha inandırıcı yankılanıyor. Tam da bu noktada tehlike açığa çıkıyor. Bulanık sularda ava çıkan kişi(ler) taammüden trollemelerle olağan kullanıcıların gündelik kaygılarını suiistimal ederek bir tür kurbanlar cemaati yaratıyor.
Bu tahmini bir çıkarım değil. İbretlik bir vaka olarak hatırlamakta fayda var. 2010 yılında “Hatay İli Samandağı İlçesi Alevi halkı kesiminin 2010 tarihindeki ilk altı aylık raporu” başlıklı bir belge dolaşıma sokulmuş ve sosyal medyaya “Samandağı Kaymakamı Alevileri Fişliyor” şeklinde yansımıştı. Görünüşe göre, Kaymakam Kurtbeyoğlu beldesinde yaşayan Aleviler hakkında MİT’e bir rapor hazırlamış ve böylesi bir fişlemeden beklenecek bir dille çeşitli bilgiler sıralamıştı (28 Mayıs 2010 – Milliyet). Belge özellikle Alevi kamuoyunda büyük infial yaratmış, haftalarca sosyal medyada dolaşımda kalmıştı. Kaymakam belgenin ihale mafyasıyla ilişkili olduğunu iddia ettiği Bereket Sumyataoğlu tarafından hazırlandığını söylemiş (28 Mayıs 2010 – HaberTürk) ve sonrasında bu kişi 13 yıl hapis cezası almıştı (16 Mart 2012 – İHA). Fakat, bu durum dahi iddianın ikna ediciliğine gölge düşüremedi. Bu belge halen dolaşımda ve ilk defa karşılaşan insanların Facebook duvarlarında çok tanıdık feveranlarla yer bulabiliyor. Eğer, Hükümet’in ısrarlı çabalarına dayanan mevcut kaygı iklimi oluşmamış olsaydı Yetenekli Bay Sumyataoğlu Kaymakam’ın ayağını muhtemelen daha amiyane bir taktikle kaydırmaya çalışacaktı. TRT Vakası’na bu çerçeveden yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Meselenin komplocu yorumlarını bir kenara bırakıp toplumsal ruhiyatımızı siyasetin yeni müessesesi taammüden trollemeciliğe karşı savunmasız bırakan koşullar üzerine konuşmak gerekiyor.
Son söz yerine: Aslına bakarsanız, burada tartıştığımız meseleye çok benzer bir vaka hemen 12 Eylül öncesi yaşanmıştı.[2] Döneminde bir çok kurum ve kişiye Bican Balçıkhisarlı müstear ismiyle çeşitli tarihsel ve siyasi iddialar içeren mektuplar gönderen kişi 1980 yılının Şubat ayı sonunda kamuoyuna hitaben Milli Güvenlik Kurulu imzalı 10 maddeyi içeren bir muhtıra mektubu göndermiş Ankara’da yer yerinden oynamıştı (“Akla Kara,” 21.02.1980 – Demokrat Gazetesi). Sonrasında tüm bu dönemdeki ‘paylaşımları’ nedeniyle Sıkı Yönetim Mahkemesi’nde yargılanan Balçıkhisarlı’nın akıl sağlığı yerinde bulunmadığından cezai ehliyeti olmadığına karar verilmişti. Bu hadise TRT Vakası’yla birlikte hatırlandığında memleket ruhiyatının günümüzdeki tedirginliğiyle 12 Eylül öncesi hali arasında benzerlikler kurabiliyor insan.
[1] Yazıyı okuyarak eleştirilerde bulunan Mehmet Çayırezmez’e teşekkürlerimle.
[2] Hadiseyi ve ilgili kimi dokümanı benimle paylaşan Mesut Özcan’a teşekkürlerimle.