Aklımda epey yer etmiş olmalı ki, hâlâ teferruatıyla hatırlıyorum: bundan birkaç yıl önce, Kanada’nın hayli kuytuda kalan Halifax şehrinin kuytu bir köşesinde küçük bir öğrenci topluluğu, dünyadaki gıda rejimine ve açlığa karşı ellerinde pankartlarla bir yürüyüş yapmıştı. Normal şartlarda pek ilgi çekmeyecek bu yürüyüş dikkatlerden kaçmamış, ulusal medyaya da yansımıştı, çünkü Halifax’daki Dalhousie Üniversitesi’nde verilen ‘uygulamalı’ bir dersin gereği olarak yapılmıştı. Adı düpedüz ‘aktivizm’ olan bu ders, öğrencileri aktivizmin kuram ve tarihi ile tanıştırmak kadar, onları bilinçli ve etkili eylemlerde bulunmaya teşvik etmeyi amaçlıyordu.
Dersin üniversite müfredatına alınmasına fakültede itirazı olanlar yok değildi. Bazı öğretim üyeleri, adı ‘aktivizm’ olan bir dersin, ister istemez belirli ideolojik saplantıları, türlü radikal akımları hatta doğrudan doğruya şiddeti çağrıştırabileceğini öne sürmüşlerdi. Gerçekten de, aktivizm dersi fikri aslında Kanada’da pek de yeni değildi ve Ottawa Üniversitesi’nde Denis Rancourt’un sonradan müfredattan kaldırılan aktivizm seminerlerinin başına geldiği gibi, geçmişteki bazı benzer nitelikteki derslerin bir kısım öğrencisinin çeşitli bombalama ve şiddet eylemlerine bulaştığı henüz unutulmamıştı.
Dalhousie Üniversitesi’ndeki aktivizm dersinin sahibi ve hocası Prof. Robert Huish, dersi açma talebinin öğrencilerden geldiğini belirterek, bu itirazlara karşı şu minvalde bir açıklama getirmişti: “Öğrenciler seslerini nasıl duyurabileceklerinin yolunu yordamını bilmek istiyorlar. Yani bir iletişim arttırma talepleri var. Ben bu dersi, bu iletişim arayışını kolaylaştırmanın bir aracı olarak görüyorum. İletişimi arttırmanın en önemli koşulu, aklı şiddetten ayırmaktır. Aktivizmin kötü anlarını, iyi anlarından ayrıştırma işi, bu dersin nihai hedefidir. Öğrencilerin, analiz gücünü kullanarak, bir eylemin niçin istenen bir mesajı iletemediğini anlamaları, iletememe nedenlerini X, Y, Z olarak ortaya koyabilmeleridir önemli olan. Sözgelişi bir yürüyüş, eylemin en dikkat çeken tezahürlerindendir ama, bir parlamento üyesine mektup yazmak, düzgün bir basın duyurusu hazırlamak ya da bir gösteri izni almak da, o eylemin vazgeçilmez öğelerini oluşturur. Tüm ders notunun %15’ine karşılık gelen de bu öğelerin tamamıdır, yalnızca yürüyüş değil. Nitekim yürüyüşe katılmak mecburi değil, isteğe bağlıdır”(Globe and Mail, 9/12/2010).
Prof. Huish’in bu açıklamalarıyla, aktivizm dersinin müfredata girmesi büyük bir dirençle karşılaşmamıştı. Üstelik yalnız fakülte içinden değil, toplumun değişik kesimlerinden de destek görmüştü. Hatta Halifax emniyet yetkilileri dahi, başıbozuk bir gurupla karşılaşmaktansa bilinçli bir aktivist kitleyle uğraşmayı yeğlediklerini belirtmişlerdi.
Tabii bambaşka açılardan aktivizm dersi fikrine şüpheyle bakanlar, ters tepki gösterenler de pek az sayılmazdı. Aktivizmi üniversiteye yakıştıramayanlar kadar, üniversiteyi aktivizme ‘yakışık’ bulmayanlar da vardı. Prof. Huish, aktivizmin üniversiteye çok yakıştığını, nitekim tarihte en başarılı sosyal hareketlerin kampüslerde yeşerdiğini söylüyordu. Abartılı da olsa, bu gözlemde bir gerçek payı bulunabilir. Prof. Huish ayrıca, aktivizm dersinin yurttaşlık bilincini yükselteceğini, bu dersin aslında genişletilmiş bir “yurttaşlık bilgisi” dersi olduğunu söylüyordu ki, kuşkusuz çok doğru. Fakat Prof. Huish, aktivizmin öğretilebilir, dersi verilebilir bir faaliyet türü olduğunu da savunuyordu. İşte bu noktada, en hafifinden tereddüte düşmemek zordu.
Zira aktivizmin, müesseselerin en ‘açık’ biçimlerinden biri sayılan üniversiteler de dahil olmak üzere, hiç bir müesseseyle bağdaşmayan bir boyutu olduğu muhakkak. Nitekim, itirazların en sık dile geleni şuydu: “Aktivizmin dersi mi olurmuş! Aktivizm öyle bir şey ki, sadece yapılır; konuşulması onu ertelemekten, ötelemekten, bir bakıma yok etmekten başka bir şeye yaramaz”. Gerçekten de, aktivizmde kendiliğindenci dinamiklerin, öngörülemezliklerin ve belki de herşeyden önce öfkenin dizginlenemez gücü saklıdır. Bu açıdan bakıldığında, özellikle Amerika’da bol örneklerini gördüğümüz ‘yaratıcı yazarlık’ (‘creative writing’), ya da türlü ‘bilinç yükseltme’ (‘consciousness raising’) derslerinde kolaylıkla sezilen beyhudelik duygusu, pekâlâ aktivizm dersi fikrinde de kendini hissettirebilir. Bu anlamda aktivizm dersleri, öğrencilerin en kıymetli cevheri olan heyecan ve öfkenin sinsice yahut farkına varılmadan törpülendiği bir mecra olmanın ötesine gidemeyebilir. Dahası, ‘dalgacılar’la ‘inekler’ arasındaki ayrışmayı pekiştiren bir boyutu da olabilir bu mecranın.
Nitekim bazı müstehzi yorumcular, kimi heyecanlı öğrencilerin yurttaşlık sorumluluğu adına aktivizm türü ‘beyhude’ derslerle oyalanırken, kimi atom karıncaların matematik, fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi ‘esas’ derslere yoğunlaşarak eşik ve sınıf atladığını diline dolamıştı (Bu atom karıncaların başında, “harıl harıl ders çalışmaktan ve en iyi notlarla sınıf geçmekten başka birşey düşünmeyen” Çin ve Asya kökenli öğrenciler vardı kuşkusuz). Bazı başka yorumcular da, çoğu ‘sıkı’ aktivizm öğrencisinin, bilimsel veya ‘pozitif’ alanlarda dikiş tutturmak şöyle dursun, ülkenin daha geniş politik hayatından bile bihaber olduğundan, seçimlere ve daha konvansiyonel politik süreçlere dahi doğru dürüst katılmadığından, genellikle de kendi gettolarında demlenmeyi yeğlediğinden dem vurmuştu.
Doğrusu, konunun bu yorumcuların kestirip attığı kadar basit olmadığını görmemek zordu. Eğer okulda illaki bir ‘yurttaşlık bilgisi’ dersi olacaksa, bunun öncelikle bir ‘aktivizm dersi’ olarak kurgulanması hiç de kötü görünmemişti bana. Üstelik, bazı Wall Street protestocularının kendileriyle yapılan söyleşilerde, okullarda aktivizm dersi verilmesinin protesto hareketlerine katkı sağlayacağını söylemeleri ve bu yönde bir ihtiyaç belirtmeleri de ilginç gelmişti. Aktivizm tarihi ve sosyolojisi üzerine çalışan ve Prof. Huish’in girişimini hararetle destekleyen bir başka profesör, Jaqueline Kennelly, bir konuşmasında aktivizmin sadece öğretilebileceğini değil, mutlak surette öğretilmesi gerektiğini savunuyor ve şöyle diyordu: “Aktivizmin bir ilham dalgası gibi ruhun derinliklerinden fışkırdığı, yahut âdetâ bir vahiy gibi yoktan varolduğu fikri gerçeklerle pek uyuşmuyor. Aktivizme dair bu kendiliğindenci algı, aşılmış ve hayli romantik bir yaklaşımın ürünü”.
Diğer taraftan, aktivizm dersi düşüncesini dikkate değer bir husus olarak görmekle birlikte, ilk duyduğumda iyice yadırgadığımı anımsıyorum. Çünkü nihayetinde ben de aktivizm kavramını herhangi bir ders veya müfredat fikriyle kolayca bağdaştıramayanlardandım, hâlâ da öyleyim. Bu hesapla, benim de ‘romantik ekol’e dahil olduğum açık.
Son zamanlardaki başarılı ve ses getiren protesto eylemlerini düşündüğüm zaman, aktivizmin derslerle kotarılacak bir iş olmadığı yönündeki inancım daha da pekişiyor. Bu eylemlerin sonuncusu ve belki de şahikası, Gezi’de yaşananlardı kuşkusuz. Ülkenin tarihinde bir çığır açan ve Türkiye’yi demokrasiye bir katkı öğesi olarak ilk defa dünya gündemine oturtan Gezi eylemleri hakkında daha şimdiden çok şey yazıldı, çizildi; arkası da mutlaka gelecek, çünkü ne kadar konuşulsa, önemsense yeridir. Burada Gezi eylemlerinin değerlendirmesine girecek değilim, ancak olayları asgari bir serinkanlılıkla okuma becerisi gösterenlerin buluştuğu ortak bir nokta var ki, onu da vurgulamakta yarar var: Gezi olayları, sonradan ne kadar oraya buraya çekilmeye çalışılırsa çalışılsın, özünde güdümsüz ve öndersiz bir hareketti; başlıca karakteristiği de, öndersizliği kadar, kendiliğinden, spontane niteliğiydi. Zaafları kadar esas gücü de, malum, bu niteliğinde gizliydi.
Gezi-öncesi dönemdeki türlü protesto eylemlerinde sönük ve tekdüze sloganlarla karşılaştığımız zaman, arkadaşlarımla birlikte kendimizi bazen ne kadar çaresiz hissettiğimizi hatırlıyorum. Hele sloganların hecelendiği detone sesler kulağımıza çarptıkça, “şu protestocu çocuklar bir müzik eğitiminden, hiç değilse bir şan dersinden geçse ne şahane olur” diye aramızda şakalaştığımızı, hatta kimimizin, aktivizm dersleriyle donanmış cıva gibi bir protestocu kitlesinin meydanları şenlendirmesini içeren fanteziler kurduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Ama işte, bütün o fanteziler Gezi’de fazlasıyla gerçek oldu. Ne var ki, orada tanık olduğumuz zeka pırıltısı, mizah inceliği, nağme zenginliği, tam da Prof. Kennelly’nin dediği şekilde, bir vahiy gibi inmişti âdetâ. Gezi’yi Gezi yapan bu öğeler, herhangi bir dersin hele de bir aktivizm dersinin ürünü hiç değildi. Bu zaten teknik olarak mümkün değil, çünkü Türkiye’nin hiç bir okulunda aktivizm dersi kavramına yaklaşabilecek herhangi bir şeyin esamesi okunmaz. Düşünüyorum da, böyle bir şey mümkün olsaydı ve Gezi’nin ön saflarında yer alanların önemli bir bölümü herhangi bir aktivizm dersi görmüş kişilerden oluşsaydı, acaba sonuç aynı olur muydu? Polisin ve hükümetin Gezi’yi çok kötü yönettiği açık, fakat Gezi de acaba polis ve hükümeti bir şekilde yönetmenin ya da yönlendirmenin yolunu bulabilir miydi? Hiç bir dersin eksik olan bir önderliği ikame etmesi elbette mümkün değildir ama, ders sıralarında öğrenilmiş bazı yetilerin olayların akışını etkilemekte hiç bir rolü olamaz mıydı acaba? Buna karşılık, ‘mektepli’ protestocular gerek Türk gerek dünya kamuoyunun gönlünü fethetmekte ‘alaylı’ protestocular kadar başarılı olabilirler miydi? Bir takım değişik beceriler edinmiş bu mekteplilerde, aynı heyecan ve pırıltıya rastlayabilir miydik acaba? Ne kadar tartışılsa, yanıtları herhalde hep meçhul kalacak sorular bunlar.
Ancak, protesto eylemleri çoğunlukla başta devlet olmak üzere örgütlü güçlere ve kurumlara karşı yapıldığına göre, bu eylemlerin en ‘spontane’ olanlarının dahi asgari düzeyde bir örgütlülük gerektirdiği su götürmez. Bu açıdan bakıldığında, aktivizmin bir ‘ruhu’ olduğu kadar, hesabı-kitabı, belirli bir lojistiği—yani ‘maddesi’ de vardır şüphesiz. Yalnızca bir sanat değil, aynı zamanda bir zanaat, hatta bir bilim olarak tanımlanabildiği ölçüde, aktivizmin ders sıralarında öğretilebilir bir boyutu olduğu düşünülebilir. Prof. Huish’in müfredata soktuğu ve okulda geliştirmek istediği de, aktivizmin bu boyutu olsa gerek.
Sonuçta, aktivizm dersleri günün birinde Türkiye’deki üniversitelerde de verilmeye başlarsa, hiç fena olmayabilir; en azından görüntüsü herhalde pek hoş olur. Ama tabii o güne daha çok var; üstelik, ufuktaki o gün yaklaşmak yerine gitgide uzaklaşmakta sanki.
Lâkin, aktivizm derslerine olan ihtiyacın artık Türk toplumunda da hissedildiğine ilişkin güçlü emareler mevcut. Bu ihtiyacı teoride topluma öncülük etmesi beklenen üniversiteler yerine başka kurumların ve sivil toplum örgütlerinin karşıladığı anlaşılıyor. Örneğin son yıllarda BDP akademilerinde, sivil itaatsizlik ve “şiddet içermeyen eylemler” üzerine çeşitli dersler verildiğini duyuyorduk. Geçenlerde bu tür istihbaratı güçlü olan Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, benzer derslerin, Alevi ve Kürt tabanına dönük olarak bazı derneklerde de “harıl harıl” verildiğini yazıyordu (07/08/2013). Tabii bu dersler nedir, neye benzer, ayrı bir konu. Bunların Prof. Huish’in öngördüğü akademik format ve içerikle pek alâkası olmadığını kestirmek zor değil. Ama kimbilir, ‘aktivizmin ruhu’ denen bir şey varsa, belki de asıl bunlarda mevcuttur.