Gaziantep’teki saldırının ardından konuşulmayan mevzu ya da moda deyimle “açı” kalmadı neredeyse. Stratejistinden uzman gazetecisine, yerel siyasetçisinden cihanşümul “liderlerine” kadar herkes bilgi sahibiydi ve pek tabii; meğer Antep’teki vahşet “biliniyormuş”, “bekleniyormuş”, “milli birlik ve beraberliğe karşıymış”, “iç savaş çıkarmak” içinmiş, “birlikte yaşama karşı yapılmış”... Herkesin aşina olduğu anahtar kelime siyaseti ya da klişeler uzayıp gidiyor. Siyasi yelpazenin her kesimi bu tür kalıplarla politika yaptığı zannında. Ama bizim gibi kalın kafalıların soracağı basit sorular kalır geriye: Madem her şeyden bu kadar haberdardınız da neden olaylar olduktan sonra, onlarca masum insanın canı gittikten sonra çıkıp konuşuyorsunuz, haberdar olduğunuzu ya da beklediğinizi olaylardan sonra açıklıyorsunuz? Haberdar idiyseniz, tedbirini almadığınız ve önlemediğiniz için suçlu/kusurlu kim? Ya da kim(ler) haberdar olması/bilmesi gerekirken görevini yapmadığı için kusurlu/suçlu? Bunun cevabını kasıntı siyasetçi, profesör, stratejist ve gazetecilerin verip veremeyeceğini bilmiyoruz.
Diğer taraftan acı olsa da, bütün bunları elimizin tersiyle bir tarafa itmek şart. Zira ortada öyle istihbarat ya da kerameti kendinden menkul stratejist-uzman tahmini, bilgisi, “duyumu” gerektirecek durumlar yok; her şey bizim gibi derinlerden bilgi ve bilgi sahibi olamayacak fanilerin (bile) kavrayacağı kadar apaçık ve net. Ve bu aleni sırlar öyle derin analizleri gerektirmeyecek şekilde dolaşımda; görmek ve anlamak isteyenler için pek tabii. Çünkü Gaziantep, IŞİD veya benzer yapıların Türkiye’de üssüne dönüştü, dönüştürüldü, daha kötüsü bu hale gelmesine izin verildi, göz yumuldu, teşvik edildi. IŞİD’in Antep veyahut Türkiye sathındaki varlığı, yapılanması ve örgütlülüğü, şimdilerde her vatandaşın bildiği devletin arınma deterjanına dönüştürülen FETÖ katarına yüklenerek, halihazırda kalanların kendilerini temize çıkarabilecekleri kadar kolay da değil. Zira ulusalcısı, milliyetçisi, müteahhit İslâmcısı... hepsi buradaydı ve daha fenası herkes IŞİD ve benzeri örgütlerin ne olduğunu, ne yapmaya çalıştığını, daha önemlisi kimleri hedef aldığını çok iyi bilerek pozisyon aldı. IŞİD’in “şanlı” Kobani saldırısı sırasında haberlerde ve sosyal medya paylaşımlarındaki sevinç çığlıkları henüz unutulmadı. Fakat kabul edelim, “düşmesinden” ve IŞİD saldırısı altında olmasından büyük haz alındığı/alınacağı pek de gizlenmeyen Kobani, bütün malum ayarları bozdu ve IŞİD’in saldırıları da, her ne hikmetse, giderek daha çok hedef seçmeye başladı. Ve seçilen hedefler konusunda Türkiye’deki pek çok kişi, kurum ve siyasetçi için rahatsız olunacak hedefler değildi. Bu hususta lafı dolaştırmaya hiç gerek yok: IŞİD’in Irak ve Suriye sahasındaki yakın ve somut hedeflerinin en başında yer alan Kürt karşıtlığı ve Kürtlerle savaşıyor oluşu (IŞİD bünyesinde pek çok El-Kürdi lakaplı militanın olması baskın olan bu rengi değiştirmez) pek çok devletlünün ağzını sulandırdı, iştahını kabarttı. Çünkü o yerlere göklere sığdırılamayan kof Osmanlıcılık veya “bizim medeniyetimiz” efelenmelerinin ya da Ortadoğu derinliğinde takatsız kalmış büyük stratejilerin en nihayetinde gelip dayandığı duvar Kürt siyasetiydi. Şu anda bile Rusya, Suriye ve İran’la anlaşmaya varılmaya çalışılan yegâne konu yine Kürt siyaseti, en kestirme deyimle Kürtlerdir. Gerisi laf kalabalığı. Dolayısıyla hal ve vaziyet böyleyken, IŞİD, Türkiye’de de pek çok kişinin memnun olduğu, olacağı bir stratejiye sahipti ve bütün dünyanın gözündeki konumu değişene kadar öfkelerinin ve yaptıklarının anlaşılması gerektiği Türkiye’deki iktidar ricalince defaatle ve ısrarla vurgulanan bir haylazlar grubu muamelesi gördü. Türkiye’deki muktedirlerin ısrarla IŞİD’in tek başına kriminalize edilmesini ret edip bir grup içinde eşitleme/dengeleme çabası ve “kokteyl terör” gibi yeni icat çıkarmasının hâlâ bu gayretlerle ilişkili olduğu ileri sürülebilir.
Fakat IŞİD üzerinden hesapları olanların es geçtiği yahut unuttuğu çok hayati bir husus var(dı): IŞİD’in de hesapları vardı ve bu hedefler konusunda çok ciddi çalışıyordu. Öyle kullan-at bir aparat değil IŞİD. En azından, onlara işaret edilen yerlere üç beş roketi karşılıksız atabilecek bir örgüt olmadığını gösterdi; anlamak isteyenlere tabii. Yani Suriye ve Irak’ta durduğu gibi durmayacak. Bütün komplo teorilerine rağmen, kendince hesapları, hedefleri, örgütlenmesi, toplumsal tahayyülü, kayıt tutması, devlet iddiası ve yapısı var. Hatta bu anlamda Türkiye’nin hazzetmediği PYD’nin sahip olmadığı bir siyasi akla, hedefe, sembollere, belgelere ve hiyerarşiye sahip. Meşhur deyimle IŞİD’in bir devlet aklı var. Bunun kaynaklandığı yerler de öyle yabana atılacak yerler değil. Dahası, bu tür örgütler sizin belli bir süre kullanıp sonra kenara atabileceğiniz yapılar değil. Dünyada bu şekilde kullanılıp kontrol edilebileceği düşünülmüş ama sonradan denetimden çıkmış pek çok yapı ve organizasyon var. Ortadoğu oldukça mümbit bu hususta. Afganistan-Pakistan’dan Filistin’e pek çok örneği var.
Nihayetinde, Suriye de neo-Osmanlıcılığın somut gücünün test edileceği bir zemindi ve her şey buna göre ayarlandı. İç savaşın başlamasından itibaren Esad’ı kısa sürede düşürme ve başka bir ülkede iktidar değiştirme gücünün/hazzının cazibesine kapılanlar sert kayaya çarptıklarını anladılar ama öyle kolay da pes etmeyeceklerdi. Onun için cihatçı grupların otobanına dönüşen Türkiye’de Urfa, Kilis, Antakya ve Gaziantep envaiçeşit grubun üssüne dönüştü ya da dönüştürüldü. Esad’ın Kuzey’den çekilmesiyle Kürtler boşluğu iyi değerlendirip farklı bir örgütlenme ortaya çıkarınca başta Türkiye olmak üzere Suriye’deki iç savaşa taraf olanlar hâlâ savaşın kısa sürede biteceğini düşünüyordu fakat saha şartları daha belirleyici oldu. Aynı şekilde, hem Irak hem de Suriye’deki hataları iyi kullanan IŞİD, ölümcül kazanımlar elde etti. Dolayısıyla, fazla geriye gitmeden söylersek, Antep’in hikâyesi de o zamanlarda şekillenmeye başladı. Hem büyük bir metropol olması hem coğrafi yakınlığı, ekonomisi, ticareti hem de sosyal taban açısından diğer komşu yerlerden/kentlerden daha fazla vaatkâr davranması IŞİD’in kentte örgütlenmesini ve ağını kurmasını kolaylaştırdı. Tel Abyad’ın PYD tarafından ele geçirilmesinden sonra bütün ağırlığı ve lojistik hattı Karkamış, Elbeyli arasından Cerablus-Menbic-El Bab hattında yoğunlaşan IŞİD, sadece önlenmeyen (!) sınır geçişleriyle nefes almadı, köle satışından, militan devşirmeye, sağlık hizmetlerinden ticarete kadar bütün yaşamsal ağlarını Antep üzerinden kurdu. Tabii, hiç kimse duymadı (!?) bunları. Öyle ki, Antep’in bir emiri bile vardı, hatta yüzlerce savaşçıyla kente saldırmayı planladığı (kimin vazgeçirdiği hâlâ aydınlatılmaya muhtaç) bile ortaya çıktı. Pek tabii, kimse üzerine alınmadı. Ne de olsa IŞİD, HDP mitingine bomba koyuyor, Ankara’da onlara yakın gruplara katliam yapıyor ya da havaalanında dış hatlara saldırıyordu. Yani endişeye mahal yoktu; zira içe, muktedir ideolojik paradigmanın biz/ben dediğine yönelen bir tehlike yoktu; olanlar dış hatlaraydı ya da dışta bırakılmak istenenlereydi. Açıktan desteklenmese de fazla bir şeyler de yapılmak istenmedi. Hatta öyle kaliteli bir politik zeytinyağı diskuru söz konusuydu ki, hazzetmediklerine yönelen şiddete ve katliama dünyadan yükselen, gelen protestoları IŞİD’in hedef olarak seçtiklerine tekrardan boca ediyordu. Yani çok maharetli bir hamaset siyaseti var oldu ve hakkını vermek gerekirse her seferinde de tuttu.
Bu arka plan dinamiklerini okuyan ve izleyenler için elliden fazla insanın canına kıyan son Antep saldırısı şaşırtıcı veya sürpriz olmaktan çok uzak. Zira bekleniyordu, daha önce benzerleri yapılmıştı ve en önemlisi kentin son beş yılda büründürüldüğü karakter, burada yaşayan herkesi bu tür saldırılara açık hale getirdi. Çünkü söz konusu olan, cihatçıların (da) revirine dönüştürülmüş bir kent, Suriye’deki savaşın en önemli lojistik kaynağı olmuş bir merkez ve en önemlisi de Antep dışındaki siyaset belirleyicilerin Ortadoğu tahayyülünün kapısına indirgenmiş bir yer. IŞİD güvenlik kurumlarının haberdar olmadığı bir yapı değil. Bilakis, yer yer müşfik davranılan, gücendirilmemeye çalışılan bir yapıdan söz ediyoruz. Bunlar basında çarşaf çarşaf yayımlandı; bilinmeyen hususlar değil.
Son saldırıya gelene kadar onlarca vukuatın olduğu bir kent Antep. 2014 Ekim’indeki Kobani protestoları, kentin nasıl hassas sosyal ve etnik fay hatlarında yaşadığını gösterdi. Antep herkesin çok dikkatli olması gereken bir yer, lakin yaşananlar bu özenin ne siyasetçilerde ne de devlet kurumlarında olduğunu gösteriyor, maalesef. Son saldırının yerel ve ana akım ulusal medyada haber olma biçimi ve dili var olan derin sorunların başka bir boyutu. Hedef seçilen yerde yaşayanların (öz-hakiki) Antepli olmadığını, ‘90’larda kente göçle gelmiş Pervarililer olduğunu, HDP’nin yüksek oy aldığı (halbuki, AKP de çok yüksek oya sahipti) bir mahalle, yani Kürt olduğunu adı çok büyük televizyonlara çıkan ağız ucuyla konuşup Kürt nefreti kusan kibirli vekil ve siyasetçilerden öğrendikten sonra rahat nefes alan güruhun açık-gizli ırkçılığı ne kadar yanlışsa, cenazeye gelmiş bakan ya da siyasetçilerin protesto eşliğinde cenaze merasiminden ayrılmaya mecbur edilmesi de o kadar yanlış ve sorunlu.
Zaten uzunca bir süredir Türkiye’de herkes kendi ölüsüne ağlıyor ve sadece kendi mahallesinde yaşıyor. Bütün boş birlik-beraberlik laflarına rağmen, Antep ve tüm Türkiye’de IŞİD’in bulduğu, yarattığı ve işlediği çatlak bu ve ne yazık ki, bu çatlak gün geçtikçe genişliyor. Cenaze, yasın ve acıların birleştiremediği bir “toplum”dan söz etmek çok afaki. Asıl üzerinde kafa yorulması gereken nokta da bu olsa gerek. Ama Antep ve Türkiye için (yanılmayı çok isterim oysa) bin bir dernek, kurum, yardım kuruluşu, kurs vs. yapılarla kendini oldukça sağlam zeminlere perçinlemiş mevcut kültürel ve siyasal iklimde binlerce militan devşirmesi kolay olan IŞİD ve benzerlerinin oyunu yeni başlıyor gibi. Acı ve ürkütücü olan tam da bu, maalesef!