Gaziantep'te canlı bomba tarafından bir düğüne yönelik olarak gerçekleştirilen saldırıda 50 kadar insan öldü. Bir televizyon kanalının muhabirine göre daha önce PKK lehine gösterilerin yapıldığı bir mahalledeydi bu düğün. Düztepe Mahallesi alt düzey gelire sahip Alevi ve/veya Kürt nüfusun ikamet ettiği bir mahal. Girişimci Gaziantep'in sanayisine emek gücü tedarik eden, parıldayan, mayası tutmak üzere olan bir Anadolu kaplanının reklam jeneriklerinde pek görülmeyen bir mahallesi burası. Zenginliğin adaletsiz dağılımının, Türklüğe, Müslümanlığa galebe çalacak bir Gazianteplilik ruhu ile yeniden üretildiği, yandan bakınca Allah yazan lüks uydu kent projesinde olduğu gibi çarpıklığını ihtişamlı manevi projeleri ile örtmeye çalışan başarılı(!) bir kentte meydana geldi bu saldırı.
Belediye Başkanı eski Bakan Fatma Şahin dört yıl önce Karşıyaka ilçesindeki polis merkezine düzenlenen ve çoğu sivil 10 kişinin öldüğü saldırının yıldönümünde gerçekleşen bu yeni saldırıyı şiddetle kınadı. Gaziantep'te 1 Mayıs'ta da kentte bir saldırı gerçekleştirilmiş, emniyet müdürlüğü önünde bulunan bir polis olay yerinde hayatını kaybetmişti. Gaziantep'i saldırıların merkezi kılan özelliği sınıra yakın oluşu belki (nitekim kimi ilçelerine zaman zaman sınır ötesinden bombalar da atılabiliyor) ve buna ilave olarak son yıllarda şekillenen kent toplumsallığının kendine özgü doğası. Suriyelisi, Kürt’ü, Türkmen’i, yerlisi, yabancısı farklı toplumsallıklara kucak açmış bir kent burası... Ayrıca sadece etnik veya dinsel değil, kimi zaman bunlarla da örtüşen sınıfsal ayrımların belirgin olduğu ve hatta mekânsal bölünmelere de sirayet etmiş bir birbirine karışmama halinin gündelik içerisinde sıklıkla deneyimlendiği bir kent. Öte yandan meydanlarında son günlerde cemaat izini/kirini temize çekme imkânı bulmuş, söz konusu ayrılıklarını burada üretilmiş bir biz olmakla telafi etme şansına sahip olmuş bir kent.
Gaziantep toplumsal dönüşümlerin hızlı yaşandığı bir şehir. Savaşın kıyısında yer alıyor oluşu da bunu hızlandırmış durumda. Son saldırıyı da savaşın bir uzantısı, hatta savaşın bu tarafa taşınma çabasının bir göstergesi olarak okumak da mümkün. Saldırıyı düzenleyenler kimler, planları nedir, hangi karanlık güçler bu saldırıyı gerçekleştiriyor, amaçları neler? Bu soruları en azından bu yazının çerçevesinin dışına yerleştiriyoruz. Ancak yine de Gaziantep'te yaşananlar ile birlikte yeni Türkiye'nin dinamiklerini anlamaya kapı aralayabileceğimize inanıyoruz. Daha doğrusu siyaset etme biçiminin yaşamın sivilliğini düzleyen bir yok etme pratiğine dönüşme potansiyelini taşıyan şehirlerimizin günlük işleyişini... Nitekim bu tür saldırıların failleri de (yardımcıları, destekçileri vb.) bu şehrin sakinleri, yani dışarıdan filan gelmiyorlar: Belki küresel bir şiddet sarmalının buraya ait temsilcileri onlar ama şiddete meyleden niteliklerinin kaynakları burada ürüyor olmalı. Belki batının başka şehirlerinde gerçekleşen saldırılar bu yaklaşımla tezatlık içerisinde. Ancak burada batıda olduğu gibi radikal bir İslâmi görüşe sahip olmakla dışlanma ihtimaliniz bulunmuyor. Nitekim şehrin merkezî parkı birkaç yıl önceye kadar benzer biçimli dernek ve cemaatlerin kermes merkezi olarak kullanılabiliyordu.
Gaziantep'te de Türkiye'nin diğer şehirlerinde olduğu gibi şiddet günlük hayatın sıradan bir hali. Belki diğer şehirlere oranla daha açık, daha bol örneklerle. Söz konusu şiddet sarmalından söz ederken doğrudan silaha sarılmış ve bu yönde sonuçlanmış bir savaş halinden söz etmiyoruz (böyle şehirlerimiz de var). Bu yöne savrulmaya meyletme ihtimali bulunan ve henüz koza halindeki bir şiddetten söz ediyoruz. Bu potansiyel zaman zaman değişik biçimlerde kendini gösterebiliyor: Suriyelilere yönelik linç girişimleri, mahalle kavgaları, trafikte verilen canlar, sudan sebeplerle işlenmiş cinayetler, tecavüz ve taciz olayları (henüz birkaç gün önce 9 aylık bir bebeğe tecavüz edilmişti), kadın ve çocuklara yönelik şiddet gibi. Birlik ve beraberliğin hızlı savunuculuğunu üstlenmiş şehrin dışarlıkları da bu şiddetten paylarını alabiliyor (bir iki gün önce yabancı bir kafile vatandaşlarca kovalanmıştı[1]). Bir zamanların farklı kültürlerle harmanlanmış kentin kalıntıları hızlı bir kalkınma telaşı ve zenginleşme talebinin ördüğü duvarlar arasında arada sırada görülebiliyor ancak, o da onun peşinde olanlara...
Gaziantep tarihsel ve coğrafi olarak zengin bir şehir. Kucaklayıcı ve kimi nitelikleri ile biricikliği hak eden özellikleri mevcut. Son günlerde bu biriciklik bir imaj meselesi haline de getirilmiş durumda. Ancak kentin sorunları büyük ölçüde politik alana ait tercihlerden kaynaklanıyor. Örneğin Gaziantep’te kozmopolit olan ile yerel olan arasındaki karşıtlığı, yoksulluk ve zenginlik karşıtlığı ile örtüştüren yerel popüler siyaset söylemi kentin kültürel yoksunluğuna ciddi bir katkı sunuyor. Bu söylem sıradan kabullerimizde bize ait olanların tek makbul hakikat olmasıyla karşılık buluyor. Günlük politik işlerde ve söylemlerde sıklıkla bunu görmek mümkün. Bizden olmayanların anlamsız görüldüğü bir ortamda hayatımızı sömürenler; batıdan, seküler yaşam biçimlerinden ya da bize ait olmayan her şeyden kaynaklanıyor. Taşra şehrinin zengin ama dindar yöneticileri, işadamları ve maddi işler tutmaktan geri durmayan Müslüman girişimcileri ve akademikleri bu evrenin dışında kalabiliyor. Kısacası farklı olandan (farklı olanın da iyi olmak zorunda olmadığını hatırlatmak kaydıyla) duyulan korkuyla kendiliğimize ilişkin kibrimizi üretebiliyoruz burada. Kendini bir tür karşıtlık üzerinden inşa etmiş, daha doğrusu bu karşıtlık oluşmasa iktidarının maddi dolayımını bulanıklaştıramayacak olan yerli ve milli iktidarın zemini de bu şehirler. Ancak bu şehrin, dışladığı merkezî iktidara veya kozmopolitizme yönelik bir alternatif inşa etme gibi bir arzusu da yok. Zaten karşıtlık sahte olduğu için buna gerek de yok. Saf bir yerliliğin kıskançça sahiplenildiği bir alanda bizlik duygusunu patlarcasına sahiplenmiş olarak buluyoruz kendimizi. Kendini yok eden kibirli ve nihilist şiddet için daha iyi bir ortam olamazdı şüphesiz.
Dolayısıyla karşımızda bir avuç öfkeli gençten daha fazlası var; harcı çağımızda karılmış, mekânı, taşra ve çevre olma düzeyini uyanık esnaf kalkınmacılığıyla aşma çabası içinde bulunan şehirlerimiz olan; kendinden başka hiçbir şeye merakı olmayan, içine kapalı ve yüceliğin taşıyıcısı olma iddiasındaki bir benlik duygusu; aynı zamanda insani yoksunluğun da bir uzantısı kuşkusuz... Neye, hangi safa meylederse etsin, sanki karşılaşacağımız sıradan halimiz burada saklı gibi duruyor.
Saldırının Gaziantep'teki farklı toplumsal yapıları karşı karşıya getirme çabası içerisinde olduğu söylenebilir. Nitekim yerel basın da benzer bir tema ile olayı ele aldı. Bu durum Gaziantep’in birliğine vurulmuş bir darbeydi. Örneğin bir gazetede “Uzmanlara göre Gaziantep dil ve ırk farklılıklarını zenginlik olarak kabul edip birlikte yaşamayı başarmış bir kent. Son yıllarda üst üste farklı girişimlerle ve son olarak 15 Temmuz darbe girişimiyle hedefine ulaşamayan güçler Gaziantep’teki kardeşliği bozup iç savaş çıkartmak için 20 Ağustos 2016 saldırısını planladı,” (Gaziantep Pusula, 22 Ağustos 2016) denildi. Oysa Gaziantep’te toplumsal gerilimler sıklıkla gündeme geliyor. 2 yıl önce Gaziantep’te, bir ev sahibinin öldürülmesi ile başlayan olaylar Suriyelilere yönelik bir linçe dönüşmüştü. Aynı yıl IŞİD’in Kobani’ye yönelik saldırısına yönelik protestolar da kentte sokak çatışmalarına neden oldu. Son saldırı sonrasında da kentteki yerel gazeteler birlik ve kardeşlik duygusuna işaret eden manşetlerle okurların karşısına çıktılar.
Aslında Gaziantep'te sermayenin hızlı yoğunlaştığı tüm merkezlerde olduğu gibi uyumlu bir toplumsal yapının bulunduğundan söz etmek mümkün değil. Gazianteplilik de büyük ölçüde bu uyumsuzluğun üzerine örtülmüş şık bir perde. Gaziantep'te genelde tüm mekânlar (ev, villa, dükkân gibi) dışarıdan şatafatlı görünür. Özellikle perdeler; perde önemlidir Antep'te... Ne olduğumuzu gösterirken aynı anda gizler de… Düğün sonrasında takılar perdeye iliştirilir ev ziyaretlerinde. Bu tür olaylar perdeyi aralar, lezzetli baklava ve kebapların altında görünmez kılınmış toplumsal realiteyi tüm bir sıkışmışlığıyla yeniden gökyüzüne fırlatır. Bir bombadır içimizde büyüttüğümüz, şık bir perdenin, bir kalkınma masalının altından süzülüp düğüne dalan, hafta başında işe gidecek olan kalkınan girişimci kentin emekleri arasına karışıp kimliksiz kibrini onların hayatıyla telafi etmeye çalışan, kıskanç ve tahammülsüz benliktir 50 insanın hayatına mal olan.
Haneke’nin 2009 yapımı Beyaz Bant isimli filminde Almanya’nın bir kasabasında I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşanan birtakım garip olaylar ele alınır. Kendilerine iletilmiş beklentilere uygun davranmadıklarında rahip olan babaları tarafından çocuklara saflığı ve masumiyeti hatırlatması için beyaz kurdeleler takılır. Disiplin ve terbiye kasabanın çocuklara aşılamaya çalıştığı bir meziyettir, ancak bu katı tutum kasabalıların daha sonra görmezden de geleceği bir şiddete dönüşür; şiddet eğiliminin farkında olsalar da kasabalılar tarafından bu, çocuklara bir itham olarak yansıtılmaz. Her şey kasabada kalmıştır. Her birimizin beyaz kurdele ile dolaştığı bir şehirde saf ve temiz kalmaya methiye düzüyoruz, şiddetin bizden kaynaklanmadığını şehrimize ve bizliğimize duyulan kıskanç bir sevgi ile haykırıyoruz; biliyoruz ki korunaklı bir yuvadayız ama çizdiğimiz sınırlar içerisinde aynı zamanda patlamaya hazırız. Her seferinde müsebbiplerimiz bulunacak, onlara lanetler okunacak, boşlukta kalmayacak ölülerimiz, mezarlarımız hazır zira...
[1] Yerel medyada bu kovulma “vatandaşın misyonerleri kovması” şeklinde verildi (Gaziantep Pusula, Telgraf). Gerçekten misyoner olsalar bu neyi değiştiriyor? Anlamsız bir tartışma bu!