Türkiye’nin Kürt meselesinin tartışıldığı bir toplantıda, milliyetçilik konusu doğal olarak baş köşeye yerleşecektir. Bu konuda her kesimin milli hassasiyetleri -Türkiye’de bu hassasiyet lafı telaffuz edildiğinde ürkmek gerekir- vardır ve bunlar karşılıklıolarak birbirinden beslenerek, büyüyüp gelişirler. Bugün, buradan, Türkiye’nin Kürt meselesine milliyetçilik penceresinden bakarak dile getireceğim tespit ve önerilerin, daha önce bu konuda farklı milliyetçilikler konusunda ifade etmeye çalıştığım yaklaşımların uzantısında yer aldığını dikkate almanızı rica ederim. Hepimiz bir yerden ve belli bir tarih içinden konuşuyoruz. Bu tarih ve yerin bazen yükünü bazen rahatlığını veya bunun ikisini birden sırtımızda taşıyoruz. Bugün, Türkiye’de Kürt sorununun takıldığı milliyetçilik kapanını ele alırken, sorununun yeneni ve yenileni olmayan bir çözüm gerektirdiği inancından hareketle aşağıdaki değerlendirmeleri dile getireceğim.
1- Milliyetçilik esas olarak bir insan tasarımıdır. Bu özel bir tasarımdır. İnsanın milli olduğu iddia edilen özelliklerine vurgu yapan, onun insanlığını o özellikler içinde anlamlandıran bir tasarımdır. İnsanın evrensel bir insanîliğine değil, modernliğin avdetiyle birlikte, esas olarak dil, ırk ve dine dayalı kimliklerin bir karmasından türetilmiş soyut bir kimliğe vurgu yapar. Millî kimlik, cemaat kimliklerinden daha soyut ve daha geniştir. Bu soyutluk ve göreli genişlik, onun tek başına var olmasını zorlaştırır, hatta anlamsızlaştırır. Milli kimlik, ulus-devlet pratiği veya ulus-devlet özlemi içinde can bulur.
Milliyetçilik, bir insan topluluğunun kendini öteki topluluklardan ayırt etme anahtarı verir. Bu ayrımı siyasal planda sadece yurttaşlık temelinde yaptığını iddia eden siyasal milliyetçilikler bile, tanımın somutlanması aşamasında dil, din, ırk gibi öğelerle bezenmiş bir “biz” ve “onlar” ayrımı üretirler. Milliyetçilik, bu ayrımcı yaklaşımın gemi azıya almış biçimidir. Modernliğin asli ve modernlik kıstaslarına göre meşru dışlama biçimidir. Bu dışlama, milli olduğu iddia edilen özelliklere aşırı bir olumlu anlam atfedilmesiyle atbaşı gider.
Konumuza gelirsek, kısaca, “ben milliyetçiyim” diyerek, ve bunu bir iyi özellik olarak algılayıp, bundan kıvanç duyarak, ne Türkiye’de ne de başka bir toplumda barış içinde beraberlik tasarlanamaz. Milliyetçilik, katıksız biçimde etnik olarak homojen bir toplumda bile çatışma yaratacak bir tema bulur kendine. Çünkü milliyetçilik, “biz” ve “bizin düşmanları” ayrımı üzerine kurulmuş bir tahayyül dünyasına aittir. En “barışçı” milliyetçilikte bile bu gerginlik potansiyel olarak vardır.
2- Milliyetçiyim diyerek insan haklarından söz edilemez. Milliyetçi için, Türk insanının hakları diğer insanların haklarından önce gelir. Aynı şekilde Kürt insanının hakları da olacaktır. Bu bağlamda, bugünkü oturumun birinci panelinin katılımcılar listesinde yer alan “Uluslararası Kürt İnsan Hakları Merkezi kurucusu” tabiri düşündürücüdür. Türk İnsan Hakları, Çerkez veya Çeçen İnsan Hakları olarak insan haklarını bölüp parçalamaya, insan haklarını ulusallaştırmaya kalkarsak, o zaman yakın tarihte İstanbul’da bir polis gösterisinde talep edildiği gibi “Polis İnsan Hakları”ndan da bahsetmek zorunda kalırız.
Bunlar insanın değil, Türkün, Kürdün, Çerkezin veya Polisin haklarıdır. İnsanın hakları olamadıkları içindir ki, tüm yurttaşların hakları haline bu özellikleriyle dönüşemezler. Dolayısıyla demokratik bir beraberliğin harcını oluşturmazlar.
3- Milliyetçiliğin masum olanı, mazlum olanı, barışçıl olanı yoktur. Bugün saldırgan olanı ve yarın ortam buna uygun olduğunda saldırgan olacak olanı vardır. Milliyetçilik, ezilen halk milliyetçiliği biçiminde ezen halk milliyetçiliğiyle aynı özü paylaşır. İnsanı insan olarak değil, milli kimlik öğelerinin bir mutemeti, onların korunması ve geliştirilmesinin sorumlusu olarak görür ve değerlendirir. Bu nedenle, sadece hakim ulus milliyetçiliğinde değil, ezilen halk milliyetçiliğinde de “milli kimliğe ihanet” teması güçlü biçimde vardır.
Türkiye’de kelime oyunlarıyla aynı şeyi, işimize nasıl uygun geliyorsa ona uyan biçimde olumlu veya olumsuz vurgularla ifade edebiliyoruz. Sol açısından bakınca ulusalcılık masum, milliyetçilik meşum bir siyasal-toplumsal duruşun adı olabiliyor. Örneğin, “Kürt ulusalcılığına (burada vurgu sevecen) karşı baskıcı politikalar güden Türk milliyetçiliği (burada ise vurgu bütünüyle olumsuz)” türünden değerlendirmeleri sık sık işitiyoruz.
Şunu burada açıkça ifade etmek istiyorum. Türk veya Kürt milliyetçiliğini/ulusalcılığını/yurtseverliğini modern veya arkaik, barışçıl veya saldırgan diyerek ayırmak ya fikri bir sahtekarlıktır ya da vahim bir safdillik. Milliyetçilik veya ulusalcılığın arkaiği yoktur, çünkü milliyetçilik modern bir olgudur. Modern zamanlara ait bir olgudur. Onun arkaiği milliyetçilik değil, kabilecilik veya ümmetçiliktir. Etnik temelli saldırgan milliyetçilik, kültürel hakların korunması temelli barışçıl veya mazlum milliyetçilik ayrımı da nafile bir çabadır. Bir dilin, bir kültürün yaşatılmaya çalışılması milliyetçilik değildir elbette ama o insanların asli varlık nedenlerinin bir dili veya bir kültürü yaşatmak olduğu inancına dayalı bir duruş, katıksız bir milliyetçiliktir. Sonuçta etnik/kültürel temelli olamayan bir milliyetçilik yoktur. Örneğin, kapsayıcı, yurttaşlık temelli olduğu iddia edilen Atatürk milliyetçiliği türünden bir hibrid milliyetçilik de, biliyoruz ki, zımni olarak, latan biçimde etnik/kültürel/dinî vurgulu bir milliyetçiliği içinde barındırır. Bugün Kürt milliyetçiliği de aynı düzeyde, bunun zıt kopyasıdır. Elbette Türk milliyetçiliğinin aşırısı, kafatasçısı, ılımlısı, kültürelcisi olduğu gibi, Kürt milliyetçiliği de bu farklılıkları içinde barındırır. Ama bu iki kimlik grubunun ortak paydası milliyetçilikleridir. Bugün Türkiye toplumunda en güçlü paylaşılan değerin milliyetçilik olması boşuna değildir. Bu milliyetçi ortak paydanın üzerine bir edep örtüsü olarak yurtseverlik/vatanseverliği sermek, bu gerçeği değiştirmez.
4- Hem milliyetçi/ulusalcı mücadele verilip, hem de demokrasi mücadelesi verilemez. Milliyetçiliklerin kafa tokuşturduğu yerde, demokrasi mücadelesi sürdürmek, ezen ve ezilen milliyetçiliklerden kendini bütünüyle sakınmakla mümkündür. Savunmacı, müzmin bir mağduriyet algısı üzerine inşa edilmiş kimliklerin nasıl saldırgan, patolojik milliyetçiliklere dönüştüğünü yakın tarihte gördük. Hepimiz için bir tuzak olan bu milliyetçilik kapanına karşı mücadele edebilmek için, demokrat, özgürlükçü Kürtlere Kürt milliyetçiliğiyle mücadele etmek; demokrat, özgürlükçü Türklere Türk milliyetçiliğiyle mücadele etmek tarihî sorumluluğu düşüyor. Bugün Kürtlerden gelecek Türk milliyetçiliğiyle ilgili eleştirilerin Türk milliyetçiliğini etkileme kapasitesi çok sınırlıdır. Aynı şekilde, Türklerden gelecek olan Kürt milliyetçiliğiyle ilgili eleştiriler de, bu milliyetçilik üzerinde ya etkisiz kalmaya mahkumdur ya da, daha kötüsü, savunmacı bir refleksle bu milliyetçi damarın daha da kabarmasına yol açacaktır. Bu nedenle, bugün demokrat Kürtlere, milliyetçiliğin, isterseniz buna ulusalcılık diyelim, ulusalcılığın nasıl büyük bir felaket riski içeren bir tehlike, insanlık adına bir tehlike olduğunu Kürt ulusalcılığı veya Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapmaya teşebbüs edenlere karşı söylemek, bu siyasal tasavvur ve girişimlere karşı göğüs germek sorumluluğu düşüyor. Türkiye’deki Türk milliyetçiliğinin hakim olduğu ortamda bunu yapmak elbette kolay değil. Bunu yapmaya çalışan bir avuç Türkiyeli Kürdü burada saygı ile anıyorum.
Milliyetçilikle mücadele hepimizin tarihî sorumluluğu elbette. Milliyetçilik kapanının iyice üzerimize kapanmasının ardından yaşayabileceğimiz büyük felaket sırasında, zamanında bu hatayı nasıl yaptık diye dövünerek bu suçtan tarih önünde arınamayacağımızı bilmeliyiz. Bu nedenle de, bugün Türkiye toplumunun kendi tarihiyle, onun güzel ve olumlu ve acılı ve utanç verici yönleriyle yüzleşmesi bir gerekliliktir. Bu gereklilik, Hıristiyan geleneğine ait bir günahlarından arınma ihtiyacını tatmin etmek için değildir. Geçmişte bunlar nasıl oldu, biz veya atalarımız bunları nasıl yaptı sorusunun, ileride bunların olmasını nasıl önleyebiliriz sorusunu yanıtlaması için gereklidir.
Son olarak belirtmem gerekir ki, Türkiye’de demokrat Kürtlerin işi elbette çok daha zor. Sırtlarında iki yük birden var. Yeneni ve yenileni olmayacak bir çözümün koşullarının oluşmasının önündeki iki engel birden onların önünde duruyor. Bu engellerden birincisi olan Türkiye’de olağanüstü durum yöntemiyle siyasal hakimiyetini sürdürmek isteyenlerin oluşturduğu engel, hepimizin Türkiyeli tüm demokratların birlikte karşısında mücadele vermesi gereken bir engel. Bunun yanında, terör yöntemlerini kullanmaktan geri durmayan, şiddeti Kürtlere karşı da fütursuzca kullanan PKK’nin -veya PKK’nın- de demokratik çözüm arayışları içinde hiçbir demokratik meşruiyeti olmayan bir örgüt olduğunu Türkiyeli demokrat Kürtlerin açık biçimde ifade etmesi gerekiyor. Aksi takdirde, yeneni ve yenileni olmayan bir çözümü tasarlamak bu topraklarda mümkün olmayacak.
Türkiye’de faşist-ırkçı çevre ve akımların siyasal-toplumsal meşruiyetlerini tecrit etme, etkisiz kılma mücadelesi vermek ne kadar gerekiyorsa, Türkiyeli Kürtlerin de mağdur milliyetçiliğin teselli edici rahatlığına kendilerini koyvermeden, “derin devlet”in izdüşümü olan” derin irade”yi safdışı bırakamadıkça, ortak geleceğimizi barış içinde tasarlamak ve kurmak mümkün olmayacak. Bu nedenle, yeneni ve yenileni olmayan bir çözümün yolu, geçtiğimiz günlerde Batman’da ve Van’da yapılan terör saldırılarından sonra, -bunu kim yapmış olursa olsun ve kimin yaptığını bilmesek dahi- hayatlarını kaybedenlerin anısına ve her türlü terör ve şiddeti lanetleyen kitlesel gösterilerin, Kürt kimliği üzerinden bağımsız siyaset yapma iddiasını taşıyan örgüt ve girişimler tarafından bu kentlerde düzenlendiği gün açılacaktır. Bugün DTP eşbakanının burada ifade ettiği gibi salt retorik önerilerle avunmamızın zamanı geçti artık. “PKK silahı bırakmak istese de, bunu nereye, kime bırakacağını bilmiyor” dedi Ahmet Türk. Arkadaşlar, eline silah alan, bunu nereye bırakacağını da bilir. Eğer bilmiyorsa, o zaman durum her şeyden önce onun için çok vahim demektir. Bu nedenle retorik önermelerle kendimizi oyalamayalım derim. Üstelik yıllardır bunu yaparak kaybedilen zaman ve heba edilen fırsatların ışığında, bunu yapma lüksümüzün olmadığını burada bir kez daha tekrarlamak görevimdir.
Bu söylediklerimi, hakim ulusun tuzu kuru bir unsurunun veya safdil bir beyaz Türkün sözleri olarak dinleyip, kulak ardı edecek olanların sayısının çok olduğunu biliyorum. Ama bu söylediklerimi bu salondakiler de bu biçimde algılıyorlarsa eğer, o zaman barış ve beraberlik içinde bir çözümün nafile bir umut olduğunu, açıkça söylemesek bile, zihnimizin derinlerinde kabul etmişiz demektir.
11-12 Mart 2006 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen
“Türkiye’nin Kürt Meselesi” başlıklı toplantıda yapılan konuşma