Feminist yazılarına rastladığımız ama kitap olarak bugüne kadar siyaset bilimi alanındaki yayınlarıyla bildiğimiz Alev Özkazanç, bu kez okuyucunun karşısına, Cinsellik, Şiddet ve Hukuk isimli ilk feminist kitabıyla çıkıyor. Bu beklemiş “ilk”liğin haklı nedenleri vardır kuşkusuz. Ancak bu gecikmenin cinsel şiddet/taciz gibi mayınlı bir alanla kırılması da oldukça anlamlı. Çünkü elinizdeki kitap, bu coğrafyanın kamburu olmuş kadın cinayetleri, cinsel şiddet/istismar vakalarından, bu vakaların çokluğundan ve bin bir surata bürünen hallerinden duyulan birikmiş bir rahatsızlığın dışa vurumu. Peki bu kişisellik, kitaba nasıl mı yansımış? Bugüne kadar hakim feminist politikanın konuyla ilgili kör kaldığı, atladığı bağlantıları artık tartışmaya açma isteği ve sorunun çözümüne dair samimi bir davet biçiminde. Sakın yanlış bir sanı uyanmasın. Özkazanç, bu daveti, “doğru yolu göstermeye” gelmiş feminist bir Mesih edasıyla değil, bilakis, tartıştıkça hep birlikte öğreneceğimiz, yakalayacağımız, keşfedeceğimiz önemli düğüm noktaları olduğunu imleyerek yapıyor. Keza, aksi bir tutum, kendini hala feminizmin “joker”i gören ve asla ”feminist/pskianalist uzman” sıfatıyla yazmadığını söyleyen bir akademisyene ait olamazdı. Dolayısıyla kitabı okurken karşınıza, işaret ettiği noktaların da hesaba katıldığı verimli bir politik alan tahayyülü kuran; öğreten değil, sizinle konuşan, kafasında yanıtsız kalmış soruları size de soran, bu sorulara birlikte cevap bulalım diyen bir yazar çıkıyor. Kısacası, bu çalışma, hem feminist hem politik ama en çok da insani bir duyuşun ve duruşun ürünü. Bu yüzden, kitabın başlığına bakarak kuramsal bir hatta ilerleyen, raporlar, istatistikler ve disipliner bir dille konuşan cinsel şiddet analizi beklemeyin. Tam tersi, en insani durumlarımızdan, insanlık hallerimizden geçen bir şiddet olgusunun analizinin içine girecek, bu kadar gerçekliğimize dokunduğu için yazıların politikliğini fark edecek, politik olanın aynı zamanda nasıl ve neden teorik olduğunu da keşfedeceksiniz.
Bu çerçevede genel olarak şiddeti ama özel olarak ve esasen kadına yönelik şiddeti sorunsallaştıran “Cinsellik, Şiddet ve Hukuk” isimli bu 'ilk feminist' kitabında Özkazanç, ardı ardına kamuoyuna yansıyan ve artık hasıraltı edilemez hale gelen bu maraziliğe, cinsellik ve hukukla süregelen ittifakını da hesaba katarak odaklanmış. Cinsellik kodları ve hukuk terimlerinin tiradından ibaret kalmış şiddet analizlerinin aksine, Özkazanç, kadına yönelik erkek şiddetinin cinsellik ve hukuku da dışlamayan ama bu coğrafyanın dinamiklerini ön plana çıkaran toplumsal psişik bir okumasını yapıyor. Bu bağlamda çalışması feminist çağdaşlarının analizlerinden radikal bir biçimde ayrılıp, feminist politika adına taptaze, çok daha reel bir zemin açmakta.
Bu radikalliği şöyle tanımlamak mümkün: “Çatışma”yı kurucu bir öğe olarak tanıyan ama onun aynı zamanda ilişkiselliği, ötekine açıklığı, açlığı, tutkuyu barındırdığını göz ardı eden psikanaliz ile tek bir cinsin (kadının) taraflılığına dönüşmemiş bir feminizmi buluşturma girişimi. Böylece yazar, psikanaliz literatürüne içkin ve temel olduğunu bildiğimiz bir tartışmayı, şiddetin öznenin oluşumuna içerideki bir süreçte mi dahil olduğu yoksa dışarıdan kötücül bir unsur olarak mı katıldığı yönündeki argümanları eleştirel bir şekilde analizine dahil ediyor. Bu anlamda kitapta öne çıkan feminist ton, gerisinde sağlam bir psikanalist eleştiriyle birlikte ilerlemekte. Kanımca, hem ön sahnede hem dip perde de bu türden zengin bir eleştirel bakışı barındırıyor olması kitabın gücünü oluşturan esas nitelik. Bu çerçevede, konu ile ilgili farklı makalelerini ve söyleşilerini derlediği kitabın “Psikanaliz, Feminizm ve Şiddet” başlıklı ilk makalesinde Özkazanç, feminist kuramın çok uzun zamandır beslendiği psikanalist tartışmaların tarihsel gelişiminin seyrini açıyor. Makalede psikanalizmin/ feminist psikanalizmin son derece karmaşık kuramlarının toparlayıcı, anlaşılması kolay bir derlemesi de sunulduğundan makalenin işlevselliği ayrıca belirtilmeli.
Şiddetin bizzat benliğin oluşum momentleriyle eş zamanlı geliştiğini belirten Özkazanç, bu oluşumun illaki ayrıksı ve kötücül bir eleman olarak değerlendirilmemesi gerektiği düşüncesine sahip. Bu bakış, yazarın, öznelliğin kuruluşunda merkezi önemi yadsınamaz cinselliği şiddetle buluşturmasını, her ikisini, birbirinin içinde öznelliğe haiz olarak çözümlemesini kolaylaştırırken, biz okuyucuların da mahrem ilişkilerde şiddeti anlamlandırması için daha gerçekçi ve tatmin edici bir perspektif sunmakta. “Ben” in oluşumunda cinsellik ve şiddet kaçınılmaz olarak diğeri ile ilişkiselliği ifade ettiğinden, “ben” in oluşumunda “öteki”ne paradoksal biçimde oldukça etkin bir alan açılmış. İşte Özkazanç, bu diyalektikten yararlanarak, etkinlik, etkisizlik, nefret, aşk, korku, merak, öfke, kırılganlık, bağımlılık kavramları üzerine yeniden düşündüren, “ezen” ve “ezilen” konumlarının mutlaklığını altüst eden ve 'iktidar'ı, normlar/egemenler ile dışlananlar/kenarsallaştırılanlar arasında salındıran, gezdiren kısacası muhafazakar siyasal-toplumsal söylemlerin ve bunların basit bir anti argümanı niteliği taşıyan indirgemeci feminist yorumların ezberini bozan bir analiz ortaya koyuyor. Bu sayfalarda hepimize en tanıdık bireysel, toplumsal hallerimizden örülmüş grotesk bir oyun izlediğinizi düşünecekseniz.
Kitabın bir diğer etkileyici makalesinin konusu, Wisconsin Üniversitesi’de akademisyen olan Jane Gallop’un, “Cinsel Tacizle Suçlanan Bir Feminist” olması. Yazar, bu yazıda cinsel tacizi, güç asimetrisi içine sıkıştırarak kavramak ile ayrımcılık çizgisinde analiz etmek arasındaki farkı sorgulamakta. Bir önceki makalede konumları ve kavramları birbiri ile çakıştırarak ters yüz ediş tarzının bu makalesinde daha da belirginleştiğini söyleyebilirim. Zaten Özkazanç’ın analizlerinin çarpıcılığı da bu en somut insani örneklerden yola çıkarak ve onlara değerek, onlarla marine edilerek biçimlenmesinden kaynaklanıyor.
Bu makale boyunca cinselliğin, bir üst konum ve alt konum arasındaki ilişkiselliğe dahil edilişini taciz olarak kodlamanın alt konumdakinin cinsel arzu ve rızasını en başından reddeden bir yaklaşıma, üst konumunsa üstünlüğünü besleyen bir retoriğe nasıl hizmet ettiğini fark ediyoruz. Daha yerinde bir ifadeyle Özkazanç’ın bu çözümlemesinde, cinsel tacizi asimetrik konumlara tıkalı kalarak okuyan, eril hiyerarşik konumları güçlendiren ve bu yüzden alt statüde konumlandırılmış özneleri, çoğunlukla rızaları olmayan mağdurlar olarak hukuk metinlerine yerleşmesine neden olan korumacı yaklaşımların aslında cinsiyetçi kültürün mimesisinden başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Çünkü burada, üniversite ortamında “güç”lü konuma sahip birine (hoca, tez danışmanı vs.) duyulan cinsel arzuya, cinsel taciz anlamı yükleyebilenin aslında cinsiyetçi karşıtlıklar içinde düşünmeye alışmış toplumsal bellek olduğunu hatırlatan bir anlatı var. Bu yazının ardından, aynı anlamlandırma tarzının cinsel taciz ve şiddeti de “rızaya dayalı bir ilişki” kılığına sokabileceğini gösterdiği, “Assange Olayı”nı yorumladığı makalesine yer vermesi kuşkusuz ki tesadüf değil. Yazar bu şekilde, en başında ortaya koyduğu argümanını yani, değişen bağlam, kültür ve toplumsallığa bağlı olarak kavramların, tutumların, şiddetin nedenlerinin ve sonuçlarının katmerlenebileceğini ya da tam tersi başkalaşabileceğini kanıtlıyor. Cinsel bir suçlamanın, politik kutuplar arasındaki hatta uluslararası girift ilişkilerin rengini belirlemede ne kadar etkili olabileceğinin resmini çeken yazarın, bu karşılıklı paslaşmalara feminist söylemin alet edilebileceği, siyasi prestij ve güç çıkarları arasında adeta bir bumeranga dönüşebileceğine dair uyarısı ise yabana atılacak gibi değil. Bu noktada bir parantez açarak kitabın sağlam bir diğer dokusunun da okuyucuda yarattığı bu farkındalıkları göze sokmadan, her bir metinde kendini tekrar etmeden yaratabilme becerisine bağlı olduğunu belirtmem gerekir.
Sonraki sayfalarda bu sefer Türkiye’de kendine toplumsal ve hukuksal tartışma alanı açmış iki cinsel vaka, Hüseyin Üzmez olayı ile MHP’nin seks kasetleri skandalı işlenmiş. Bu iki olaya, cinsel taciz, skandal ve rıza kavramlarını dünyada tartışıldığı farklı bağlamlarda ele alan diğer iki yazının, -Gallop ve Assange yazılarının- ardından değinilmesini yani makalelerin bu yönde dizilişini önemsiyorum. Çünkü, bu sıra ve söz konusu iki vaka, aynı olgu ve tartışmaların bu kez bu coğrafyada, içimizdeki tezahürünü görmemizi sağlarken, Türkiye’de hukuksal enkazı kavramak için okuyucuya karşılaştırmalı bir bakış açısı da kazandırıyor.
Bu yazılarda siyasi ideoloji, din, kurumsal yozlaşma ve ataerkillik arasında genişleyen, bileylenen bir cinsel şiddetin toplumsal-siyasal pandomimi ortaya çıkmakta. Ancak Özkazanç, aynı zamanda olayları maskeleyen katı İslamcı-laik politik yorumları perdesini de kaldırıyor ve bunu yaptığında, sınıfsal fark, statü ve yaş farkı gibi değişkenlerle işleyen bir ahlak kavramı etrafında cinsel istismar ve mağduriyetleri çirkince kusan sosyal bir sahne tüm çıplaklığıyla yüzünüze çarpıyor. Yaratılan toplumsal farkındalık ve tepkiye, iyileştirilen hukuksak metinlere rağmen, bütün bunlardan azade işleyen eril pazarlıklarla kurulmuş ahlak kavramına dikkat çektiği bu etkili makalenin yaklaşımı, başka bir çok toplumsal gerçekliğin analizine de dahil edilmeyi hak ediyor.
Yazar, siyasi özneleri karalamada her zaman etkili bir araç olduğunu bildiğimiz onaylanabilir cinsel ilişkilerin dışında yaşanılan cinsellikleri deşifre eden kaset skandallarını işlediği yazıda ise, “hak”, “ahlaksızlık” “görev” ve “sorumluluk” gibi kavramlara ad değiştiren oynak zeminleri ustaca deşifre etmiş. Haksız eleştiri yapmaktan çekindiğini her makalesinde hissettiğiniz bu duyarlı kalem, bireysel ahlakı değil, siyasetin aracı olmuş eril bir ahlakçılığın ikiyüzlülüğünü eleştirdiği satırları ile, Türk siyasetinin girilmemiş sokaklarına cesurca işaret ediyor.
Yazarın feminist duruşunun öne çıktığı söyleşileri kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Üniversite ortamında gerçekleşen cinsel tacize karşı Ankara Üniversitesi’nde kurulan Cinsel Taciz Ve Saldırıya Karşı Destek Biriminin (CTS) oluşum hikayesini anlattığı uzun söyleşi özellikle ehemmiyetli. Çünkü bir ülke özgülünde, bir kampüsün ya da kurumun öznelliğinde ve bir ilişkinin kendine has dinamikleri içinde cinsel taciz sorununa cevap aramayı hedefleyen bu birim hem üniversite içinde hem de dışındaki kadınların yararlanabileceği etkili bir mekanizma olarak öne çıkmakta.
Türkiye’de artan kadın cinayetlerine dair verdiği söyleşide, bu vahşeti, psikanalist kuramın somutlaştığı, ete kemiğe büründüğü Yasa, Norm, Yasak simgeleri temelinde irdeliyor. Bu söyleşide ahlaki norm ve kuralların aslında sanıldığı gibi kusursuz işlemediği; anormal sayılan, dışlanan, çukurda bırakılan cinsel kimlik ve cinsellik biçimlerinin kaçamak, gizil, perdeli, biçimde yaşandığı; üstelik simgeselin bu ikilemi bizzat ürettiği; üretmeden var olamayacağı iddiasıyla da zenginleştirilmiş psişik bir toplumsal okumayla karşılaşıyorsunuz. Eril şiddetin neo liberal küresel politikalar ile muhafazakar ahlak politikaları arasındaki gerilimden kaynaklanan veçhelerinin de altını çizdiği satırlarda, şiddet uygulayan erkeklerin kanımca birer piyeroya[2] dönüştüğünü göreceksiniz. Bu yüzden, bu konuda bugüne kadar aşina olduğumuz feminist argümanların aksine, Özkazanç’ın feminizme, köreltilen heyecanını, gündelik hayata bulanan canlılığını yeniden iade ettiğini söylemek hiç abartı olmayacaktır.
Şiddet kavramını diğer birçok farklı kavrama ikame edişimize; cinsel şiddetin anlam ve alanını inanılmaz genişletip, esnekleştirişimize; suçu bireyselleştirirken, suç gibi görünmeyen fiilleri gözden kaçırışımıza; kısacası feminist ya da muhafazakar korumacı repliklerin çarptığı duvarlara, bu duvarların altında kalan parçalara ve bu parçalar üzerine tekrar inşa edilen cinsiyetçiliğe işaret eden bu kitabı, Özkazanç’ın bundan sonraki feminist çalışmalarına bir önsöz olarak tanımlıyorum. Nitekim, her makalesi heyecan veren birer fragmanı andıran bu çalışma, okuyucuda filmin tamamını izleme arzusu yaratıyor. Feminist politikanın ve kuramın bu farklı duruş ve yaklaşıma çok ihtiyaç duyduğunu siz de fark edeceksiniz.
*] Genel geçerlik kazanmış anlatımları, klişeleri, yeni biçim ve önerileriyle kökten aşmaya yönelik tiyatro hareketleri.
[2] Fransız tiyatrosunda, hüzünlü, aslında hep yalnızlık çeken bu yoksunluk yüzünden başkalarına kötülük yapan, zarar veren, üzen trajikomik tip.