"Göğe baktım yerli yerinde
Haydutlar dalavereciler yerli yerinde
Vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle
İyi dedim içim rahatladı
Düzen bozulmamış dedim sevindim
Tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim…" [1]
Cengiz Erdem, Mayıs-Haziran 2013 tarihinde hiç kimsenin beklemediği bir anda ortaya çıkan 'Gezi Parkı protestoları'nın nasıl bir 'Olay' olarak şekillendiğini, filozof Alain Badiou'ya atfen şu cümlelerle tanımlıyordu:
"Gezi Direnişi'ni bir Olay hâline getiren şey Gezi Ruhu'nun ortaya çıkardığı muğlak bir hakikate duyulan tekinsiz bir sadakattir. Bu sadakatin öznelerinin hem hareket noktası hem de nihai hedefi ise ölümü aşmaktan ziyade, ölümü yaratan koşulları aşmak, yani şimdiki zamanın ve mekânın ötesine geçip mevcut düzene namevcut bir düzenden, sonlu olana sonsuzluktan, ölümlü olana bir ölümsüzün gözleriyle bakmak suretiyle neoliberal kapitalizmin sunduğu yaşamın anlamsızlığını göstermek ve bu militarist-kapitalist sistemin radikal dönüşümünü mümkün kılacak koşulların pratikte nasıl yaratılabileceğini teorik olarak açıklığa kavuşturmaktır." [2]
Gezi, kendisine duyulan bu sadakati yalnız başına kazanmamıştı. Kendisini öncüleyen, Wall Street yuppie'lerinin takım elbiselerine 'pisleyen' Occupy! hareketleri, Latin Amerika sokaklarının tanıdık isyanı, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi yazarlarından Stéphane Hessel'in "öfkelenme zamanının geldiği" [3] çağrısı, Indignados'un mahşeri kalabalığı,Tahrir'in kanlı günleri, Alexandros Grigoropoulos'un bedeni etrafında kadim tarihine atıfta bulunan Atina Sokakları ve somut olaylarda kendilerini göstermese de derinlerde bir yerlerde biriken çok daha fazlası ile ortak bir paydadaydı Gezi Olayları. Bir başka deyişle, Gezi'nin, onu kendi başına bir 'olay' olmaktan ziyade, daha büyük, daha geniş ve daha kapsayıcı bir 'Olay'ın parçası yapan bir özelliği vardı. Olumlu ya da olumsuz; ruh, telos ya da ilerleyen tarihin kaçınılmaz sonucu… Nasıl tanımlanırsa tanımlansın bu özellik aynı anda hem öfkeyi hem sevgiyi, hem gözyaşını hem kahkahayı, hem çatışmayı ve hem de ortaklığı içeriyordu. Ardından bir dinginleşme, bir öfori, belki de bir apati nöbeti ile aktörlerini düş kırıklığına uğratıyor olsa da aslında sönmüyor, başka mekanlarda nefes alıp vermeye devam ediyordu.
"Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim…
Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez"
9 Ağustos 2014 tarihinde ABD'nin Missouri eyaleti, St. Louis kentinde on sekiz yaşındaki Michael Brown'ın bir polisin altı kurşunuyla infaz edilmesi sonrasında başlayan 'Ferguson protestoları,' Gezi'den bir parçayı, Gezi'nin 'o özelliğini' içerisinde taşıyor. Daha sonuçlanmamış olsa bile kendisine o büyük 'Olay'ın içinde bir yer edindi ve şimdi Olay'ın ruhunu yeniden canlandıran, onu yeniden alevlendiren bir katalizör görevi görüyor. Bazen işsizlikle bazen siyasal gerginliklerle bazense bir ağacın kesilmesiyle tetiklenen 'Olay,' bu kez ırkçılıkla tetikleniyor. Amerika tarihinde sık karşılaşılmamış biçimde vatandaşlar, herhangi bir renk/ırk ayrımı olmadan, gece-gündüz protestolara katılıyor, iktidar şiddetini eleştiriyor, bireysel haklarının ve özgürlüklerinin ellerinden alınmakta olduğunu gösterme amaçlı sokak konuşmaları düzenliyor. Elbette karşısına konumlanmış 'makine' de bir yandan işini görmeye devam ediyor. 'Apolojist' zekasını çalıştırıyor [4], 'beyaz'ı 'siyah' yapıyor [5], 'demokrasi,' 'insan hakları,' 'özgürlükler,' 'eşitlik' gibi kocaman kavramları boş şırıngalarla şişirip duruyor belki ama George Carlin'in deyimiyle "tecrübe etmek için uyuyor olmak" [6] zorunda kalınan Amerikan Rüyası, artık birilerini uykuda tutmaya yetmiyor. 10 Ağustos'ta başlayan "mum ışığı nöbeti" ve protestolar ile onun hemen sonrasında gelen diğer 'uyanış' emareleri, mevcut yapının kendini adeta paranoyak önlemlerle korumaya çalıştığı anlara sahne oluyor.
"Bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına
Telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara
Sürü sürü mutsuz alışkanlıklara
Yalana dolana itliklere keten elbiselere"
Mevcut yapı - neoliberal kapitalizm -, Gezi'deki dilini adeta kopyalayarak Ferguson'a 'ilaç' olmaya çalışıyor. Önce 'sokağa çıkma yasağı' ilan ediliyor. Hemen ardından 'mekanın' daha da kalabalıklaşmaması, her şey aynıymış, 'huzur' bozulmamış mesajını vermek için televizyon ekranları sessizliğe gömülüp "penguenlere" boğuluyor [7]. Yetmiyor, fiziksel şiddet artıyor. Biber gazları, ses bombaları, tutuklamalar, gazetecilere ve diğerlerine yönelik gözaltılar, ağır silahlı SWAT ekipleri, plastik mermiler ve 'hareket eden' her şeyi vurma meşruiyeti ile kolluk kuvvetlerinin yeniden-militarizasyonu gerçekleşiyor. O ünlü 'barışçıl' dil, birdenouroboros'a dönüşüp kendini imha etmeye başlıyor. Bugüne dek 'toplumsal rıza'yı inşa etmekte kullanılan birey-merkezcilik, özgürlükler, tüketim alışkanlıkları ve tüm bunları kapsayarak bireylerarası ilişkilerde "geçici sözleşmelerin profesyonel, duygusal, cinsel, kültürel, ailevi ve uluslararası alandakiler kadar siyasi meselelerdeki kurumların da yerine geçtiği" [8] post-modern kültürün tüm söylemleri, her bir gaz bombasının, her bir plastik merminin ve her türlü sözde-meşru şiddetin gölgesi altında ortadan kayboluyor.
Ya da kaybolmuş gibi gözüküyor… Zira Henri Lefebvre'e göre, bu tabloda 'ortadan kaybolduğu söylenen' hiçbir şey zaten halihazırdaki 'hakikat'i yansıtmıyor. Şehirler, modern yaşam alanları, (modern cameraobscura'lar)'televizyon ekranlarının' gösterdiği gibi demokratik haklara sahip, özgürlükler içinde mutlu hayatlar süren ve kendi geleceklerini kendileri hayal/inşa eden bireyler arasında değil, tarihin her döneminde olduğu gibi 'mülk sahipleri' ve 'mülksüzler' arasında paylaşılmaya çalışılıyor. Ama bu, adil bir paylaşım değil. Lefebvre'in "şehir hakkı" [9] ismini verdiği ve bir şehirde yaşayan herkesin sahibi olması gereken 'şehir ve şehirde olan her şey' üzerine söz söyleme hakkı, mülksüzlere geçme 'tehlikesi' gösterdiği anda statükocu-paranoya devreye girip 'gasp ettiği' o hakkı kimselere vermemeye çalışıyor. Mülk sahiplerinin şehir hakkı şiarını, David Harvey şu şekilde özetliyor:
"Paranın mutlak erkinin mutlak hakimiyetine hiçbir ciddi itiraz gelmemesi [istenir]. Bu erk tek bir amaçla uygulanır: Parasal güce sahip olanlar sonsuza dek servetlerini biriktirmeye devam etmekle kalmayıp dünyanın da mirasçıları olmalı; toprağın, barındırdığı bütün kaynakların ve üretim kapasitesinin doğrudan veya dolaylı hakimi olmanın yanı sıra, bütün emek ve yaratıcı potansiyel üzerinde de mutlak söz sahibi olmalıdırlar. Geri kalan herkes gözden çıkarılabilir… Şiddet [tekeli], halkı kamusal alan addedilen yerin olabildiğince dışında tutmak ve emirlerine uymayan kim varsa taciz etmek, gözaltına almak ve icabında suçlu ilan ederek hapse atmak için kullanır." [10]
"Mülksüzleştirme yoluyla biriktirmişler" birikimlerinden olmak istemedikçe, verdikleri tepki daha da şiddetleniyor belki ama aynı zamanda da tanıdık ve banal bir hale geliyor. Gezi Olayı ile Ferguson Olayı'nın paylaştığı ortak noktalar - kolluk kuvvetlerinin militarizasyonu, şiddet, şiddet araçları, sansür, özgürlüklerin kısıtlanması, hukukun askıya alınması, demokrasi kavramının seçilenlerin kalkanı olarak yeniden-biçimlendirilmesi, protestocuların hakaret yoluyla aşağılanması [11] ve hatta toplumun olayların tetikleyicisi (ırkçılık) üzerinden kutuplaştırılması [12], ürün çeşitliliği ve hazırcevaplığı ile 'ünlenmiş' neoliberal kapitalizmin kendisine yönelik başkaldırılar karşısında çözüm üretme konusunda oldukça kuvvetsiz ve muhafazakar, zihniyetinin ise bırakın modernliğin ötesine (post-modern) geçmeyi, modernitenin öncesinde (pre-modern) adeta 'kendisine boyun eğmeyen boynu kesen' bir Orta Çağ zihniyeti olduğunu gösteriyor.
"Bak ben seni nerenden kurtaracağım şaşacaksın
Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
Bu asfaltı biz göktük biz onardık değil mi
Bu yapıları on iki kat yapmak bizim aklımızdı
Bir kurduk istersek umursamayız ya
(Abluka burda başlıyordu çünkü)
Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim
Sen beraber yatacağımız yatakları hazırla
Sen bir onu yap yeter bak göreceksin."
Gezi'deki veya başka yerlerdeki gösterilere katılsın ya da katılmasın, hemen herkesin aklında kalan soru işareti, "bu Olay'ın öznesi kim?" sorusu, Ferguson ile de üzerinde anlaşılmış bir yanıta kavuşmuyor - bireyler, sınıflar, yeni toplumsal hareketler, radikal demokratik özneler, ötekiler, dıştakiler, mülksüzler vb… Ama Ferguson Olayı özellikle iki noktanın altını kalın çizgilerle yeniden-çizdiği için siyasal-toplumsal analiz adına büyük önem teşkil ediyor. İlk olarak, bu yazıda belirtilmeye çalışıldığı gibi Ferguson, kendisini öncüleyen Gezi, Yunanistan, İspanya, Brezilya, Ukrayna, Mısır ve diğer sokak hareketlerinden bağımsız olarak değil, bilhassa onları da kapsayan büyük 'Olay'ın içerisinde ve neoliberal kapitalizmin eleştirisi altında değerlendirmeyi gerektiriyor. İkinci olarak ise tüm bu hareketlerin ortak noktaları, henüz gerçek bir özne ortaya çıkartamamış olsalar bile, en az onun kadar önemli bir başka gelişmeye sahne oluyor ve karşısında konumlandıkları 'şey'in nicel ve nitel özelliklerini, ruhunu, araçlarını, zayıf yönlerini ve zihniyetini açığa çıkartıyor. 'Büyük Ev' yine yeniden abluka altına alındıkça mutfağı, çalışma odası, yatak odası ve hatta gizli koridorları bile daha fazla keşfediliyor. Şiddetinden sual olunmaz Ev, içten içe kendisini ve onu ayakta tutan araçları ele veriyor. Ve öyle görünüyor ki, kirişler her yeni ablukada daha çok aşınıyor, daha çok eskiyor. Ev, yıkıma yaklaşıyor.
[1] Bu yazının başlığı ve içerisinde yer verilen dizeler Turgut Uyar'ın "Büyük Ev Ablukada" şiirinden alınmıştır. Turgut Uyar, "Büyük Ev Ablukada," Büyük Saat: Bütün Şiirleri, İstanbul: YKY, 1959/2014, ss. 188-9.
[2] Cengiz Erdem, "Alain Badiou'nun Olay Felsefesi ve Gezi Ruhu'nun Hakikati," Varlık Dergisi, Eylül 2013, ss. 18-23.
[3] Stèphane Hessel, Öfkelenin!, İstanbul: Cumhuriyet, 2010/2011.
[4] "Siyahi" Başkan Barrack Obama'nın olay ile ilgili 'her kesime hitap eden' konuşma metni için, bknz.http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2014/08/18/statement-president
[5] Missouri Valiliği, Ferguson'daki güvenlik kuvvetlerinin başına 14 Ağustos 2014 tarihi itibariyle siyahi bir polis müdürü (Ronald Johnson'ı) getirerek 'rengini' belli etti; bknz. "Çözümün Rengi de Siyah," Hürriyet, 16 Ağustos 2014.
[6] George Carlin, "Life Is Worth Losing," HBO,2005.
[7] "Bir 'Penguen' Olayı da ABD'de: CNN'e Yürüdüler," Cumhuriyet, 19 Ağustos 2014.
[8] Jean-François Lyotard'dan aktaran: David Harvey, A Brief History of Neoliberalism, Oxford: Oxford University Press, 2005, s. 4.
[9] Henri Lefebvre, "The Right to the City," Writings On Cities içinde, (çev.) (der.) E. Kofman ve E. Lebas, Oxford: Blackwell, 2000, ss. 147-59.
[10] David Harvey, Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, (çev.) A. D. Temiz, İstanbul: Metis, ss. 220-2.
[11] Missouri Valisi Jay Nixon, sokağa çıkan göstericileri, "halkın güvenliğini tehdit ettikleri" gerekçesiyle 'çapulcu' (thugs and hooligan) olarak adlandırdı; bknz. "ABD'li Vali Eylemcilere Çapulcu Dedi," Hürriyet, 17 Ağustos 2014.
[12] Michael Brown'ı altı kurşunla vurarak öldüren (beyaz) polis memuru Darren Wilson için tüm ABD genelinde yardım kampanyaları yürütülüyor ve bilhassa Cumhuriyetçi Parti seçmenleri tarafından kendisine ve ailesine para yardımları yapılıyor; bknz. "Ku Klux Klan'dan ABD'li Irkçı Polise Yardım," Radikal, 20 Ağustos 2014. Yönetmen Michael Moore, ırk/renk-temelli ayrışmanın ABD'de geldiği son durumu göstermek amacıyla kaleme aldığı "Invisible to the Eye" yazısı tüm ülkeden ciddi tepkiler alıyor. Washington Post'ta 25 Ağustos 2014 tarihinde yayımlanan bir çalışma, ABD'de her beyaz vatandaşın yüz arkadaşından doksan birinin beyaz; her siyah vatandaşın yüz arkadaşından seksen üçünün ise siyah olduğu ortaya koyuyor.