Her cinayette en az iki katılımcı vardır: Etken bir katil ve edilgen bir maktul. Toplu bir cinayete ise üçüncü bir grup insan daha karışır. Bu tip cinayetlerin, yani toplu katliamların kolay hasıraltı edilemeyecek boyutları, bu üçüncü grubun mevcudiyetini, onu oluşturan bireylerin kendi iradelerinden bağımsız kılar. Türkçe’ye kısaca “seyirci”, “görgü tanığı” olarak çevrilen İngilizce’deki bystander “olaya karışmadan bir kenarda duran kimse” ya da “seyirci kalan” olarak da açılanabilir. Peki, bu üçüncü grubu etken mi yoksa edilgen bir grup olarak mı sınıflandırmalıyız?
Samantha Power, ilk anda basit gibi görünen bu soruya verilecek cevabın taşıdığı çelişkileri, doğurduğu sorunları ve sorumlulukları işliyor kitabında. Somut örneklerle ve isimler vererek. “Kızım, parmakla gösterilmez!”, diye çekiştirmemiş kolundan kimse herhalde küçükken Samantha’yı. İyi de olmuş.
Soyut ve ürkek bir dille değil, cesur bir üslupla karşı karşıyayız “Cehennemden Gelen Sorun”u okurken. 1993’te, ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın Balkanlar’daki durumu özetlerken seçtiği sözcükler (“A Problem from Hell”) kitabın üst başlığını oluşturuyor. Alt başlıkta ise parmağıyla göstermeye başlıyor Power: America and The Age of Genocide (Amerika ve Soykırım Çağı). Hobsbawm, 1789’dan 1991’e kadar olan zaman dilimini işlediği “çağ”lar serisinde 1914-1991 arasındaki yılları “Aşırılıklar Çağı” olarak nitelendirmekle yetinmişti. Herhalde “Ne haddine?” diyeni de olmamış ki Power’ın hiç, daha cesur davranabilmiş bu herkesin ürktüğü “kelime”yi kullanmakta. İyi de etmiş.
Samantha Power, Harvard Üniversitesi bünyesindeki Carr İnsan Hakları Politika Merkezi’ni yönetiyor ve aynı üniversitede ders veriyor. Artık okullu olsa da, kitabın ortaya çıkmasında aslen alaylı olmasının payı büyük. Power, 1993-1996 yılları arasında Ex-Yugoslavya’da savaş muhabirliği yapmış. Bu bölgedeki olayları, kitabında, Christopher gibi çoğu başka kişinin de gördüğü gibi topyekün bir “tarihî katliamlar silsilesi” olarak değil de, ayrı ayrı Bosna, Srebrenica ve Kosova soykırımları olarak işlemiş olması bu muhabirlik tecrübesinden gelen bilgi birikiminin, fakat hiç şüphesiz, hassas bi yaklaşımın da izlerini taşıyor.
ABD’ye geri döndüğünde, Bosna’da yaşadıklarının, gördüklerinin etkisi altında, Washington’daki Holocaust’u Anma Müzesi, ve sözlü ve yazılı şekilde devamlı karşılaştığı “Bir Daha Asla!”lar daha bir dikkatini çekmiş ve bazı çevrelerce neredeyse “politically incorrect” olarak nitelenebilecek bir soru sormuş kendine: Srebrenica’da ölen Müslümanlar’ın hayatı neden Amerika’ya “Bir Daha Asla!” dedirten katliamın kurbanlarının hayatından daha az değerli? “Aman sen de, sana mı düşmüş?” diyeni çok olmuş Power’ın, ama o onları dinlememiş ve araştırmaya başlamış. Başlamasıyla da farketmiş ki “ABD, tarihinde hiçbir zaman bir soykırımı durdurmak için müdahale etmemiş, ve hatta çok nadiren bir soykırımı vuku bulduğu sırada kınamıştı.”
Power’ın 2003 yılında Pulitzer ödülüne layık görülen kitabı, yayınlandığı ilk günden itibaren Amerikan ve Avrupa gündemini meşgul etti. Türkiye’de ise, o yıllarda yeni uyanmakta olan soykırım ilgisine “erken kalmış” olmalı ki, manşetlerde ve kitapçıların raflarında hakettiği yeri hiçbir zaman almadı.
“14 Mart 1921’de, Berlin Charlottenburg’da, rutubetli bir günde, 24 yaşındaki bir Ermeni ağır gri mantosuyla, elindeki bastonu sallayan bir adamın arkasına gizlice sokuldu.“ Bu Ermeni’nin Soğomon Tehliryan, Berlin sokaklarında gezinenin de Talat olduğunu, bu anı takiben Tehliryan’ın Talat’ın ensesine silahını dayayıp tetiği çekeceğini bilmeyenler, Power’ın giriş paragrafıyla hepsini öğreniyorlar.
Ancak, kitabın Türkiyeli okur açısından önemi, Samantha Power’ın Osmanlı tarihindeki Ermeni olaylarından bahsetmesinde değil, bu olaylara ayırdığı yerde yatıyor. Türkiye gündemindeki diskura paralel olarak hemen ekleyelim ki, Power’ın “Race Murder” (ırk katliamı) adını verdiği bu ilk bölümde Ermeni ve soykırım kelimelerini yanyana bulmak isteyenler boşuna arayacaklar. Yazar, konuya, belki kısmen yine gazeteciliğinden kaynaklanan bir zaafla, belki de Amerikan kaynakları olduklari için, çoğunlukla New York Times ve Morgenthau’nun (yakında Türkçe olarak da yayımlanacak) anılarına dayanarak böylece girdikten sonra, “A Crime Without A Name” (isimsiz suç) başlıklı kısımda okuyucuyu Raphael Lemkin’le tanıştırıyor. Lemkin, yakın geçmişe kadar tırnak dışında görünce tanımakta zorluk çektiğimiz soykırım (genocide) kelimesinin yaratıcısı Polonya asıllı avukat.
Lemkin’e, çıkmaya mecbur kaldığı dünya yolculuğunda eşlik ederken sadece başından değil, aklından da geçenleri öğreniyoruz. Lemkin’in geride dağınık bir şekilde bıraktığı bir çok yazıyı görmüş olduğu anlaşılan Power, okuyucuya onun “soykırım” kavramının oluşumuna kadar geçirdiği düşünsel evreleri aktarıyor.
“Neden Tehliryan birini öldürdüğünde suç oluyor da, ona zulmedenin bir milyondan fazla insan öldürmesi suç olmuyor?” Bir alıntıya göre Lemkin kafasına takılmış bir tutarsızlığı böyle dile getiriyor. Hitler’in yükselişini öngörebilen ve bunun engellenmesi için dünyadaki ilgili mercileri uyarmaya çalışan Lemkin, etrafındakileri ikna etmek için onlara Osmanlılar’ın Ermeniler’e yapabildiklerini örnek veriyordu (s. 19). Lemkin’in “soykırım” kavramının sözlüklere girmesi ve Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonu’nun kabul edilmesine kadar bir 15 yıl sürecek gayretlerinde Osmanlılar’daki Ermenilerin başına gelenleri sorgulaması neredeyse bir başlangıç noktası oluşturuyor.
Samantha Power’ın New York Times’ın yakın geçmişe kadar Osmanlılar’daki Ermeni zulmünü adlandırırken her türlü taklayı atıp “Armenian Genocide” dememedeki inadının 2004 yılında kırılmasındaki rolünü, onun Lemkin’i bu kadar iyi okumuş ve incelemiş olmasına bağlayabiliriz.
Power’ın kitabının bir diğer önemi, Amerikan dış politikasının işleyişi hakkında fikir veren ve bu politikanın, kayıtsızlığı ve olaylara seyirci kalmayı tercih etmesiyle kaç insanın hayatına mal olduğunu ortaya çıkaran bir yapıt olmasında yatıyor. ABD’nin yukarıda belirtilen Soykırım Konvansiyonu’nu 11 Aralık 1948’de imzalamış olmasına rağmen bunu resmen yürürlüğe sokmak için 40 yıl beklediğini görmek de bu bilgiler ışığında şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Geçtiğimiz yüzyılın başında Osmanlı Ermeniler’inin yaşadıklarının soykırım olarak adlandırılmasında ABD başkanlarını otorite olarak görenlere, böylesi tarihî olayları değerlendirmede ABD’nin hiç mi hiç güvenilir bir merci olmadığını gösteriyor Power.
Diğer taraftan, yazar eğer ABD’nin dünyayı değiştirebilme potansiyelinden emin olmasa ve onun gerçekten bir süper güç olduğuna inanmasa, ona hesap sorar nitelikteki bu kitabı yazamazdı. Amerika’dan dünya barışının tek sorumlusu olmasını bekleme fikrinin arkasında bu ülkenin sahip olduğu güce sonsuz bir güven yatıyormuş gibi. Bu, kitabın biraz problematik bir yönü.
Halbuki okuru asıl dehşete düşürmesi gerekenin ABD’nin değil, bir bütün olarak Birleşmiş Milletler’in çaresizliği. Power’ın vardığı sonuç, ABD’nin dünya barışını sağlamada zaten hep sadece kendi çıkarlarını gözetmiş olduğu, ve hiçbir soykırım davasına bulaşmama isteğinin de bu yüzden tutarlı bir politikanın ürünü olduğu. Ancak dünya barışını sağlama misyonuna gerçekten sahip tek kurumun elinin kolunun ona en gerek duyulan zamanlarda bağlı olması gerçekten endişe verici. Şimdi yazılması gereken kitap bence “BM ve Soykırım Yılları”.
Tarihi tarihçilerden başkasına bırakmak istemeyenlere, insan hakları savunucusu, aktivist genç gazeteci bir kadın, tarihsel bilince yaptığı yadsınamaz katkıyla kafa tutuyor.
Şu sıralar kendi ortak tarihlerine fazlasıyla yoğunlaşmış olan Ermeniler ve Türkler de, bu kitabın değindiği katliamlar sayesinde ne tek soykırılanın ne de tek soykıranın kendileri olmadıklarını görebilirler. Ancak, kendimizin, dünyanın ve tarihin merkezinde olmadığımızı algılayınca, olduğumuz yerde saymayı bırakıp ilerleyebilecek, ama çok daha önemlisi, başka toplumların felaketlerine ve tarihlerine de hassasiyetle yaklaşabileceğiz. Samantha Power öyle yapmış.
Samantha Power. “A Problem From Gell”: America and The Age of Genocide (Londra, Flamingo, 2003), 630 s.
Birgün Kitap Eki, sayı 10