Kürt Sorununda Somut Adımlar Atma Zamanı

Başbakan’ın varlığını resmen kabul ettiği Kürt sorunu, Türkiye nüfusu içinde azımsanmayacak sayıdaki bir grubun kültürel kimlik tanınması talebinden kaynaklanıyor. Bu kimlik tanınmasından daha fazlasını talep edenler de var. Bunlar dört veya beş ülkeye dağılmış biçimde yaşayan tek bir Kürt ulusunun varlığının tanınmasını talep ediyorlar. Ayrı bir ulus olarak tanınma talebi bugün Türkiye’de yaşayan Türkiyeli Kürtler arasında küçük bir azınlık tarafından benimseniyor: Ama Kuzey Irak’ta durum böyle değil. Örneğin Mesud Barzani 15 Aralık Irak seçimleri arefesinde sorunu başka biçimde dile getirdi. Türkiye’deki alt kimlik-üst kimlik tartışmasına yanıt verircesine, ''Irak'ın kuzeyinde üst kimlik 'Kürdistanlı' olmaktır'' dedikten sonra, ister Kürt, ister Arap, ister Asuri, ister Yezidi olun, bu topraklarda yaşıyorsanız Kürdistanlısınız. Perşembe günkü seçimlere bu bilinçle gitmeniz gerek diye ilave etti. Türkiyelilik kavramının Kuzey Irak’taki muadilinin Kürdistanlılık olduğu ilk defa bu netlikte dile getirildi. Bu durumda Iraklılıktan geriye ne kaldığı sorulabilir elbette ama sınırın bu yanında Türkiyeliliğin gerisinde kalan bir önerinin artık bir anlamı olabilir mi?

Ulus olarak tanınma bugün Türkiye’de Kürtlerin büyük çoğunluğunun talebi değil. Ama 1970’lere oranla günümüzde Kürt kimliğinin resmen tanınması talebinin Türkiyeli Kürtler arasında çok daha güçlü biçimde var olduğu da bir o kadar doğru. Son 25 yılda Türkiye’de yaşanan gelişmeler, bu tanınma talebini, geri çekilmesi, unutulması veya uzun bir zaman daha ertelenmesi mümkün olmayan bir aşamaya getirdi. Siyasal tahayyülleri bu taleple biçimlenmiş kuşaklar yetişti. Türkiye’de Cumhuriyet’in birliği içinde demokratik ilkelere sadık kalmak isteyenler, bu kimlik tanınması taleplerine çokkültürlülük veya çoğulculuk seçenekleri içinde çözüm arıyorlar.

Çok kültürlülük kavramı, bir toplumun birden fazla (dil, din, etnik/bölgesel) kimliğinin olduğunu ve bütün bu kimliklerin siyasal ve kültürel alanlarda yer alabilmesi gerektiğinin altını çizer. Siyasal-idari yapının bu yaklaşım ışığında oluşturulmasını önerir: Bunu yaparken, toplumu birleştiren üst-kimliğin zayıflamasına, kimliksel cemaatleşmenin güçlenmesine, toplumun aralarında dayanışma ilişkisi gevşek alt-toplumlar toplamı biçimde yapılanmasına yol açabilir. Bir siyasal program olarak çokkültürlülük, bu kimlik ögelerinin siyasal norm ve kurumlara egemen olmasını öngörür. Bir siyasal programa dönüşen çokkültürlülük normatif bir içerik kazanır. Türkiye’de Cumhuriyet’in kurucu normları, toplumsal gelenek ve demografik yapı dikkate alındığında, böyle bir çokkültürlülük anlayışı üzerine inşa edilmiş çözümün mümkün olduğunu ve tüm taraflar açısından arzulanabilir sonuçlar içerdiğini söylemek zordur.

Çoğulculuk kavramı ise, siyasal alandaki çoğulculuğu biçimsel olarak andırır. Toplumda farklı etnik/kültürel kimlikler olduğunu, bunların varlıklarının ve kendilerini ifade etmelerinin indirgenemez bir meşruiyeti haiz olduğunu kabul ederken, bunların her alanda temsil edilmesini bir zorunluluk olarak görmez. Örneğin çokkültürlülüğü siyasal temsil alanına bir norm olarak taşımayı içermez. Çoğulculuk siyasal temsil alanında alt-kimlik ifadelerinin yasaklanmasını gerektirmez, ama bu kimliklerin idari ve siyasi yapıda zorunlu temsiline yer vermeyi de öngörmez. Buna karşılık, dilin eğitimi ve kullanımı alanlarında iki farklı seviye olduğunu kabul eder. Resmî dilin tek olması, toplumda belli bir yoğunlukta kullanılan diğer dillerin eğitim, basın-yayın ve kültür alanlarında kullanılmasının engellenmesini gerektirmez. Laik çoğulculuk resmî bir din fikrini reddederken, Türkiye’de olduğu gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı kisvesi altında oluşturulan resmi “toplumsal çimento” işlevini de kabul etmez.

Türkiye’de Kürt sorunu, dinî bir farklılıktan kaynaklanmıyor. Bu nedenle, Kürtlerin toplumsal tanınma talebi dilin kullanım meşruiyetinin tanınması etrafında yoğunlaşıyor. Bu talep, dile ve onun taşıyıcısı olduğu kimliğe sahip çıkmak gibi özgül bir boyutun yanında, “Türk milleti” merkezli söylem ve girişimlerin taşıdığı çok güçlü etnik vurguya karşı gelişen bir tepkiden de besleniyor. Kürt kimliğinin tanınması taleplerinin bugün ulaştığı seviyede, kendini egemen millet olarak görme alışkanlığından sıyrılmamış Türk milliyetçiliğinin yüksekten bakan ve emredici/yasaklayıcı tavrının başat bir rol oynadığını biliyoruz. Bu milliyetçiliğe tepki olarak, dar ama etkili bir çevrede gelişen ve mazlum olma konumundan gıdasını alan Kürt milliyetçiliği gelişiyor. Hiçbir somut adım atılmadan geçen her gün, karşılıklı milliyetçileri güçlendiriyor.

Bugüne kadar Türkiye’de Cumhuriyet hükümetleri Kürt sorununu bastırma ve asimilasyon politikası çerçevesinde ele aldılar. Zaman zaman radikal bir inkarcılığa varan bu politika, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bireysel çabalarıyla Türk kimliğine asimile olmalarının önünü açık tutmakla yetindi. Kültürel kimliklerini unutmaları veya kamu alanında hiç görülmeyecek biçimde özel alanlarının mahremiyeti içine bunu hapsetmeleri koşuluyla, Kürtlere siyasal eşitlik olanağı verildi. Buna karşılık siyasal ve idari alanda bölge halkına karşı savunmacı bir tavır hep egemen oldu. Cumhuriyet hükümetleri bölgenin iktisadi ve sosyal gelişmesinin Kürt kimliğinin tanınması taleplerini geliştirecek olmasından yarı bilinçli biçimde çekindiler.

Türkiye’de yaşayan Kürtlerin kapsayıcı bir üst kimlik içine değil, etnik vurgulu bir Türk kültür ve kimliği içine asimile edilmesi politikasının yumuşak versiyonu, hoşgörü söylemi oldu. Özünde bir alt-üst ilişkisi veya egemen güçle tebası arasındaki ilişkinin ifadesi olan hoşgörü politikası, gelinen noktada sorun çözücü bir niteliğe sahip değil. Üstelik Kürt kimliğini az veya çok benimseyen geniş bir çevre için bu hoşgörü tavrının küçültücü yanı ağır bastığı kadar, geçmiş politikalar ışığında değerlendirildiğinde, sürekliliği konusunda inandırıcılık taşıması da mümkün değil.

Cumhuriyet ve demokrasinin kesiştiği noktada, toplumun siyasal alanda birliğinin yurttaşlık hak ve yükümlülükleri etrafında pekiştirilmesi ve diğer alanlarda farklı kimlik ifadelerine yer verilmesi ilkesi yer alır. Cumhuriyet rejiminde yurttaşların topluluğa bağları sadece eğitim ve askerlikle değil, siyasal ve sosyal haklarla da pekişir. Bu hakların hayata geçirilmesinde doğal olarak sorunlar yaşanır, ama bunlar toplumsal müzakere yoluyla aşılabilir. Kimlik tanınması taleplerinin zorla bastırılması veya inkârının yarattığı toplumsal gerginliğin ağır bedeliyle karşılaştırıldığında, bu tür sorunların çözülmesi için gerekli olan toplumsal müzakere süreçlerinin gerginliği her açıdan tercihe şayandır.

Bugün Türkiye’de çoğulculuk ilkesi çerçevesinde kısa vadede atılabilecek, simgesel gücü yüksek ve somut olarak gerçekleştirilmesi bir muhatap gerektirmeyen adımlar var. Soyut ilkeler üzerinden değil, atılacak somut adımlar üzerinden tartışmanın zamanı gelip, geçiyor. Örneğin bu önlemlerden biri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da son otuz yılda isimleri değiştirilen yerleşim yerlerinin ilgili halkın çoğunluğunun talep etmesi halinde eski isimlerine kavuşmalarının sağlanmasıdır. Çoğulculuk, dilin ötesinde, kültürel tarihin de çoğul olduğunun kabul edilmesine dayanır. Bu çerçevede, bazı il ve ilçelerde Kürt kimliği çağrışımlı isimlerin sokaklara, meydanlara verilmesine karşı yasaklayıcı hukuki süreç başlatmanın, tepkiyi pekiştirmekten başka bir işe yaramadığını görebilecek bir tarihî tecrübeye sahibiz. İnsanların çocuklarına Kürtçe isim vermelerini yasaklayan bir zihniyet, böyle bir adımı elbette vatana ihanet olarak tanımlayacaktır. Ama bu vatan salt Türkiyeli Türklerin değil, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarınındır.

Özel eğitim kurumlarında Kürtçe kursları açma hakkının tanınmasının sonuçları ortada. Yazılı basında bugün mümkün olduğu gibi, yerel radyo ve televizyonlarda Kürtçe yayın yapma olanağının saat sınırı ve Türkçe çeviri kısıtlaması getirilmeden tanınması başka bir acil önlemdir. Bu hakkın varlığı, söz konusu yayınların yasalara uygunluğunun denetlenmesi gereğini ortadan kaldırmaz.

Benzer biçimde, Türkiye’de birkaç üniversitede Kürdoloji bölümü açmak, Kürt dili, kültürü ve tarihi üzerine çalışmaların Türkiye’deki üniversitelerin bünyesinde yapılmasını sağlamak da gerekli bir adımdır. Orta eğitimde Kürt dilinin seçmeli ders olarak müfredata girmesi de bu açıdan önemlidir. Kültürel çoğulculuk, aynı zamanda, Kürt olmayanların da isterlerse Kürt kültür ögeleriyle tanışmalarını mümkün kılacak kanalları açmayı gerektirir. Türkiye’de Kürt kökenli olmayan yurttaşların bir kısmının Kürt dilleri ve kültürü ile ilgilenmeleri, aynı zamanda kimlik tanınması politikalarının etnik ağırlıklı bir temsil tekeline yol açmamasını sağlamak açısından da önemlidir.

Bugün Kürt sorununda gerginliğin azalması ve kalıcı çözümlerin serinkanlılıkla tartışılır hale gelebilmesi için, kültürel kimlik tanınması alanında Cumhuriyet ilkeleri içinde olmazsa olmaz konumda olan hakların hayata geçirilmesinin zamanı gelip geçiyor. Bu toplumsal sorunları hükmetme-hükmedilme ikilemi içinde algılayan milliyetçiliğin gözlüklerinden soruna bakmakta ısrar ederek geldiğimiz yer sizi tatmin ediyor mu?

Radikal İki, 18.12.2005'te yayımlanmıştır