Türkiye’de müşterek kuyruk acıları vardır. Sağcısı solcusu Müslümanı hepsi muzdariptir. Birbirinin kafasını koparmaya meyilli insanlar dahi bu müşterek konularda can ciğer kuzu sarması olabilirler.
Medya misal. Yahut eğitim. İrrasyonel eğilimlerinden dolayı birçok insan konuşmaya “bizimki yine fena değil” diye başlayabilir. Yahut on yıllar sonra ‘haytalıklarını’ şehvetle anlatabilir. Ama genel eğilim şudur: Bu ülkede, askerden, medyadan, okuldan kaçılır.
Bu örneği çok fazla verdim bugüne kadar ama NTV’de yıllar önce bir açık oturum izlemiştim. Tarih bölümü akademisyenleri tarih eğitimini konuşuyorlardı. Hiçbir konuda uzlaşamamışlardı. Tek konu hariç. Hepsi akademik tarih eğitiminin ilk yılını daha önce öğretilenleri unutturmakla geçirdiklerini, başka türlü herhangi bir eğitimin mümkün olmadığını anlatıyorlardı. El kadar çocuklar hayatlarının ciddi bir bölümünü yalan yanlış şeyler anlatılan duvarlar arasında envai çeşit aşağılanmaya maruz kalarak geçiriyor.
Eleştirel bir eğitim yazısı hep tezahürat görmüştür, bu sebeplerden dolayı. Meğer ki öğretmenlere laf etmesin. Öğretmenlik kutsaldır diye başlanır hemen. Öğretmenleri (muhtemelen az paraya çok iş az güvence sebebiyle) bu “nalet” sistemin parçası değil mağduru olarak görme eğilimi vardır. Öğretmenlerin cahilliklerinden, el kadar çocukları aşağılama eğilimlerinden bahsedilmesi cesaret ister. Ağzınızı açın bakalım, ne biçim “camiaya laf etmekten” taşa tutulursunuz. Oysa herkes bilir ki o camia da sistemin münhasıran parçasıdır. Bu şekil patolojik bir sistemin bütün parçaları eşzamanlı olarak mağdurlarıdır da. Öğrenci mağduriyetinin bir farkı vardır ama. Öğretmenleri oraya hayat gailesi getirmiş olabilir. Öğrencilerin hayatlarının en güzel yılları “evladım okusun” fenomenine cebren teslim edilmiştir.
Cebir sahibi de aynı yollardan geçmiştir. Ya başka türlüsünü bilmediğinden yahut “bu sefer başka olacak” umudundan bu döngü hiç durmaz.
Okul bir yandan da sosyallik ve çevre vesilesidir. Yeni insanlarla tanışmak konusunda kültürel olarak problemli toplumumuzda çok önemlidir sınıf arkadaşlıkları. 30 yıl geçer hala pilav yerken kim kimle çıkmıştıyı konuşacak kadar enerjiktir muteber liselerin öğrencileri. Genellikle asıl öğrenilen pi sayısı filan değil, sosyallik ve itaatkar bir formuyla toplum içinde ellerini nereye koyabileceğin ya da koymaman gerektiği filandır. Okulda, sahiden ağır müfredata rağmen marjinal örnekler hariç kimsenin pek bir şey öğrenmediği açıktır.
Bir de uzun okul saatleri sonrasını ıvır zıvır kurs ve atölyelerle dolduran ebeveynleri Allah ıslah etsin, o ayrı bir konu.
Hal böyleyken, ben kendi adıma bir demokratik okul beklentisi içinde değildim. Öyle ya, halde belli bir müfredat, sabit milliyetçi müsamereler var. Önyargılar var. Amaç mutlu olmaya yahut bir şeyler öğrenmeye çok uzak. Neredeyse tek dert “üniversiteye girmek” hadi bir de “lisan öğrenmek”.
Hakim düşünce şekli bu iken bir alternatif okul ne yapacaktı?
Derken “Başka bir okul mümkün” derneğinden, oluşumundan haberdar oldum. İçimde bir yoğun tedirginlik ve heyecanla irtibata geçtim. Önce ikna sonra üye oldum.
Tedirginliğimin sebebi çok açık. Benim ve (yaşıtım birçok arkadaşımın) hayatı Türkiye’de çuvallayan romantik projelerin çıkışına ve batışına iştirak yahut şahitlik etmekle geçmişti.
Önce Feyza Eyikul ile tanıştım. Sonra sırasıyla Ali Koç ve Burak Ülman ile. Üçüyle de tez vakitte uzun yıllardır tanışıyormuş gibi arkadaş olduk. Hepsiyle rakı içtik. Sonradan başka gönüllülerle de tanıştım.
Bu sefer (umarım) kazın ayağı böyle değildi. Bir kere yaptığı işe odaklanmış, işini kendisinin önüne koymuş, nihai ve kutsal bir bilginin varlığına inanmayan, ayağı yere basan insanlardan mürekkep bir oluşum gözlemledim. Tamam, yine şovalyelik vardı. Yine “teşkilat içi” sorunlar çıkıyordu. Yine iktisat, bürokrasi ve sair bir dev problemdi. Ama proje, bütün romantikliğine rağmen dört işlem bilen analitik insanlar elindeydi. Buna rağmen bolca ama diye başlayan cümle kurdum. Burak’ın sözleri kulağımda: “Ya bırak Metin, bir yapalım hele. Bir bitsin şu okul, başarımız görünür olsun, sonra bütün dezavantaj gibi görünen şeyler avantajımız olacak.”
Projenin ilk okulu açıldı. Çocukların seçtiği adıyla ilgili marazlar sürse de Bodrum Yahşi Mutlu Keçi İlkokulu öğretimde. Bu sene ilkokul birinci ve ikinci sınıflardan öğrenci aldı ve öğretime başladı.
Okul bahçesinden içeri Gökçe ve 2.8’lik oğlumuz Ali İlyas ile girdiğimizde bir mutluluk mahallinde bulduk kendimizi. Bir yığın çocukla ahbaplık ettik. İlk beş dakikada elimizdeki dürbünle onların elindeki dürbünü karşılaştırmaya başlamıştık. Ortam o kadar güzeldi ki şahitlik ettiğimiz şeyin ne olduğunu anlamayıp okul ne zaman açılacak diye sormuş bulundum.
Hakikaten başka bir okul mümkünmüş ve önümdeydi işte.
5 dönüm araziye konuşlanmış okul 140 kişi kapasiteli. Şu anda sadece ilk iki sınıfa öğrenci kabul ediyorlar. 20 öğrenci var ve 20 daha alabilir durumdalar.
Epey bir iş bağışlarla halledilmiş. Misal, birisi gelmiş tam bir seramik atölyesi olarak iş gören bir konteynır bırakıp gitmiş. Bir takım çocuklar yardım etmek istemiş ama tabii harçlık bu, neye yeter? Kalemtraşlar alıp göndermişler. Bir büyük mağaza çalışanları aralarında para toplayıp hulahuplar, toplar göndermişler.
Öğrenciler hayatlarından memnun. Aynı anda dersler dışında minimum iki aktivite oluyor. Öğrenci bunlardan ders de dahil birisine girme, oynama, yahut hiçbir şey yapmama hakkına sahip.
Okul öğrencilerinden bir tanesi okul hayatını mahallesindeki arkadaşlarına anlatmış. Arkadaşlarından birisinin annesi gelip ne dese beğenirsiniz bizim öğrencinin ebeveynine: Çocuğunuzun hayal gücü hakikaten çok kuvvetli.
Bu kadarı bile projenin potansiyelini anlatmaya yetmiyor mu?
Okul, yazlık olarak planlanmış bir evden devşirildiği için epey iş yapılmış. Misal yüzme havuzu spor ve sinema salonu haline getirilmiş. İşler veliler ve çocukların da katılımıyla kotarılmış, kotarılıyor.
Tabii milyon tane soru belirdi kafamda.
Bu acayip sistem içerisinde tutunmaya çalışan bir alternatif okulun neler yapabileceği çok tartışmalı. İlkeler, hukuk nasıl oluşur yahut belirlenir?
Mutlu ve özgüven sahibi bireyler hedeflenmişse mutlu bir cerrah olmak isteyen ne bulacak burada? Hem mutluluk hem akademik kariyer peşindekiler ne yapacak? Neticede muteber üniversiteler mutlu ve demokratik bir eğitim görme kriteriyle öğrenci almıyor ki. Girilmesi gereken bir çılgın sınav var ki aklın, bilginin dahi yetmediği, yöntem ezberlemenin şart olduğu bir durum söz konusu. Kazanılması gereken çılgınca puanlar dolanıyor ortada.
Yahut sokaktaki insanın erişimi olacak mı buraya? Yoksa yine tuzu kuru birilerinin eğitim kulübü mü olacak bu okullar?
Kahraman ırk göndermeleriyle bilumum sol eğilimleri bir arada yaşamaya artık alışmış ve teveccühün çoğunu gösterecek/göstermekte olan Kemalistlerle ne yapılacak?
Sokakla ilişki nasıl kurulacak? Okulda bir cennet peşinde koşarken günlük hayattan kopmamak nasıl sağlanacak?
Bu okuldan bir şekilde ayrılmak zorunda kalan öğrenci sıradan bir özel yahut devlet okuluna düşünce iflah olacak mı? Bünyesi nasıl kaldıracak her gün hiyerarşik düzende öğrenci aşağılanan binalarda durmayı?
Bu soruların hepsini tabii ki sordum. Ve cevaplarını aldım. Ezcümle aldığım cevap, şu oldu: Bir takım kırmızı çizgiler çizilmiş. Ne bileyim, şiddet yahut ayrımcılık zinhar yasak. Çevre dostu olmak şart. Bunların dışındaki ilkeler ve kurallar esneklik kapsamında ve okul meclisince tartışılabiliyor. Bireye yahut okula özel demokratik çözümlerle bir hukuk, bir kültür oluşacak. Ve kendine güvenen, toplumu tanıyan, ilişkilerinde sorunsuz bireylerin her şeyin üstesinden geleceğini düşünüyorlar.
MODEL
BBOM’da dört eksen var. Demokratik, ekolojik, özgün finansmanlı (kooperatif örgütlenmesi) ve alternatif eğitim.
Aslında bu dört eğilimin de denemeleri dünyada bolca mevcut. Fakat dünyada bunların hepsini birden becermiş bir model yok.
BBOM bunları birleştirmeye teşebbüs ediyor. Örneğin demokratik okulların çoğunu iki üç kişi kurmuş ve ekolojik iddia sahibi değiller. Kooperatif okulları da çoğu zaman demokratik ve/veya ekolojik değiller.
Tam kapasiteyle çalışan bir kooperatif okulunun maliyetlerinin güzel bölündüğünü, hayli ulaşılabilir maliyetlerde olduğunu hesaplamışlar.
Projede ve tabii ki Bodrum’daki okulda birey pek çok şeyin önünde. Ama toplumun bir parçası olarak. Amaç toplumun bir parçası olan ve toplum meseleleri üzerine de kafa yoran bir yapı oluşturmak. Bunun için birçok şey yapılıyor. Örneğin hayat bilgisi dersleri her çarşamba pazarda, bahçede, tarlada, plajda, okul dışında işleniyor. Burada çocukların fark ettiği şeyler tartışılıyor. Şimdiden kadın ve yoksulluk sorunları okul içinde tartışılır bir konu olmuş.
Burak, “Bu modeli de nihai olarak yetişkin kafasının oluşturduğunu, bu yüzden kaçınılmaz olarak bugünün yetişkinleri tarafından bulunmuş bugünün doğruları olduğunu, ama çocukların okulda kurulan demokratik mekanizmalarla süreç içerisinde kendi doğrularını tespit ederek uygulayacaklarına” işaret ediyor.
Peki, anlaşmazlık durumunda ne oluyor? Kimsenin kimseye zarar vermemesi esasından hareket ediliyor. Bir öğrenci şiddet uygular yahut bilerek zarar verirse bir şeye, uyarılıyor ve bedelini ödüyor. Belirsizlik oluşursa çatışma çözümü komisyonu devreye giriyor. Üç çocuk, iki yetişkin ve tarafların katılımıyla oluşturulan komisyon bir karar üretiyor.
Öğrencilerin hepsi okul meclisinin doğal üyeleri ve bütün kararlar bu okul meclisinden çıkıyor. Menü dahil herşeye müdahil oluyorlar.
Öğrenciler okul içerisinde başkasına zarar vermediği sürece özgürler. Derslere katılmak, oynamak yahut hiçbir şey yapmamak hakkına sahipler.
Hiçbir şey yapmamak hakkı özgür okullarda genellikle en fazla şüpheyle yaklaşılan şey. Herkesin zihnî bir şekilde konvansiyonel okulla kirlendiği için öğrencilerin sürekli bu hakkı kullanacakları düşünülüyor. Oysa dünyadaki örnekler gösteriyor ki bu ancak konvansiyonel bir okuldan gelen öğrencinin bir müddet kullandığı bir hak. “Derslerin” tırnak içinde olduğu bir okulda ne kadar hiçbir şey yapmadan durabilir ki birisi? Hiçbir şey yapmadan salınmak elbette bir haktır. Ama yanınızda birileri iyi vakit geçirirken bir hamakta kendi başınıza ne kadar sallanabilirsiniz?
Çocuklar öğretmenlerine isimleriyle hitap ediyor genellikle. Resmî okul müdürü ve öğretmenler eşit maaş alıyorlar ve eşit pozisyondalar. Müdürlük rotasyona bağlanmış.
Peki, bu kadar özgür bir ortamdan çıkmak durumunda kalan çocuk konvansiyonel bir okula düşünce başına neler gelebilir acaba?
Her şeyden önce bu konuda yapacak pek bir şey yok. Dışarısı totaliter diye totaliter olacak halleri yok tabii.
Ayrıca Burak’a göre yurtdışı deneyimleri gösteriyor ki böyle bir durumda başta adaptasyon problemi yaşasalar da sonuçta yeni düzenleriyle baş edebiliyorlar. Ve kendilerini koruyarak uyum sağlamak konusunda diğer öğrencilere göre genel olarak daha yetenekliler. Bunun da esas sebebi özgüven. Özgür okullarda çocuklar doğal olarak daha özgüvenli oluyorlar. Ve bu da gittikleri okulda diğerlerine göre daha bir iyi durumda olmalarını sağlıyormuş.
DÜNYADAKİ ÖZGÜR OKULLAR VE BBOM
Uluslararası Demokratik Okullar ağına göre (idenetwork.org) dünyada 30 ülkede 200’ün üzerinde okulda 40 bin kadar öğrenciye demokratik eğitim veriliyor. Bu tabii hâlâ çok düşük bir rakam. Bu okulların hepsi Batı’da değil. Filistin, Uganda ve Mısır gibi Arap ve Afrika ülkeleri okulları da var.
Burak, “Aslında tüm alternatif okullar neo-liberalizmin gelişmesiyle yaygınlaşmaya başladı. Neo-liberalizmin eğitimde açtığı yaralar bu gelişimi hızlandırdı. Temel olarak doksanlar ve ikibinli yıllarda yayıldı demokratik okullar. Ama nereye kadar yayıldı? Bütün içinde %1’lik bir yer bile kaplamıyor. Ve tabii sonuçlarını takip etmek için erken. Mutlu ve özgüven sahibi insanlar hedefi de kolay ölçülebilir bir şey değil. Ama buna rağmen toplumsal ölçülere göre de başarılı çocuklar çıkıyor bu okullardan.” diyor.
A.S. Neill’in Summerhill Okulu bunların birçoğunun ilham kaynağı.
Bir de yöntemler var. Şu sıra bizim memlekette de en yaygın lafı edilen üç tanesi Montessori, Waldorf ve Reggio Emilia. Ben, Montessori’yi epey kurcaladım. Güler Yücel’in enfes çevirisiyle yayınlanan Maria Montessori’nin zihin açıcı Montessori Metodu kitabını çok beğendim.
Ama gelin görün ki iş pratikte bu şekil ilerliyor mu çok emin değilim. Bir kere benim rastladığım bütün Montessori (ana)okulları (henüz daha yükseği yok) Kemalist. Hepsi bir şekilde ulu önderlik minneti şemsiyesiyle özgür büyümeyi birleştirebilmiş. Umut verici bir başka girişim veli inisiyatifi Küçük Kara Balık anaokulunu kuran Montessori Derneği bile web sitesinde Atatürk’le Montessori arasında bağlantı kurmaya çalışmış. Bu kadar da değil. Başbakanın dünürü de Montessori okulu açtı İstanbul’da. İlkokul açacakları, hatta Montessori’nin haklarını alıp zincir açacakları da söyleniyor. Ulu önderli Montessori’den tam tesettürlü Montessori’ye. Ne acayip ülke, ne tanıdık hikaye.
Montessori okullarının yurtdışında da daha çok bir yapı dahilinde hareket eden meşgul çocuklar görüntüsü var. Şöyle ağız tadıyla eğlenen bir Montessori öğrencileri fotoğrafı bile hatırlamıyorum. Uluslararası Montessori Vakfı başkanı Tim Serdin’in Türkçede de yayınlanan (Kaknüs Yayınları) bestseller’ı niyeti de açık ediyor zaten: Harika Çocuk Nasıl Yetiştirilir? (Montessori Yöntemiyle). Ziyadesiyle sıkıcı bu kitap, tipik bir best-seller ve sanırım yaşasa Maria Montessori de pek hazzetmezdi.
Bu kitabın Türkçe adı orijinaline uygun. Lakin diğer iki yöntemin best-seller’ları da Kaknüs Yayınları’ndan ve isimleri aynı: Waldorf Yöntemiyle Harika Çocuk (bebek versiyonu da var) Nasıl Yetiştirilir? ve Reggio Emilia Yaklaşımıyla Harika Çocuk Yetiştirmek.
Son iki kitabın isimleri, yani harika çocuk hedefi yayınevince satış kokusuna göre uyarlanmış olsa da alternatif arayışındaki ebeveynlerin pek çoğunun niyetini açık ediyor sanki.
Uzuncorap.com’a “Dahi çocuk yetiştirme kılavuzu” adında epey okunan sarkastik bir yazı yazmıştım. Ve gelen yorumların ciddi bir kısmı çocuğuna dahi “teşhisi” konduğunu ama benim haklı olduğumu, onların bu durum için çabalamadıklarını hatta hiç önemsemediklerini büyük bir önemle anlatıyorlardı.
Velhasıl yılların yöntemlerini bu kadar yüzeysel bilgiyle ezip geçmemek gerektiğinin farkındayım. Ama en azından beklentinin genel olarak deha ve harikuladelik üzerine olduğunu söylemek had aşımı olmaz sanırım. Bu kadarıyla da –bilerek yahut bilmeyerek– aspirin kadar çocuğun üzerine yüklenen beklenti yeterince tehlikeli bence.
Burak da BBOM’da bunları incelediklerini, hepsinin kendisine göre eksiklerini bulmaya ve yenmeye çalıştıklarını, her okulun kendi yerelliğinde bir yol bulması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Waldorf’ta abartılı bir ruhanilik var. Montessori’nin materyalleri süper ama o da fazlaca yapılandırılmış bir yaklaşım. Demokratik okullar süper ama bu sefer de müfredat açısından çok zayıflar.”
Ayrıca bir önceki başlıkta bahsettiğim dört eğilimi birleştiren yok hakikaten de. Örneğin özgün finansman modeli oldukça devrimci. Efsane Summerhill dahi aile şirketi şeklinde yürüyor. A.S. Neill öldükten sonra karısı tarafından yönetilmiş. Şimdi de kızı Zoe var başında.
ÖĞRETMENLER
Öğretmen almak için web sitelerinden ilan vermişler ve sosyal medya desteğiyle yaymışlar bu ilanı. İstanbul’da da okul için yer bakıldığı bir zamanda aradıkları için İstanbul ve Bodrum için 180 başvuru olmuş. Başvurular büyük oranda 25-35 yaş aralığında. Süreç altı ay sürmüş.
Başvuranlara niye çalışmak istediklerini sormuşlar. Gelen cevaplara göre ilk elemeyi yapmışlar. Pek azı, “iş olsun” diye başvurmuş. Burak, grup halinde yaptıkları 30 kadar mülakata girmiş. Her şeyden önce görüştüklerinin tamamı müthiş bir iyimserlik içerisinde ve nereye başvurduğunun farkında olarak gelmiş. Başvuruların büyük bölümü sistemin marazlarının farkındaymış. Ama alternatifinin ne olabileceği konusunda birkaç demokratik okul videosu seyretmek dışında pek kafa yormamışlar. Görüşmelerde gönüllüler genel olarak öğretmen adaylarının kalifikasyonundan, entelektüel düzeyinden ve yaklaşımlarından şaşırtıcı derecede memnun ayrılmışlar. Proje karşısında adayların pek çoğu heyecanlanmış. Hatta para almadan çalışmayı önerenler olmuş.
Bir de trans öğretmen başvurmuş. Müzik öğretmeni adayları içerisinde en iyisi oymuş. Görüşme sırasında doğrudan “Ben transım ve LGBT aktivistiyim” demesiyle tartışmalar da başlamış.
Mülakata katılan gönüllülerden birisi “çocuğumu bir trans öğretmenin çalıştığı okula göndermem” diyerek karşı çıkmış. Bu itiraz üzerine tüm kooperatif üyelerinin katılımıyla konuyu tartışmak üzere hemen bir acil toplantı çağrısı yapılmış.
35 kişilik bir toplantı yapılmış. İtiraz edenler olmuş başta. Ama toplantı kısa sürede herkesin hayatında uğradığı ayrımcılıkları anlattığı bir sohbete dönüşmüş. Özellikle aralarındaki yarı siyah bir İngiliz anne, bir engelli ve bir çingenenin anlattıklarıyla duygusal anlar yaşanmış. Olay hepten bir grup terapisine dönüşmüş. Ve toplantı başta itiraz edenlerin pişmanlıklarıyla nihayete ermiş. Sadece bir arkadaşlarıyla yollarını ayırmak durumunda kalmışlar.
Şimdi üzerine o kadar konuşulan öğretmen okulun en sevilen çalışanları arasında.
Lakin daha önemlisi Burak’a göre o toplantının inanılmaz bir birleştirici özelliği olmuş grup üzerinde.
SOSYAL ADALET KONUSU
Proje bugün “herkes için” olmaya uzak. Ve hak etmese de “bir grup tuzu kurunun” projesi olarak görülmeye aday. Her şeyden önce o “bir grubun” tuzu kuruyduysa bile proje sayesinde epey ıslanmış durumda.
Daha önemlisi oluşum eğitimin kamusal bir hak olduğunun farkında. Ama üretilen proje bugün için üçüncü yol bir alternatif olarak görünüyor kaçınılmaz olarak. Ve tabii kamu-özel ortaklığı gibi liberal bir duruma evriliyor ister istemez. Burak, kendi tanımladığı problemden rahatsızlığını belirttikten sonra şunları söyledi: “Modelin uygulanabilir olduğunu gösterdikten sonra devletin kapısına dayanmaya hakkımız olacak. Ve o vakit kamuya daha yakın durabileceğimizi düşünüyoruz. Bugün için yapılabilir tek model bu olduğu için bunu yapıyoruz.”
Durum şimdiden o kadar da sosyal adaletsiz görünmüyor zaten. Kaldırabileceğinin epey üstünde, %35 gibi bir oranda burslu öğrenci var. Zaten şu anda da en çok ihtiyaç duydukları şey bu bursları fonlayacak, daha alışıldık tabirle “çocuk okutacak” gönüllüler bulmak.
PEKİ ÜNİVERSİTEYE NASIL GİRECEKLER?
Ben şahsen matematikçi olma naif hayalleriyle girdim ilk üniversiteme. Hacettepe Matematik’i Türkçe okuyacağım diye bile isteye seçmiştim. 10 günde terk ettim okulu. Öğrenciler arasında benden başka matematikçi olmak isteyen görmediğim gibi öğretmenler de böyle bir niyetin gerçekliğine inanıyor gibi değillerdi. Sonraki üniversite hayatım (toplam dört) büyük oranda askerden kaçmak ile ilgiliydi. Bu koşullarda biraz çaresizlikten biraz da gururla lise mezunu olduğumu söyleyebilirim.
Bugün büyük oranda üniversite denilen meslek okulları, bilmesine olanak olmayan bir geleceğe masif bilgi yüklü insan yetiştirme iddiasındalar. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki mesleki eğitim sürecinin artık okula sığdırılması zaten olanaksız. Bugün iyi bir dişçi 20 sene önce öğrendikleriyle ne yapabilir? Yahut yazılım mühendisi?
Hal böyleyken dahi Türkiye’de üniversite İngilizce gibi bir fetiş maalesef. Üniversiteye girilmez bile. Üniversiteye kapak atılır. Bütünüyle irrasyonel bir tercih ve sınav süreci sonucunda yıllarca denk düşülen yerde dirsek çürütülür.
Bu kadarı bile acıklı.
Ve rakamlar ortada. Artık üniversite okuyanların iş bulması çok zorken istedikleri işi bulmaları imkansıza yakın.
Üstelik bir muteber üniversiteye girmek için verilecek çaba öyle böyle değil. Bir yahut iki yıl boyunca insanlığını unutmak gerekiyor. Pek kimse elini kolunu sallayarak girmiyor Boğaziçi’ye ODTÜ’ye.
Peki BBOM’u bitirenler nasıl girecek Boğaziçi’ye, ODTÜ’ye? Kursa mı gidecekler? Onlar da bu irrasyonel süreci yaşayacaklar mı?
Burak bu konuda net. “Çocuğun kendi tercihiyse istediği an onu bu irrasyonel sürece hazırlamakla yükümlüyüz” diyor ve ekliyor: “Nasıl dans etmek isteyen bir çocuk için de altyapı sağlamamız gerekiyorsa üniversiteye hazırlanmak isteyen çocuk için de ne gerekiyorsa yapmamız lazım. Esnek yapımız ve gönüllü kaynaklarımız da buna müsait. Standart okulda yapılamayanları yapacağız. Aramızda her türlü bilgi ve ilgiye sahip kalifiye arkadaşlarımız var. Her çocuğa özel çözümler üretmekle mükellefiz.”
Lisan öğrenimine daha da meraklı bir oluşum BBOM. Şu anda İngilizce, İtalyanca ve Rusça atölyeleri var.
Peki bu esnek yapı nereden geliyor? Öncelikle müfredatın zorladığı haftalık 25 saati efektif kullanıyorlar. Bunun haricindeki on beş saatte de yaratıcı olmak zorundayız diyorlar.
Aileler de üniversite meselesini çok soruyormuş. BBOM’un bu konuda söylediği şu: “Çocuklar kendi potansiyellerini keşfedecekleri ortam içinde olunca zaten peşinden giderler ve talep ederler. Biz de bu talepleri karşılamakla mükellefiz.”
KEMALİZM DURUMU
Türkiye’de Kemalistlerin özel bir durumu var. Konu Kemalizm olmadığı zamanlarda müthiş liberal, hatta liberter olabiliyorlar. Yani, paradoksal bir biçimde ve samimiyetle muhtelif anti-militarist ve komünist şair ve yazarların hayranı ve anarşizme sempatiyle bakıyor olabiliyorlar. Ve neredeyse hepsi bu derginin kurucularından Can Yücel sempatizanı.
Dolayısıyla son dakikaya kadar sizinle aynı fikirde olabiliyorlar herhangi bir konuda. Hatta standart kentli özellikleri doğrudan Kemalizm olarak algılanıyor. Yakınlarda ev sahibim sadece nezaketimden ve düzgün Türkçemden yola çıkarak “belli Kemalist, iyi bir vatan evladısın” demişti bana. Lakin konuşulan konu bir ucundan kemalizme dayandığında hop o vakte kadar sizi nüfusuna geçirmek üzere görünen sevgi dolu muhatabınız düşmanınız oluveriyor. Ve bu kontrast, dakikalar içinde oluşabiliyor.
BBOM’un en büyük dertlerinden birisinin bu olduğunu düşündüm hep. Ve sordum tabii.
Nasıl cingar çıkmıyor? Hem de Bodrum gibi her köşesinde Sözcü okunan, pazarlarında megafonla Andımız okuyan insanların gezindiği bir yerde?
Hiç düşündüğüm gibi bir sorun olmamış. Dernekte Kemalistler var. Hatta kolunda K. Atatürk dövmeli insanlar da var. Ve bu konu hiç problem olmamış. Ayrımcılığa karşı olma temel ilkesi dahilinde bir takım konuşmalar olmuş. Bunun ikna etmediği durumlarda, projenin en sağlam ayaklarından birisi, okuldaki tüm yaşam pratiklerinin mümkün olduğunca çocuklar tarafından belirlenmesi ilkesi kurtarıcı olmuş. Okulun yetişkin kaygı ve sorunlarından azade bir şekilde korunması gerektiği üzerinde anlaşılmış. Bu da olası inatlaşmaların önüne geçmiş. Temelde kısır yetişkin dertleri olan farklı siyasi görüş ve ideolojilerin, bilcümle ritüellerinin çocuklar tarafından özellikle talep edilmediği sürece yapılmaması konusunda uzlaşılmış.
SONUÇ
Ali Koç, hayatının ciddi bir kısmını eğitime vermiş, birçok isim sahibi özel okulun danışmanlığını yapan bir BBOM gönüllüsü. Kendi çocuğunu mahallenin okuluna gönderiyor ama. İki makul sebebi var: Birincisi, çocuk dediğin okula gidecekse ille yürüyerek gider. İkincisi de devlet okulu olduğu için sınıflar kalabalık. Öğretmene daha az maruz kalıyor yani.
Okul kaçınılmazsa en zararsız hali bu bence de.
Bana sorarsanız okul, öldüğünü fark etmemiş, tıpkı aile gibi ikame edilecek bir şey bulunmadığı için yaşayan bir şey. Ve her ikisi de bir gelecek tasavvurunda birlikte değerlendirilmesi gereken problemler. Çocuk içine doğduğu aile yahut gönderildiği okula maruz kalıyor. Ailenin yahut okulun yapısına göre belirleniyor hayatındaki her şey. Bu iki kurum yüzünden hayatını belirleyen pek az şeye başlangıçtan itibaren müdahil olabiliyor. Bu iki kurumu demokratikleştirmeye (yahut aile içinde eğitim ve yatılı eğitim şeklinde birleştirmeye) çalışmak şart ama nihai çözüm mü çok emin değilim.
Hakikaten de okumanın asıl alternatifi okumamak. Son tahlilde çocukların terk edildiği yetişkin habitatları bunlar. Demokratlığı okulluğuna halel getirmiyor.
Ve ne kadar alternatif yahut demokrat olursa olsun okul sonuçta çocuğun hayatını bölüyor. Aspirin kadar çocuğun birbirinden neredeyse bütünüyle kopuk bir ev ve okul hayatı oluyor.
Summerhill ödünsüz bir çocuk hakimiyetinde. Ve okuduğum, dinlediğim ve yazıştığım kadarıyla konvansiyonel okullarla kıyası mümkün olmayan bir vaha. Örneğin çocuğun onayı olmadan notlarını dahi vermiyorlar velisine. Ama vardığı nokta şu... Orada 7 yaşında çocuğu yatılı okuyan arkadaşım Türkiye’den arıyor okul müdürünü ve çocuğunun nasıl olduğunu soruyor. Çocuğuna sorması gerektiği cevabını alıyor. Eh, çocuk bir birey madem, kim karşı çıkabilir? Ama arkadaşım çocuğunun cep telefonunun şarjını doldurmayı unuttuğunu ve bir süredir haber alamadığını, binlerce kilometre ötede olduğunu ve merak ettiğini söylüyor. Çocuğunu bu konuda ilk konuştuğunda uyarması gerektiği bilgisi geliyor. Bana sorarsanız bu ilkelilik topal eşek sudan gelene kadar sopa istiyor. El kadar çocuk bu son tahlilde. Ve anne baba kısmının birinci ödevi de merak etmektir.
Kaldı ki Summerhill’de demokratik olma iddiasında küçük bir devlet var. Kendi mahkemesi bile var Summerhill’in.
Köy hayatına doğan bir çocuk muhtemelen daha kolektif ve dışarıda büyüdüğü için daha yaratıcı ve dayanıklı olur. Okula gitse de okul ve mahalle arkadaşları aynı insanlardır. Aileleri de kendilerinin doğum günü partilerinde tanışan utangaç yetişkinler değil, kuşaklardır aynı yerde oturan insanlardır.
7 yaşında bir köy çocuğu eliyle alet yapabilirken benzeri bir şehir çocuğu yapılmış aleti kullanmakta zorlanabilir.
Kent hayatına doğan çocuk ne kadar şanslı olursa olsun 4 duvar ve bir takım parklardan ibaret bir hayata mahkumdur. Hep aynı bir iki kişiyle beraberdir. Ağzını uzattığında yemek veren insan hep aynıdır. Kendisine ait bir sosyetesi oluşmamıştır. Buna en yakının oluşması için tek şansı okuldur. Okul ise her durumda “o iş için” tasarlanmış, kendisi dışında unsurlarca seçilen yahut yerleştirilen insanlardan oluşan bir “kurum”dur. Bu sefer sosyetesi ailesine uzaktır. Ailesi sosyetesinin ailelerine hepten uzaktır. Çocuğun sosyetesi ve aileleriyle çocuğun ailesinin formal bir ilişkisi vardır. Akşam tavla oynamazlar.
Sanırım bu kopukluklar hem okul hem aile için öğrenecek lüzumsuz bilgi sayısını çok arttırıyor ve lüzumundan fazla bir korumayı otomatik hale getiriyor. Bu da çocukluk süresini uzattıkça uzatıyor. Yüzyıllar önce 4 yaşında avcı olan insanoğlu şimdi aynı yaşta andavallı bir çocuk. Bırakın o kadar eskiyi benim annem 17 yaşında Sıvas’ın bir köyünde iki sene öğretmenlik yapmış. Şimdi 17 yaşında bir kız bırakın öğretmenliği Ankara’dan Sıvas’a kendi başına otobüs bileti alıp gidebilir mi tartışılır.
İşin en can acıtıcı kısmı o 7 yaşındayken karşılaştırdığımız kent hayatındaki ve köy hayatındaki çocukları yirmi yaşında karşılaştırdığınızda bu sefer özgüven ve yaratıcılığın yer değiştirmiş olmasıdır. Çünkü köylü çocuğunun bir yerde gelişimi durmuştur. Kentli olanın bütün mıy mıy ve güçsüzlüğüne rağmen devam etmiştir.
Her ikisinin de doğru olmadığı ortada. Birleşmiş, bilumum totaliter habislerinden kurtulmuş bir durumun harikulade olabileceği ortada. Hem yetişkinlerin, hele hele çocukların hayatını irrasyonel parçalara ayırmak haksızlıktır. İnsanların iş, okul, öğrenme, tatil, çalışma ve sair hayatları birbirinden bu kadar uzak olmamalıdır.
Çocukların yetişkin muamelesi görmediği ama birey muamelesi gördüğü, yine herkesin kendi çocuğuna baktığı ama onunla külliyen başbaşa kalmadığı, başka çocuklara da baktığı, insan evladının Hendrix deyişiyle salamura gibi apartmanlara yığılmadığı, herkesin herkesten sorumlu olduğu, öğrenme halinin stabil ve herkes için her yerde olduğu örgütlenmelerin mümkünlüğüne inanıyorum.
Okul ve ailenin sonu şimdilik görünmediğine göre bütün bunlar için küçük deneme alanları olduğunu düşünüyorum BBOM gibi yerlerin. Hem madem okul var, her durumda çocuğun okula değil okulun çocuğa uyum sağlaması harikulade bir fikir. BBOM’un yaşaması, yayılması ve başarılı olması hepimizin hayatına bir ucundan dokunacak.
BBOM için bir şeyler yapasınız geldiyse kendinizi tutmayın: www.baskabirokulmumkun.net, [email protected], 0532 325 60 70