Hayvanlar üzerinde deney yapmayan, Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum örgütlerine destek veren, kadına yönelik şiddete karşı kampanyalar düzenleyen The Body Shop’u, kozmetik sektörünün lideri L'oréal yuttu.
Birikim’in 195. sayısında dosya konusu “İnsan-hayvan: sorumluluk, hak, şefkat?” bağlamında bir yazısı yayımlanan Peter Singer, “hayvan özgürleşmesi” kavramının 30. yılı üzerine yazdığı yazısında, kavramın ilk kullanıldığı yıl olan 1973 ile bugünün arasındaki farklara dikkat çekiyordu. Hayvan özgürleşmeci hareketin önemli örgütlerinden biri olan PETA’nın (People for the Ethical Treatment of Animals / Hayvanlara Etik Muamele için Mücadele Edenler) şu anda dünyada 800 binden fazla üyesi var. Hayvan hakları yalnızca Batılı toplumların gündeminde üst sıralara tırmanmakla kalmadı; kalkınmakta olan toplumlarda gündem olmaya başladı.
Ancak kapitalizmin kuralları işledikçe bu gelişmenin de toslayacağı duvarlar var. Post-Fordist üretim biçimi, emek ve sermaye dışında bambaşka belirleyici parametreleri de ekonomik denkleme soktu. Marka değeri, tüketici çeşitliliği, ürün portfolyosu, vb. ‘maddi olmayan’ kavramlar, üretim ilişkileri içinde belirlenen değil, belirleyen olma gücüne kavuştular.
Bu denklemde tanıtılmayan, deforme edilen, bilerek uzakta tutulan kavramlar da var. Üretim sürecinin toplumsal, çevresel, psikolojik, hatta kültürel etkileri, ‘externalities/dışsallıklar’ başlığı altında paketlenip iktisat kitaplarının köşelerine itildi. Bir üretim sürecinin toplumsal/çevresel etkisinin nasıl olup da ‘dışsal’ bir sonuç olduğu bir türlü tartışılamadı. Üretim sürecinde böyle bir ketumluk süregiderken, çevre duyarlılığı, tüketim süreçlerinde yeni bir belirleyici olarak yerini aldı.
Tüketim kalıplarındaki bu değişiklik, üretim süreçlerinde yukarıda çizdiğimiz karamsar tablonun dışında, küçük soluk alma delikleri de açtı. Sonuçta, alanında tekel ya da oligopol olan birçok büyük firma, çevresel etkileri kısmen de olsa göz önünde bulundurarak üretim süreçlerinde küçük de olsa değişiklikler yapıp ‘mutlak çevresel yıkım’dan aritmetik olarak uzaklaştılar. Ayrıca var olan sistem içinde birçok küçük firma, ‘çevre dostu’ olmayı başlı başına bir değer olarak sunup pazarda bir yer edinmeyi başardı.
Bu konudaki en göz kamaştırıcı başarı öyküsüne sahip kozmetik firması The Body Shop, sahibi Anita Roddick tarafından geçtiğimiz haftalarda sektörün büyük balıklarından L’Oréal’e yaklaşık 942 milyon avroya satıldı. Bu, zarar eden bir kuruluşun hazin yok oluş öyküsü değil. Tam tersi, çevre ilkelerine sadık kalarak kâr eden bir örgütün hisse sahipleri açısından ‘mutlu’, dikkatli müşterileri açısından ‘mutsuz’ sonu.
The Body Shop serüveni, Singer’ın çığır açıcı kitabı yayımlandıktan bir yıl sonra, tam otuz yıl önce, 26 Mart 1976’da, İngiltere’nin güneyindeki Brighton şehrinde, küçük bir mağaza olarak başlamış. Altı ay sonra ikinci mağaza, iki yıl sonra da yurtdışındaki ilk mağaza açılmış. 1980’lere gelindiğinde büyüme, ayda iki yeni mağaza gibi akıl almaz bir hıza ulaşmış. Şu anda dünyadaki toplam mağaza sayısı 2.085. Bunların 11’i Türkiye’de.
1985 yılında şirketleşen The Body Shop, aynı yıl toplumsal sorumluluk kampanyalarına da imza atmaya başladı. Bu yıl Greenpeace’in “Balinaları Kurtarın” kampanyasına destek veren şirket, bir yıl sonra kendi çevre birimini kurdu ve kampanyalar düzenlemeye başladı. 1988 yılında Uluslararası Af Örgütü ile birlikte çalışan şirket, 2000 yılından itibaren kendi İnsan Hakları Ödülü’nü vermeye başladı.
Ürünleri için gereken hammaddelerin alımında da çevreye zarar verilmemesi gibi kıstaslara önem veren şirket, hammaddelerini dünyanın dört bir yanından, aracısız alıyor. Böylece üreticilerin cebine daha fazla para giriyor, ayrıca şirketin de kar marjı yükseliyor. 25 ülkede 35 toplulukla çalışan şirket, egzotik ürünlerinin doğal hammaddelerini Hindistan ve Honduras gibi ülkelerden sağlıyor.
Fransız şirketi L’Oréal ise, kozmetik sektörünün dev markalarından biri. Firma altında yaklaşık 42 bin kişi çalışıyor; bunların 2.400’ü araştırmacı. Her yıl yaklaşık 400 buluş gerçekleştirip bunların patentlerini alıyor. Firma, yaklaşık 150 milyar dolarlık dünya kozmetik pazarının yüzde 14’ünü elinde tutuyor. Gelecek yıl 100. yılını kutlayacak olan firma, Türkiye pazarına 1989 yılında girdi ve girdikten sonra özellikle belli başlı ürünlerde pazarda ağırlığını hissettirdi. Artık kozmetik dükkânlarına dönen birçok eczanenin vitrininde gördüğünüz ürün afişlerinin hemen hepsi L’Oréal’e ait.
Zaten Türkiye kozmetik pazarının yaklaşık yüzde 60’ı yabancıların elinde. Pazarın toplam yıllık cirosunun 600 milyon ile 1 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. Dünyada kozmetik sektörünün en hızlı büyüdüğü bölge, Türkiye’nin de içinde olduğu Doğu Avrupa. Firmanın geçtiğimiz yılki küresel büyüme ortalaması yüzde 4-5 arasında iken, bu oran Türkiye’de yüzde 26 idi.
L’Oréal’in web sitesindeki (www.loreal.com) sürdürülebilir kalkınma perspektifleri bölümüne göz atınca etkilenmemek elde değil. Bu firma da, diğer birçok uluslararası firma gibi, çevre konusunda artan duyarlılığa ayak uydurmuş. İzlenen çevre dostu üretim politikaları sayesinde, elektrik tüketimi yüzde 7.8, taşınabilir atık üretimi de yüzde 16.8 oranında azaltılmış.
Son on yıl içinde hisse senetleri beş kat değer kazanan şirket, bize göz kamaştırıcı bir başarı öyküsü sunuyor. Ancak bu öykünün arkasında, insanların biraz daha güzel görünmeleri için Draize testine tabii tutulan, acı çeken, ölüme bırakılan ya da öldürülen hayvanlar var.
50 MİLYON HAYVAN DENEK OLACAK
İnsanların hayvanlar üzerinde yaptıkları deneyleri iki başlık altında sınıflandırmak mümkün. İlki, özellikle genetik ve moleküler biyolojideki yeni buluşlar yüzünden artış gösteren, temel biyolojik araştırmalar. İkincisi ise, insanların kullandığı ilaçların denendiği toksikoloji testleri. Her iki tür test de tartışmaya açık. Hayvanlar üzerinde denenen ilaçların yüzde 85’i, klinik deneme safhasında reddediliyor.
İşin kötüsü, Avrupa Birliği bünyesinde üzerinde toksikoloji deneyi yapılacak hayvan sayısı, önümüzdeki 20 yıl içinde 50 milyonu bulabilir. Bunun nedeni, Avrupa Birliği’nin yeni Kimyasal Madde Kayıt, Değerlendirme ve İzin Yönetmeliği / REACH (Registration, Evaluation and Authorisation of Chemicals) çerçevesinde yaklaşık 100 bin kimyasal maddenin değerlendirmesinin yapılacak olması.[1]
L'OREAL’İN KARNESİ ZAYIF
L'Oréal, kozmetik alanında hayvanlar üzerinde deneyde ısrar eden firmalardan biri. Üstelik bunu, kamuoyu önünde farklı açıklamalarda bulunmasına rağmen yapıyor. Şirket, 1989’da hayvanlar üzerindeki deneyleri tamamen durdurduğunu söylese de, PETA bunun doğru olmadığını ortaya çıkardı. L'Oréal, kozmetik ürünleri değil; ancak kozmetik ürünleri oluşturan içerikleri hayvanlar üzerinde deniyor. Uluslaraşırı şirket, bu deneyleri yirmi yıl içinde sona erdireceğini taahhüt ediyor.
Kozmetik sektöründeki temiz firmalar, “FCOD (Fixed Cut-Off Date / Sabit Son Tarih” adlı bir sistem uyguluyor. Bu sisteme göre, firma bir tarih belirliyor ve bu tarihten sonra hayvanlar üzerinde denenerek üretilmiş hiçbir kimyasal maddeyi kullanmıyor. The Body Shop’un belirlediği tarih, 1990. Yani, The Body Shop, 1990’dan sonra hayvanlar üzerinde denenerek elde edilmiş hiçbir kimyasal muhtevayı kullanmıyor.
Sermayenin çevreci hareketin yaşam biçimini içselleştirip ürünler yaratması, bu ürünleri ve ürünlerin tüketici kitlesini ‘portföy çeşitlendirmesi’ başlığı altında değerlendirmesi, ya da bu çerçevede yaratılmış alanlara nüfuz etmesinin ilk örneği değil bu. L'Oréal’in CEO’su Lindsay Owen-Jones, The Body Shop’u neden aldıklarını açıkça söylüyor: “The Body Shop’un değerlerinin ve ilkelerinin yol açtığı başarıya her zaman saygı duyduk. L'Oréal’in uluslararası pazarlardaki uzmanlık ve bilgisini The Body Shop’un kültürüyle birleştirmek, her iki şirkete de yarayacaktır.”
Hisselerinin bir bölümüne Nestlé’nin sahip olduğu söylenen L'Oréal’in The Body Shop’u alacağı söylentisi, Şubat sonunda yayılmıştı. Bu, The Body Shop’un hisse fiyatlarının yüzde 10 artmasına neden olmuştu. Eh, alan mutlu satan mutlu, herkes kârlı gibi gözüküyor. Bu ikiyüzlülükler silsilesinde insanların güzelleşmesi için öldürülen hayvanlara merhamet duymak için, şunu anımsatalım: Yakında, çok yakında, kafeslerde yaşamlarına son verebilecek iğneyi yemek üzere bekleyen deney hayvanlarından bir farkımız kalmayabilir.
[1] Toksikoloji teknolojisinin geliştirilmesiyle hayvanların kullanılmasının önüne geçileceğini savunan bir yazı için: http://www.animalaid.org.uk/viv/sbt.pdf