Sokağa çıkma yasaklarının hukukiliği üzerine bir değerlendirme yaptığım yazıdan bugüne bir aydan fazla bir süre geçti. O yazıda olağanüstü hale ilişkin hükümler devreye sokulmadan, mevcut hukuk sistemi içinde mülki amirler tarafından sokağa çıkma yasağı ilan etmenin hukuka uygun olmadığı sonucuna varmış, ancak hukuka aykırılık tespitinin yargı organlarınca yapılacağını belirtmiştim. Geçen günler içinde sokağa çıkma yasakları konusunda değişiklik yaşanmadı. Uygulaması devam etmekte olan bu kararların esasını da yargı denetlemiş değil. Konuyla ilgili açılmış davalar ve bireysel başvurular hakkında verilmiş kararları değerlendirmeden önce, yargıyı neden önemsemek gerektiği üzerinde durulması yerinde olacaktır.
Yönetim biçimden bağımsız bir şekilde, her devlette idarenin eylem ve işlemlerine karşı öngörülmüş başvuru mekanizmaları mevcuttur. Devlete ekleyeceğiniz “demokratik”, “hukuk” gibi sıfatlar, devlet organlarının eylem ve işlemlerine hukuku egemen kılma iradesine ve pratiğine, sistem içindeki mekanizmaların hukuka uygunluğu sağlamadaki etkinlik kapasitelerine göre anlam ve içerik kazanabilecektir. Bu söylenen, devlet ile toplumun karşılıklı ve iç ilişkilerini karşılamaktan uzak safdil bir yaklaşımın sonucu olduğu itirazını hak etmekle beraber, oyun bu olduğu sürece, oyunu oynamak ve oynatmak gerektiği de aşikâr.
Hukukun himayesine sığınabilme, etkin yargısal korumadan yararlanabilme ayrı bir temel hak ve özgürlük olarak üst hukuk metinlerinde düzenlenmiştir. 1982 Anayasası’nın (AY) 36’ncı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 13’üncü maddeleri “hak arama özgürlüğüne” yer vermiş ve içeriği bir yönüyle AİHS madde 6 ve gene AY madde 36’da yer verilen “adil yargılanma hakkı” ile doldurulmuştur. Hal böyle ise, idarenin hukuka uygun olmayan eylem ve işlemleri nedeniyle hakkı veya menfaati ihlal edilen herkesin yargısal mercilere başvurarak etkili bir karar alma hakkı var demektir.
Peki, yaşanan bu mu? Hayır. Sokağa çıkma yasakları ile ilgili açılmış davalarda ve bireysel başvurularda etkili bir karar verilmemektedir. Şunu da hemen açıklığa kavuşturmak gerekir; etkili karardan maksat, dava açanlar veya bireysel başvuruda bulunanlar lehine bir karar verilmesi değildir. Asıl olan uyuşmazlığın incelenerek, davanın aşamasına uygun olumlu veya olumsuz kararın verilmesidir. Konu bazında bu da idari yargı için yürütmenin durdurulması, anayasa yargısı için ihtiyati tedbir veya esastan karardır.
Sokağa çıkma yasağı gibi süreli işlemlerde, idari yargıda iptal davasının sonucunu beklemek, dava açanlar bakımından etkili bir hukuki himaye sağlamaz. Zira cevap, cevaba cevap, cevaba cevaba cevap, istenirse duruşma gibi yargılama usulüne ilişkin zorunluluklar gereği, en erken aylar sonra verilecek bir iptal kararının uygulamasına son vereceği dava konusu işlem, hukuki ve fiilî mevcudiyetini yitirmiş olacaktır. Kişilerin hak arama hürriyetleri çerçevesinde talep ettikleri karar, yürütmenin durdurulması kararıdır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27’nci maddesi uyarınca, idari yargı yerleri idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra gerekçe göstererek yürütmenin durdurulmasına karar verebilirler. Ancak -sokağa çıkma yasağı gibi- uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerin yürütülmesi, savunma alındıktan sonra yeniden karar verilmek üzere, idarenin savunması alınmaksızın da durdurulabilir. Anayasa, AİHS, sokağa çıkma yasaklarına dayanak olarak gösterilen 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu hükümleri yürürlükte olduğu sürece, bireylerin başvurdukları yargısal makamlardan “makul sürede” etkili bir karar alma hakkı vardır; yargısal makamlar da karar vermeye mecburdur. Sokağa çıkma yasağı gibi yüz binlerce kişinin bir dizi temel hak ve özgürlüğünü etkileyen bir idari kararın uygulanmakla telafisi güç veya imkânsız zararlar doğuracağı tartışma dışıdır. Hukuka aykırılığının varlığı, yokluğu, açıklığı gibi hususlar ise yargı organlarının değerlendirmekten imtina edebilecekleri bir konu değildir. Ancak Diyarbakır idare mahkemelerince, hep sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı tarihten sonra “yürütmenin durdurulması istemi hakkında karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmektedir. İptal davasının muhtemel sonucu da “… tarihinde …. tarafından tesis edilen dava konusu sokağa çıkma yasağına dair işlemin, …. tarihinde kaldırıldığı anlaşıldığından konusu kalmayan davanın reddine” şeklinde olacaktır. Ezcümle, sokağa çıkma yasağı konusunda, yürütmenin durdurulması aşamasında idari yargı yerlerince işlemin özüne ilişkin bir karar verilmediği sürece, olağan kanun yollarında (AİHM yönünden iç hukuk yolunda) etkili bir başvuru yolu yok demektir. İdari yargıda bu yolun etkili olmaması durumunda, Anayasa Mahkemesi esastan karar verebilir hale gelir. AİHM kararlarında defaatle belirtildiği gibi, iç hukuk yollarının tüketilmesi biçimsel bir tüketme anlamında değildir. Sokağa çıkma yasaklarının uygulanmakta olduğu dönem içinde ve “makul sürede” karar verilmemesi halinde olağan kanun yolu anlamsız hale gelir. Bu olumsuz durum hak arama hürriyetinin ve adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini gösterir.
Anayasa Mahkemesi’ne yapılmış olan bireysel başvurular açısından sorun, teknik bir idare hukuku boyutunu barındırmakla birlikte, bunun ötesinde bir değerlendirmeyi gerektirmektedir. Bireyin özgürlükleri ve hakları temelinde bu değerlendirme yapıldıktan sonra Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlar incelenecektir.
Anayasalar bizlerin özgürlüklerini var etmezler, ancak tanımak suretiyle talep edilebilir bir hak haline getirirler. Bunu yaparken, kimi örneklerde, getirdiğinden çoğunu götürebilir. Sınırlamalar götürdükleridir. Ancak bunların da bir sınırı vardır. Buna anayasal dilde sınırlamanın sınırları denir. İşte bunlardan biri hakkın kullanımını imkânsız veya son derece güç, kısacası tanınmaz hale getirememedir ki buna da öze dokunma yasağı denir.
Salt bir hukuk tekniği sorunu olmamakla beraber, sokağa çıkma yasağı ilan edebilme yetkisi, ülkenin belirli bir bölgesinde olağanüstü hal ilan edilerek elde edilebilir. Veya olağan dönemlerde de bu yetki, anayasal sınırlar içinde (belirtilen öze dokunma yasağı, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesi gibi) yapılacak kanuni bir düzenleme ile istisnai hallerde, kapsam ve süresi gibi sınırları açıkça belirlenmiş bir şekilde kullanılmak üzere, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yürütmeye ama asıl olarak anayasada kişi hak ve özgürlüklerinin koruyucusu olarak öngörülen yargı organına[1] verilebilir. Olağan dönemlerde kullanılmak üzere kanunla verilebilecek bu yetkinin anayasaya uygun olabilmesi için, hiçbir zaman anayasada düzenlenmiş olağanüstü yönetim biçimleri ara kuşağında, olağan dönem içine gizlenmiş yeni bir olağanüstü yönetim biçimi oluşturmaması gerekmektedir. Anayasal sisteme uygunluğunu pekiştirmek için bu yetkinin, mülki amirler yerine içişleri bakanı ve başbakan gibi yürütme içinde yer alan makamların omzuna yüklenmesi, doğrudan siyasi sorumluluğun üstlenilmesi bakımından düşünülebilir.
Ancak bunlar da meselenin halli anlamına gelmez. Her şeyden önce, bir dizi temel hak ve özgürlüğün kullanılmasını durduran sokağa çıkma yasağı gibi bir kararın, demokratik bir toplumda olağanüstü bir tedbir olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu bakımdan AİHS madde 15 uyarınca, olağanüstü bir yönetim biçimi ilan edilmeden ancak “savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde” acil bir tedbir olarak başvurulması durumunda dahi, sözleşmeci devletin Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne tam bilgi vermesi gerekir.
Düşünülmesi ve çözümlenmesi gerekli iki husus daha vardır. Birincisi bütünsel anlamda, sokağa çıkma yasağı kararı nasıl belirli nedenlerin varlığına bağlı ise, bu nedenleri ortadan kaldıracak yapısal kararları alma refleksi de o denli gerekli demektir. Çözüm süreci, siyasi mutabakat arayışı, anayasal -hukuki- çözümler bunun bir parçasıdır. Bir başka deyişle, sorunun çözümü hendek kapatmak değil, hendek açtırmamaktır.
Birincisine ilişkin refleksin işaretleri görünürde olmadığından ikinci hususa geçilebilir. İkincisi hukuki temele kavuşturulmuş veya kavuşturulmamış sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasına ilişkindir. Sokağa çıkma yasağının, insanların ilk elden sadece kişi hürriyeti (AY md. 19) ve seyahat hürriyetini (AY md. 23) sınırlandıran ve belirli süreler için durduran bir yasak olduğu unutulmamalıdır.[2] Bu hürriyetlerin kısıtlanmasına bağlı olarak kişilerin eğitim (AY md. 42) ve çalışma (AY md. 48-49) hakları bu süreler içinde sınırlanmaktadır. Yasal düzeyde öngörülecek sokağa çıkma yasağı, uygulanma biçimi ve süresiyle bu hakların özlerine dokunmayan, demokratik bir toplumda kabul edilebilir önlemleri içeren, ölçülülük (gerekli-elverişli-orantılı olma) ilkesine uygun bir tedbir olmalıdır. Bu bakımdan, “ikinci bir emre kadar” denilmekle süresi belli olmayan veya kısa aralıklarla, hatta “ikinci bir emre kadar” kaldırılmakla birbirini takip eden uygulamalara cevaz veren, kişilerin evlerinden çıkamadıkları dönemde zorunlu ihtiyaçlarının istikrarlı karşılanması konusunda hükümler öngörmeyen, eğitimlerinden geri kalanlar için telafi edici mekanizmalar getirmeyen, çalışma ve sosyal güvenlik kayıplarını karşılamayan, yetkili makamları açıkça düzenlemeyen, etkin yargısal koruma imkânı mevcut olmayan bir düzenleme, biçimsel zorunluluk olan kanunla sınırlama koşulunu da yerine getirmiş sayılamaz. Hele ki, sokağa çıkma yasağı ilan edilmesini gerektiren nedenleri, fiilleri ile gerçekleştirmeyen insanlara yönelik olarak ve onların “can ve mal güvenliğini korumak” iddiasıyla bu kararı alıyorsanız, temel hak ve özgürlüklerini sınırlamanızın hududu da asgaride kalmak durumundadır. Kısacası kişileri, müsebbibi olmadıkları olayların mağduru haline getirmeden, gerekli –elverişli- orantılı olma kriterlerini karşılayan bir tedbir olarak sokağa çıkma yasağı kanunla düzenlenmek ve yargısal korunma mekanizmaları öngörülmek koşullarıyla idarece uygulanabilecektir.
Sokağa çıkma yasağı, yukarıda yer verilen kişi hürriyeti ve seyahat hürriyetini doğrudan, eğitim ve çalışma haklarını dolaylı olarak etkileyen bir idari tedbir olarak hukukun sınırları içine alınabilir. Hiçbir surette hukukun sınırları içine kabul etmeyeceği boyutu ise, yaşam hakkına dokunması hali ve potansiyelidir. Yaşam hakkı, hayatta kalmayı, vücut bütünlüğünün korunmasını ve gerektiğinde bunlar için sağlık hizmetlerine ulaşabilmeyi kapsar. Öldürülmeme, yaralı veya hasta isek donanımlı bir sağlık kuruluşuna gidebilme, varlığımızın kendisidir. Bu bakımdan bu temel varoluşsal durum AİHS gibi üst hukuk metinlerinde tersinden düzenlenmiştir. Var eden değil, yok edilmesini engelleyen düzenlemelerdir.
On binlerce kişinin yaşadığı meskûn bir alanda ağır silahlarla operasyon yapılıyorsa, sivil ve karşılıklı ölümler göze alınmış demektir. Ancak alınamaz. Uluslararası hukuk ve yargı kararları, devletlerin öldürme amaçlı silah kullanması gibi bir durumu kabul etmemektedir (AİHS md. 2; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, McCann/Birleşik Krallık, Ergi/Türkiye, Isayeva/Rusya kararları). Devletin, devlet güçlerinin bir kişinin ölümüne yol açan eylemlerinden sorumlu tutulmaması, “mutlak zorunlu” koşulların varlığı halinde silah kullanılması durumunda, istenmeden gerçekleşen bir sonuç olması haliyle sınırlıdır. Kamu görevlilerinin doğrudan eylemleri olduğu kadar, gerekli eğitimden yoksunlukları, personel seçimindeki ihtiyatsızlığı, konuya ilişkin düzenlemelerin eksikliği veya yetersizliği, operasyonların planlanması ve yürütülmesindeki aykırılıklar, çatışmaya girdiği gruplardan sivillere gelebilecek hayati tehlikeleri öngörmemesi, faillerin belirlenmesi konusunda etkin bir soruşturma yapmaması gibi bir dizi hal devletin sorumluluğunu gerektirebilir. Bu bakımdan planlı ve programlı olarak yürütülen operasyonlar neticesinde, yaratılan terminolojik farklılıktan bağımsız olarak - etkisiz hale getirme, şehit, sivil kayıp- kişilerin yaşam hakkı ihlal edilmektedir. Belirtilen AİHM kararlarının birlikte değerlendirmesi ile varılan bu sonuçlar, ileride düzinelerce ihlal kararını şimdiden görünür kılmaktadır. Acı olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ileride ödeyeceği tazminatların ne ölenlere ne de bizlere tek bir faydası olmayacağını bilmektir. Ölümlerin cezai sorumluluğu ya hiç açılmayacak soruşturmalarla ya da zamanaşımına uğratılmış davalarla gündemden düşecek, biz uzaktakilerin belleklerinden silinecektir. Siyasi hesap verme bahsinde yazılacak her cümle ise abesle iştigaldir. Yarına ilişkin bu satırlar, dün olanların bilgisiyle, bugün yazılmıştır.
Bu aradan sonra, Anayasa Mahkemesi’nin sokağa çıkma yasakları konusunda bireysel başvuru sonucu vermiş olduğu üç “tedbire ilişkin ara karar”ın anlam ve sonuçlarını inceleyebiliriz (Mehmet Girasun ve Ömer Elçi başvurusu, B.N. 2015/15266, k.t. 11.09.2015; Meral Danış Beştaş Başvurusu, B.N. 2015/19545, k.t. 22.12.2015; İrfan Uysal ve diğerleri Başvurusu, B.N. 2015/19907, k.t. 26.12.2015). Anayasa Mahkemesi ihtiyati tedbir kararı verilmesi talepli ilk iki başvuruyu, sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerde fiilen yaşamayan başvuranların “derhal müdahale edilmesi” gerekli yaşam hakkı ihlali “ciddi tehlikesi” altında bulunmadığı, üçüncü başvuruyu ise idari makamlardan alınan bilgilerin başvuranların iddialarını doğrulamadığı ve bir kısım başvurucunun sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerden ayrıldıkları gerekçeleriyle reddetmiştir.
Mahkemenin bu kararları çerçevesinde, sonuçları bakımından önemli şu üç değerlendirme yapılabilir: (1) Sokağa çıkma yasaklarının 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ilgili hükmü uyarınca, terör örgütü mensuplarının yakalanması ve terör olayları nedeniyle ve kamu düzenini, halkın can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla mülki amirlerce ilan edilmesinin temelsiz olduğu söylenemez (Girasun/Elçi başvurusu, paragraf 14; Beştaş Başvurusu, paragraf 16; Uysal vd. başvurusu, paragraf 19); (2) Sokağa çıkma yasakları, başvuranların kendi can ve mal güvenliklerini korumak için ilan edilmektedir (Girasun/Elçi başvurusu, paragraf 15); (3) Olgular, somut bilgi ve belge sunmayan (Girasun/Elçi başvurusu, paragraf 15) başvuranların iddiasına göre değil, idarenin verdiği bilgiler esas alınarak tespit edilir (Uysal ve diğerleri başvurusu, paragraflar 21 ve devamı).
Mahkemenin birinci tespitinin ilk elden varılacak sonucu, başvuruların esası hakkında henüz karar verilmemiş olmakla beraber, kararın hangi yönde olacağı bu emareden bellidir: 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu uyarınca mülki amirlerce sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi hukuka aykırı değildir.
İkinci tespit üzerine varılması gereken sonuç, bölge halkının can ve mal güvenliğini korumak için bu tedbirler alınmaktadır, öyleyse onların can ve mal güvenliğini ihlal edecek şekilde uygulanamaz.
Üçüncü tespite verilecek anlam ve sonuç ise şudur: “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir”se (AY md. 148/3) de, olgular, başvuranların iddiasına göre değil kamu gücünü kullananların sunduğu bilgiler çerçevesinde belirlenir.
Bu üç anlam ve sonuç doğru ise varılacak sonuç şudur: Bölgede yaşayanların can ve mal güvenliğini korumak için ilan edildiği halde, ihlal eden sokağa çıkma yasaklarını Anayasa Mahkemesi hukuka aykırı bulmadığından iç hukuk yolları tükenmiştir; olguları taraflara eşit mesafede tespit etmediğinden, adil bir yargılama neticesinde bir karar vermeyeceği ortaya çıkmakla da, iç hukukta etkili bir başvuru yolu bulunmadığı anlaşılmıştır.
Yukarıda incelenen bu üç “milli” karar, AİHM yolunu açmıştır. Çünkü idari yargı organlarınca yürütmenin durdurulması konusunda bir karar verilmemekle, Anayasa Mahkemesi tarafından ihtiyati tedbir talepleri reddedilmekle, esas hakkında karar makul sürede verilmemek[3] ve dolaylı olarak sokağa çıkma yasaklarının hukuki ve fiilî “temeli” olduğu kabul edilmekle iç hukuk yolları tüketilmiş ve/veya taraf eşitliği gözetilmemekle etkili bir iç hukuk yolu olmadığı ortaya çıkmıştır.
AİHM de bu konuda yapılan bir başvuruyu incelemeye almış (Cagli ve diğerleri/Türkiye, B.N. 63130/15) ve hükümetten, sokağa çıkma yasaklarının hukuki temeli; sokağa çıkma yasağı sırasında başvuranların -ikisi hamile ve üçü ciddi sağlık problemleri olan- gerçekçi ve uygun bir şekilde sağlık hizmetlerine erişimlerinin ve gıda, su, elektrik gibi temel ihtiyaçlarını temin etmelerinin mümkün olup olmadığı, bu bağlamda acil bir durumda veya gıda ve ilaç gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için evlerini terk etmeleri gerekirse, hayatlarının tehlikeye girip girmeyeceği; sokağa çıkma yasağı olan bölgelerden bildirilen sivil ölümlerinin sayısı göz önüne alındığında, başvuranların yaşadıkları bölgeler de özellikle dahil olmak üzere, bu bölgelerde ikamet edenlerin yaşam haklarının korunması konusunda hangi önlemlerin alındığı ve alınacağı hususlarında bilgi talep etmiştir.
AİHM’in bu başvuruyu neden incelemeye aldığını anlamak için doğal olarak içtihadına bakmak gerekir. Bu noktada incelenmesi gereken AİHM kararları ile geliştirilmiş olan olası ihlal (potential/prospective violation, Soering/Birleşik Krallık, Budrevitch/Çek Cumhuriyeti) ve potansiyel mağdur (potential victim; Klass ve diğerleri/Almanya, Balmer-Schafroth/İsviçre) kavramlarıdır. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde bugüne kadar yaşananlar ve operasyonun yürütülme biçimi göstermektedir ki, bölgede kısılı kalmış insanlar ölmekte, ciddi biçimde yaralanmakta, sağlık hizmetlerine düzenli erişimleri engellenmektedir. Olağanüstü dönemlerde, olağanüstü tedbirlerin alındığı durumlarda dahi, savaş hali hariç, insanların yaşam hakkına dokunulamaz, bu hak doğası gereği sınırlandırılamaz (AY md. 15, AİHS md. 15). Olgular yaşam hakkının ağır bir biçimde ihlal edildiğini gösterdiğinden, gelecekte de sokağa çıkma yasağının muhatabı herkesin yaşam haklarının, AİHM terminolojisiyle geri dönülmez biçimde olası ihlalini şimdiden maddi kılmaktadır. Buna sebep olan da, insanları, yoğun silahlı çatışmaların ve askerî operasyonların yürütüldüğü bir bölgede yaşamak zorunda bırakan sokağa çıkma yasaklarıdır. Sokağa çıkma yasakları, insanların seyahat, kişi güvenliği, çalışma ve eğitim gibi “sınırlı sınırlanabilir” özgürlüklerinin ötesinde, yaşam haklarının olası ihlalini oluşturduğu için, kişileri bu genel nitelikli kararın potansiyel mağduru kılmaktadır. İnsanların potansiyel mağdurluklarına ve olası ihlallere bölgeyi terk ederek son vereceklerini düşünmek ise, yüz binlerce kişiyi yaşam alanlarından koparıp, zorunlu göçe mecbur etmektir. AİHM’in konunun boyutu ve hassasiyeti nedeniyle, yerleşik içtihadı doğrultusunda “makul sürede” karar vermesi muhtemel olandır.
Son olarak, hendek kazan, patlayıcı yerleştiren bir grup, bölücü terör örgütü olarak tanımlanabiliyorsa, bu tanımlamayı yapmayı sağlayan hukuktur. Çünkü belirlenmiş hukuka aykırı faaliyetleri ve amaçları nedeniyle yasadışı bir hal almışlardır. Belirlenmiş olan hukuka, belirleyenlerin de uymaması halinde, o da hukuk dışı bir hal alır ve hukuk dışılıkta bu buluşma, karşı tarafı suçlama imkânına da son verir. Bunun adı, gayrimeşruluk zemininde çatışmadır. Kazılan hendekler nasıl Kürt sorununun çözümüne bir katkı sağlayamayacaksa, hukukun dışına çıkılarak da bir çözüm sağlanamaz.
Bu yazının başlığı bu nedenlerle ve “ama hendekler” diyenlere bir karşılık olabilir umuduyla, “ama hukuk” olarak seçilmiştir.
[1] Örneğin Anayasa’nın, kişi hürriyeti ve güvenliği (md. 19), özel hayatın gizliliği (md. 20) ve konut dokunulmazlığına (md. 21) ilişkin maddelerinde, yasada öngörülen ve söz konusu hürriyetleri kısıtlayıcı mahiyetteki tedbire, esas olarak hâkim veya mahkeme tarafından karar verilmesi öngörülmüştür.
[2] Anayasa Mahkemesi, sokağa çıkma yasaklarını anılan özgürlüklerle bağdaştırmış ve Kanun Hükmünde Kararname ile bu yasağı getiren hükmü Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir (AYM, E. 2000/82, K. 2002/193, k.t. 26.11.2002).
[3] İlk başvuru olan Girasun/Elçi başvurusu 10.09.2015’te yapılmıştır.