Perşembe geceleri, sokakta kimse olmazdı…
Türkiye’nin televizyon dizileriyle geçmişi, ABD’de fazla popüler olmayı başaramamış yapımların başarılı dublajlar ve muhtemelen izlenebilecek başka hiçbir şey olmaması faktörleri ile TRT’nin siyah-beyaz ekranlarından orta sınıfın evinde “olay” yaratmaları geçmişine dayanıyor. O dönemlerde ekrana gelen Bonanza, Küçük Ev, Dallas, Kaçak vb. diziler, şehirli memur/işçi kesimini “evde tutmaya yarayan” bir işlev görüyor, günlük hayata her yoldan nüfuz ediyordu. Bir kötülük birimi olarak J.R.’dan söz ediliyor, Laura’nın acılarına ağlanıyor, Cartwrightların akşam yemeğinde birbirlerini selamlamaları taklit ediliyordu. Ekranın renklenmesi Mavi Ayların, Beyaz Gölgelerin, Cosbylerin, MacGyverların, Köle Isauraların, Hayat Ağacı'nın, Cesur ve Güzellerin, Yalan Rüzgârı'nın ve çok sayıda çizgi filmin egemenliğinde olsa da bir yandan yerli dizi sektörünün doğuşuna tanıklık ediyordu. Perihan Abla, Uzaylı Zekiye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Lüküs Hayat, Gençler, Mahallenin Muhtarları, Kuruntu Ailesi ve elbette Bizimkiler gibi yapımlar, köyden kente, doğudan batıya göç dalgası ile yeniden kurulan şehirli yaşamın hem göstereni hem de gösterileni oluyordu.
1990’lardan itibaren çok-kanallı hayata geçilmesi dizi sektörünü de canlandırıyor, hemen her kanal, prime-time adı verilen çok izlenen zaman dilimlerini Türkiye yapımı dizilere ayırmanın kârlılığı karşısında aynı yolu izlemeye başlıyordu: Her güne bir dizi koymak. Onlarca, yüzlerce kanalda yayınlanan yüzlerce, binlerce dizi arasında çok çok azı kalıcı olabilse bile diziler artık Türkiye’deki ortalama bir ailenin hayatının doğrudan bir parçası oluyor, siyasal-toplumsal kod üretiminin en merkezî “verici”lerinden biri haline geliyordu. [1]
1970’lerin sonlarından 2000’lere kadar ekranlarda boy gösteren dizilerin biri pedagojik diğeri psikolojik olmak üzere iki işlevinden söz etmek mümkündü. İnsanlar bir yandan hiçbir fikirleri olmayan Batı (temelde de Amerika) dünyasını diziler aracılığıyla “öğrenirken”, diğer yandan kendilerininkine benzer hayatların, acıların ve mutlulukların ekran üzerinde tekrar edilmesiyle bir tür psikolojik konfor alanına sahip oluyordu. Yalan Rüzgârı‘nın zengin aileleri, Batı’yı bir mabet olarak görmenin eğitimini almış “ortalama Türkiye insanı”na Amerikan hayatından örnekler sunuyor, nasıl yemek yenmesi, nasıl kadeh tokuşturulması, nasıl intikam alınması gerektiğini öğretiyordu. Perihan Abla‘nın başından geçen ve arkadaki koro tarafından sonsuz tekrarla seslendirilen yarı hüzünlü, yarı sevinçli hikâyenin getirdiği tanıdıklık ise bireysel yaşamların kamusal alanda tekrarını sergilerken, acının da mutluluğun da aslında son derece genelgeçer/banal olduğunu, “herkesin başına gelebildiğini” onaylamaya yarayan bir rahatlama aracı görevini görüyordu.
2003 yılının Ocak ayında Show TV’de yayınlanmaya başlayan Kurtlar Vadisi, bu kârlı ve siyasal-toplumsal yapılandırma açısından da son derece kararlı sektörün önceki başarılarının toplamının bile önüne geçerek, daha ilk bölümünden itibaren “yalnızca bir dizi olmanın ötesine” geçmeyi başaracaktı. [2]
Kuş bakışı gözlemlendiğinde –jeneriğinde de belirtildiği gibi– sadece “bir mafya dizisi” olan Kurtlar Vadisi, zaman içinde orta-ölçekteki bir mafya babasının (Süleyman Çakır karakterinin) “maceralarını” anlatma vaadinin dışına taşan hikâyesi ile âdeta “Türkiye ve dünya gerçeklerinin öğrenildiği” sanal bir platform haline geldi. Kurtlar Vadisi ile birlikte Türkiye’de yayınlanan dizilerin öğretici ve onaylatıcı yanına bir işlev daha eklenmişti: açıklayıcılık/sır çözücülük. Kurtlar Vadisi belki de ilk defa Türkiye’nin içinden, Türkiye’ye dair bir öğreticilik hizmeti verdi izleyicisine. Kendinden önceki dizilerde “Devlet için devlete rağmen” iş gören özel harekâtçıları, ABD tarafından casusluk yapmaları amacıyla yetiştirilen zenginleri, Masonik örgütlenmeleri, dinî-finansal çıkar gruplarını ve elbette bunların yanında hiçbir şeyden habersiz masum hayatlarına devam eden milyonlar –izleyiciler– tarafından tamamlanan aktörleriyle (cast’ıyla) Kurtlar Vadisi, ülkenin içinde bulunduğu siyasal-toplumsal durumu tarihî nedenleri ile birlikte, gündelik meseleleri merkeze alarak “açıklama” işlevini üstlen(diril)mişti.
Dizide yer alan tüm aktörler kabaca üç gruba ayrılıyordu: her şeyi bilen azınlık, her şeyi öğrenecek kahraman-adayları ve hiçbir şey bilmeyen çoğunluk. Dizide yer alan tüm replikler (içerikleri ne olursa olsun), azınlıktakilerin çoğunluktakilerin “hiçbir şeyden haberinin olmadığı” iması, üst perdeden tutturdukları bir üslup ve “bu bilgilerinin kendi hayatlarını tehlikeye attığı” fedakârlığı ile onları “eğiten”, onlara “gerçeği öğreten” pedagojik bir yapıda ilerliyordu. Alelade bir mafya dizisinden çıkılmış, “Türkiye’nin sadece çok küçük bir azınlığı tarafından bilinen gerçeklerini izleyiciye açıklayan” kutsal bir kitap, bir hazine, bir sır çözücü, bir eğitim aracı haline gelmişti Kurtlar Vadisi. Dizinin eğlendirme işlevi bitmiş, ekranları başında eline kâğıt kalem almış “öğrenciler grubuna” anlatılan bir dersin ciddiyeti, onun yerini almıştı. Kurtlar Vadisi‘nin “gerçekliği” öylesi bir boyutta kabul görüyordu ki, dizide ölen bir karakter için gıyabında cenaze namazları kılınıyor, gazetelere başsağlığı ilanları veriliyor, arkasından mevlit okutturuluyordu. [3] Kurtlar Vadisi‘nin jeneriğinde yer alan “dizide geçen kişi ve olayların gerçek kişi ve olaylarla ilgisi olmaması” iddiası, “tabii ki öyle diyecekler!” bakış açısıyla, âdeta dizinin gerçekliğini onaylar hale getiriliyor, sanalın bitip gerçeğin başladığı yer bulanıklaşıyordu. Zira aktörlerden ve olaylardan bağımsız olarak, Kurtlar Vadisi‘nde anlatılan hikâyeler bir simülasyonu değil, bir “gerçeği” gözler önüne seriyormuş gibi kabul ediliyordu.
Haberler, belgeseller, kitaplar, dergiler, gazeteler Kurtlar Vadisi‘nin “daha önce anlatılmamışı, anlatılamamışı anlatma” vaadi ile tarihin çöplüğünü boylamışlardı adeta. İzleyiciler –yani bundan önce hep kandırılmış, “gerçekler” kendilerinden hep saklanmış güruh– artık “gerçek” olana bir televizyon kumandası tuşu mesafesindeydi. Yapmaları gereken tek şey, televizyonu açmak, diziyi izlemek ve öğrenmekti. “Gerçek” daha önce hiç bu kadar kolay erişilebilir, kolay anlaşılabilir ve ucuz olmamıştı. 1982’de yayımlanan Simulakrlar ve Simülasyon kitabında Jean Baudrillard şöyle yazıyordu:
“Tarihsel şiddetin de etkisiyle [Soğuk Savaş ile birlikte] gerçeğin dışına itilen mit, sinemaya sığınmak durumunda kalmıştır. Günümüzdeyse bu kez tarih aynı senaryo doğrultusunda sinemayı belirlemektedir… Önemini ve anlamını yitirmiş tarihinden bir anda ya da yavaş yavaş koparak günahlarından arındırılabilen bir toplum, mitleri yeniden yaşama döndürme sürecine benzer bir süreç aracılığıyla ekranlar üzerindeki yapay diriltilişini kutlamaktadır. Tarih yitirmiş olduğumuz bir gönderenler sistemidir, yani tarih artık bize özgü bir mittir.” [4]
Tarih ile anlatı, gerçek ile simülasyon, veri ile olgu arasında köprü kurma iddiasındaki Kurtlar Vadisi, söz konusu bu mitik dirilişin, bir mit olarak tarihin, Türkiye toplumu için zirvesini temsil etti. Kurtlar Vadisi gerçeklikten bağımsız olduğu iddiasıyla başlayıp, bizzat o gerçekliği inşa ederken, kendi simülatif kurgusunu izleyicilere unutturabilen modern bir tarih anlatısı oldu. İnanıldığı/izlendiği kadar gerçekti ve kendi gerçekliğinin, diğer gerçekliklerin çok üstünde olduğu mesajını vermesiyle de kendi kendini besleyen bir kehanet (self-fulfilling prophecy) gibiydi. Başka bir deyişle, Kurtlar Vadisi, “benim gerçekliğim dışındakiler gerçek değildir ama sen yine de benim gerçekliğime inanmamakta özgürsün” diyen kutsal bir ayet gibiydi. Üstelik her şeyin ama Her Şeyin altında, arkasında, görünmez bir yerinde bir oynatıcının olduğunu ve bu oynatıcıların masumların “başına çorap ördüğünü anlatan” [5] acıklı bir trajediydi. Onu komplo teorisi olarak değerlendirmek, Michael Wood’un gösterdiği gibi [6], bırakın değerini düşürmeyi, onu daha bile inandırıcı kılmaya yetiyordu. İzleyici hiçbir şeyi sorgulamamışken, bilmeye başlamıştı Kurtlar Vadisi aracılığıyla. Hiçbir şey yapmaya (okumaya, araştırmaya, sorgulamaya, soru sormaya, cevap aramaya) gerek kalmadan, her şeyin –tüm gerçekliğin– önümüzde serilebileceği gibi çok çekici bir iddiaydı Kurtlar Vadisi. Bir Mobius döngüsüydü. Özgürlüğün, inancın kafasını yediği bir ouroboros yılanıydı. Bir tarafta jeneriğiyle kendi sanallığını tekrarlarken, diğer tarafta “gerçek siyasetçilere” yakın olmasıyla da [7] kendi sözde-kurgusunu (ya da, gerçeğini) pekiştirmekte olan bir gerçek-ötesiydi.
İlk yayınlandığı günden bu yana on üç yılı geride bırakan Kurtlar Vadisi belki eski popülaritesinden uzak, belki artık farklı isimlerle yayınlanıyor, belki artık eskisi kadar ciddiye alınmıyor ve belki artık çok klişe şakaların nesnelerinden biri olmanın ötesinde bir tanımlamaya bile sahip değil ama hâlâ insanların tarihsel/güncel gerçekliği algılama konusunda bakış açılarını ve pratiklerini gösteren çok önemli bir örnek. Bugün Türkiye toplumunun herhangi bir olguyu “gerçek” olarak kabul edebilmesi için gerekenler, aynı toplumun Kurtlar Vadisi‘ni “hatmedişi” ile ciddi paralellikler gösteriyor. Bunun son örneği ise 7 Haziran tarihinden beri yaşanıyor…
7 Haziran 2015 Seçimleri’nden beri Türkçe konuşabilen insanın temel meselesi yine “Kürtler” oldu… Seçimlerin hemen sonrasında –üstelik Kürt seçmenden en çok oyu alan parti (HDP) meclise girmiş, belki de seçimlerin en büyük galibi olmuşken– âdeta yeniden hortlayan çatışmalar, PKK eylemleri, öldürülen insanlar, sokağa çıkma yasakları, olağanüstü hal önergeleri, ordu-polis teyakkuzu, medya sansürleri, çeşitli kesimlerden yükselen milliyetçi söylemler ve çok sert bir etnik kutuplaşmanın sonucu gerçekleşen sivil ölümler ile “Kürt meselesi” bugün ortalama vatandaşın “gerçeğini aradığı” esas sorun haline gelmiş durumda.
“Ne oldu da böyle oldu?”, “kim haklı, kim haksız?”, “fail kim?”, “neden insanlar yeniden ölmeye/öldürmeye başladı?”, “ortada bir ihanet mi var?”, “anlaşmayı kim bozdu?”, “bu işin sonu ne olacak?” gibi soruların hepsi yanıt beklerken, yalnızca tek bir çizgi (AKP taraftarlığı vs. AKP aleyhtarlığı) üzerinden ikiye yarılmış haberciliğin hiçbir tarafa güven vermemesi ile “gerçeğin keşfi” yine kişisel tecrübelere, hikâyelere ve inançlara bel bağlamış durumda. Bir başka deyişle, ülkede herkes cevaplanması gereken sorular olduğu konusunda anlaşmışken, hiç kimse cevapların nereden gelebileceği konusunda bir fikir sahibi değil. Ve güvenilirliğin kaybolduğu her dönemde olduğu gibi, bilmesinlercilik (obscurantism) herkesin üzerini örtmüş vaziyette.
“Tarihin bütün cinayetlerini yüklenebilecek kadar habis ve lanetli bir kelime [bilmesinlercilik]. Sokrat’ı zehirleyenler, Aristo’yu ülke dışına kovanlar, Galile’yi mahkum edenler bu illete yakalanmışlardı. Obskürtanizm nura düşmanlıktır. Hakikatin her tecellisini yadırgamak, her inancı susturmak ayırıcı vasıflarıdır bu habasetin… [Bu] bela ne bir kavmin inhisarındadır, ne de bir çağın. Bin bir biçime sürüklenen bu hastalık daha çok ayak takımından kimseler arasında yayılır. Her ülkede başka bir adı başka bir gerekçesi vardır.” [8]
“Kürtler” meselesindeki bilmesinlerciliğin “gerekçesi”, halihazırdaki (iç) savaş halinin olası sonuçları olabilir ama esas mesele bu durumun toplumun her kesimi tarafından “makul” görülmüş olmasıdır.
Şu anda ülke coğrafyasının bir bölgesinde olup bitenler hakkında “bir şeyler bilinmemesi normaldir” anlayışı gitgide her yere yayılmış durumda. İnsanlar başta sordukları “neden?” sorusunu bırakmış, hastalığın bir kez daha kendini tekrar edip etmeyeceğini önemsemeden, sadece semptomlarını tedavi etmeye uğraşıyor gibiler. Birileri bu tedaviyi bitkisel takviyelerle geçiştirmekle uğraşırken, diğerleri hastalanan organı ampüte etmeyi teklif ediyor. Tedavinin seviyesi ve gücü ne olursa olsun, herkes tedavi olunması gerektiği fikrinde birleşse bile, şu anda kimse hastalığın ne olduğuyla ilgilenmiyor. Dahası bu durum herkese “normal” geliyor; ortada garipsenecek bir durumun olmadığı düşünülüyor.
Kurtlar Vadisi‘nin yalnızca bir bölümünü bile izlemiş herkesin aşina olduğu gibi, bu tip durumlarda “hastalığı bilen birileri olduğu” varsayılıyor. Devletin içindeki devlet, esas akıl, büyüklerimiz veya siz onları nasıl adlandırıyorsanız işte onlar “biliyorlar”; size düşen sadece tedaviyi kabul etmek oluyor. Aslan Bey’in Polat ile üst perdeden konuşmaları çınlıyor insanların kulaklarında. Polat’a daha katetmesi gereken çok yolun olduğunu, henüz hiçbir şey bilmediğini, henüz hiçbir şeyi anlayamayacağını ama merak etmemesini, eğer yeterince güvenebilirse konuya derinlemesine hakim birilerinin sözünü dinlediği ölçüde mutlu ve huzurlu olacağını söylüyor. Bunun için Polat’tan –birilerini öldürmek de dahil ve “normal” olmak üzere– bazı talepleri oluyor Aslan Bey’in. Burada esas mesele “bilmek” değil, “biat etmek” oluyor. Güvenmek, inanmak, aklının ermeyeceği şeyi fazla deşmemek, işleri ehline bırakmak… Bunları yapabildiği ölçüde, günahları ödeniyor Polat’ın. Öldürdüğü –birilerinin ona öldürmesini söylediği– birini yirmi sekiz yerinden kurşunlayıp [9] halatla zırhlı aracının arkasında bağlayarak sokaklarda gezdirmesi [10] Polat’ı “suçlu” veya “günahkâr” kılmıyor Kurtlar Vadisi‘ne göre.
Tıpkı henüz akli melekelerini tam kazanamamış bir çocuğun masumiyeti gibi, günah olmuyor Polat’ın yaptıkları. Üst akla kendini bırakmış, sorma dediklerini sormamış, kurcalama dediklerini kurcalamamış Polat, “günahsız Polat” oluyor. Zamanı gelince “gerçek”i öğrenecek Polat ve ancak o zaman çalışmaya başlayacak günahmetre… O zamana kadar, yalnızca söyleneni yapması kurtaracak onu. Aslında bu kadar radikal olmasına da gerek yok eylemlerin/eylemsizliklerin. Konuyu bilmediği için yorum yapmayanlar, iki taraftan da akrabaları olduğu için tarafsız kalanlar, sadece “silahların susmasını isteyenler” veya aklı tamamen pas geçip vicdan telinden saz çalanlar için problem yok. Nasıl olsa bir gerçeğin olduğunu ve bu gerçeğin zamanı gelince açıklanacağını, ama bunun zamanının geldiğine kimin nasıl karar vereceğinin önemli olmadığını düşünen insanlar için hiç sorun yok. Ağlayan çocuklar, kesik kafalar, ölü insanlar ve bunların birkaç bin like almış görselleri arasında, Ömer Baba’nın evinde içilen sıcak bir çay sohbeti kadar mutlu olabilecekleri günleri düşlüyor insanlar…
Kurtlar Vadisi‘nden geçmişi, bugünü ve geleceği öğrenenler bugün de benzer bir televizyon ekranı aracılığıyla “Kürtler” hakkında bilgi alabilecekleri günü bekliyorlar. “İyi de neden Kurtlar Vadisi‘ne kadar hiçbir şey bilmiyorduk biz?” diye sormuyorlar örneğin. “Bir ülkenin geçmişini bir diziden öğrenmek normal mi?” demiyorlar. “Bir bilenler, nasıl biliyorlar, onlar neden ayrıcalıklı oluyor?” diye sorgulamıyorlar.
Aslında bu soruların hepsi, “ben niye bilmiyorum?” sorusunu sormamamızdan kaynaklanıyor. Çünkü bu soruyu sorduğumuz anda öğrenebileceğimiz şeyler, bizi korkutuyor. Öğrenmek, sorumluluk getiriyor. Bilmedikçe, duymadıkça, işitmedikçe, görmedikçe Polat’ın o günahsız masumiyetine benzer masumiyetlerimiz ile huzur buluyoruz. Günahsızlığın, “bilmemeyi öğrenmek”ten geçtiğine inanıyoruz. Sorduğumuz anda alabileceğimiz cevapların “tadımızı kaçırmasından” endişe ediyoruz. Toplumun bir parçası olarak değil, bir televizyon izleyicisi olarak hayata tutunmanın yollarını arıyoruz. Bilmemenin huzuru, bilmemenin “sorumluluktan soyutlayan getirisi”, bilmemenin mutluluğu ile yaşamlarımıza devam etmek istiyoruz. Sorunca öğrenebileceğimiz tüm cevapların birilerinde (Aslan Bey benzeri bir hazrette) saklı olduğunu bilmek, bizi “bilinmezin huzursuzluğundan” soyutluyor, huzura kavuşturuyor. Dünyada olup bitenler böylece “aslında bir şekilde açıklanıyor”, tek fark gerçek ile bizim aramızdaki mesafede yatıyor. O da zaten bizim gibi aklı ermezlerin aczinden kaynaklanıyor…
Bugün televizyonda bir Kürtler Vadisi “oynuyor”. Kürtlerin kim olduğu açık değil. PKK’nın ne olduğu, ne yaptığı, neden şimdi yaptığı bilinmiyor. Bu dizide bir insan sadece “Kürt olduğu” gerekçesiyle “kötü rolde” oynatılabiliyor. O kadar keskin, o kadar ayrıştırıcı ve o kadar kutuplaştırıcı bir dili var ki bu dizinin, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmek imkânsız hale geliyor. Aktörler ya çok aşırı, über manyak “iyi” ya da aynen o kadar “kötü”. Evrensel insan haklarından, insani değerlerden söz etmek adeta bir zayıflık göstergesi ve ihanet olarak resmediliyor –bunları telaffuz edenler ütopyacı, hayalperest, salak ve hatta suçlu/vatan haini biçiminde tanımlanıyor. Herkes bir suçlu arıyorken, ortada olduğu kesin görülen suçu sadece özel birileri biliyor. Ya birinden ya ötekinden olunuyor. Nefret nesneleri her yeri sarıp sarmalamış ve hayat sadece siyah ile beyaz arasında akıyor. Sanki herkes bu dizinin “kötü sonla biteceğinden emin” ama kimse kanalı değiştirmiyor. [11] İzleyenlerin tümü hikâyeyi anlamak yerine, anlatıcısına inanmayı tercih ediyor.
Aklı erenler, aklı ermezlere televizyon ekranlarından sesleniyor.
Bu vadide insana dair her şey yeniden kurgulanıyor.
Elde çekirdek taraf tutmak, herkese çok kolay geliyor.
[1] Konu hakkında yazılan bir araştırma için bkz. Sema Karabıyık, Türk’ün Dizi ile İmtihanı, Profil, İstanbul, 2014.
[2] Kurtlar Vadisi markası (Kurtlar Vadisi dizileri ve filmleri) üzerine yayımlanmış çok sayıda akademik çalışmadan öne çıkan bazıları için bkz. Lerna Yanık, “Valley of the Wolves – Iraq: Anti-Geopolitics Alla Turca”, Middle East Journal of Culture and Communication, 2(1), 2009, s. 153-70; Kevin Smets ve Dilek Mutlu, “Beware of the Wolves! The Turkish versus the European Reception of Valley of the Wolves: Iraq”, Film International, 9(3), 2009, s. 19-34; Kevin Smets, “‘Turkish Rambo’ Going Transnational: The Polarized Reception of Mainstream Political Cinema Among the Turkish Diaspora in Belgium”, Turkish Studies, 15(1), 2014, s. 12-28; Nuran Erol, “Milliyetçilik, Popüler Kültür ve ‘Kurtlar Vadisi'”, Doğu-Batı, 38, 2006, s. 227-247.
[3] “Çakır için Saygı Duruşu”, Ntvmsnbc, 16 Nisan 2004; “Çakır’ı Unutmadık, Acımız Büyük!”, Habertürk, 8 Nisan 2008.
[4] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, (çev.) O. Adanır, Doğu Batı, Ankara, 1982/2008, s. 70.
[5] Cemal Kafadar’ın bir röportajında da belirttiği gibi: “Kurtlar Vadisi dizisinin bile dönüp dolaşıp geldiği yer yine Abdülhamit-İttihat Terakki günleri. O günlerden beri başımıza örülen çorapların hesabıyla ilgili bir güncel değerlendirmeye geçiliyor hemen.” Cansu Çamlıbel, “Cemal Kafadar ile Yapılan Röportaj: Osmanlı Tarihine Nokta Koyamadık”, Hürriyet, 5 Ekim 2015.
[6] Michael J. Wood, “Some Dare Call It Conspiracy: Labeling Something A Conspiracy Theory Does Not Reduce Belief In It”, Political Psychology, 2015.
[7] “Cumhurbaşkanı Erdoğan Sanatçı ve Sporcularla İftar Yaptı”, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, 12 Temmuz 2015; “Erdoğan Polat Alemdar’ı Çağırdı,” Milliyet, 12 Haziran 2013.
[8] Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim, İstanbul, 1985/2013, s. 263.
[9] “Vücudundan 28 Kurşun Çıktı”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2015.
[10] Bu yaşanan korkunç trajedi, bir ölünün grotesk sergilenişi, Elias Canetti’nin yaptığı savaş tanımıyla mükemmel biçimde örtüşüyor: “İlk amacı düşman ölülerinden oluşan bir yığın olmadıkça savaş, gerçek bir savaş değildir.” Elias Canetti, Kitle ve İktidar, (çev.) G. Aygen, Ayrıntı, İstanbul, 1992/2006, s. 70.
[11] Ya da “kanal değiştiremiyor”, zira artık hangi kanalın hangi platformda yayınlanabileceğine de bilmesinlerciler karar veriyor. Bkz. “Digiturk’ten Yedi Televizyon Kanalına Sansür”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2015. Özel bir TV platformunun, yalnızca bir “soruşturmaya” dayanarak, kendisini satın alanlara vaat ettiği kanallardan onlara sormadan vazgeçebiliyor olması yalnızca devletin ya da bilmesinlercilerin değil, özel ile kamu/devlet arasındaki karşılıklığı verili kabul edip bunu idealize eden liberalizmin de sorgulanmasına davetiye çıkartıyor.