Senaryosunu Umur Bugay’ın yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in üstlendiği 1977 tarihli Çöpçüler Kralı filmi, örgütlü kötülüğün iki öldürücü darbesi arasına sıkışan bu başyapıt, seyircide romantik, iyimser duygular uyandırıyor çoğunlukla. Çoğumuz Kemal Sunal’ın ağzında ölümsüzleşen “parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği” repliğiyle hatırlıyoruz bu filmi. Ya da Sadık Doğanay’ın “Bir Güzelin Ahından Hasretinden” adlı türküsünü söylerken Apti’nin yüzüne yerleşen masumiyeti özlüyoruz derinden derine. Ama bana kalırsa bu film iyimserliğin değil, örgütlü kötülüğün filmi. Gündelikçi Hatice’nin Zabıta Şakir’e, Çöpçü Apti’nin Gündelikçi Hatice’ye karşılıksız aşkının değil, statüler üzerinden vücut bulan karşılıklı aşağılamanın hikâyesi: Çöpçü olduğu için kapıda bekletilen Apti’yle şarkıcı olduğu için kapı dışarı eden Apti’nin; karşılıksız aşkıyla yanıp tutuşan Apti’yle karşılık bulmak için tecavüze yeltenen Apti’nin serüveni. Gelgelelim filmi Apti’yle başlatıp Apti’yle bitirerek bireysel bir kötülük temasına hapsedersek Umur Bugay’a ve Zeki Ökten’e haksızlık etmiş oluruz. Sanki niyetleri kötülüğün bireysel kaynaklarını teşhir etmek değil, bilakis örgütlü formunda kötülüğün bireyi nasıl darmadağın ettiğini göstermek.
Bu yönüyle Çöpçüler Kralı, iyiliği ve kötülüğü bireyin küçücük evrenine hapsederek yalıtılmış bir öznelliğin dehlizlerinde boğulan etiğin safdilliğini ifşa ediyor. Apti’nin zavallılığı, Hatice’nin hayalleri, Şakir’in kariyer sevdası ya da bir çocuğu teyp hırsızı, diğeri ayakkabı boyacısı, öbürü de kaçak sigara satıcısı olan bir babanın Çöpçü Apti’yle Zabıta Şakir, Zabıta Şakir’le Şarkıcı Apti arasında salınıp durması örgütlü kötülüğün karşısında iyiliğin sefaletinden başka neyi anlatıyor ki? Ya da iyilik, bireyin kendisiyle başlayıp kendisiyle biten bir şeyse “her şeye rağmen” iyiyi seçebilme kudretine sahipse birey, neden ekmek sırasında Hatice’yi taciz eden, karşılıksız sevdasına deva ararken tecavüze yeltenen Apti’ye sempatiyle bakıyoruz? Nasıl oluyor da evine “konmak” istediği annesini camdan aşağıya atan bir zabıtanın hikâyesi bizi dehşete düşürmüyor? Kemal Sunal ve Şener Şen’in her durumda izleyicisini büyüleyen maharetleri mi, yoksa iyiliğin örgütlü kötülük karşısındaki acziyetinin seyirci cephesinde kabulü mü bunun sebebi?
Zeki Ökten bu kadarıyla yetinseydi ilk seçeneği rahatlıkla işaretleyebilirdik elbette. Ama maalesef böyle yapmadı. Bize birden çok sahnede iyiliğin bir organizasyon sorunu olduğunu göstermeye çalıştı. Kâh duvarlardaki devrimci sloganlarla kâh “şarkıcı” Apti’nin yırtılan posterleri altından çıkan devrimci afişlerle. Ökten bu sahnelerde “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ama güzeldi,” diyen Murat Uyurkulak’ı önceden yankılar gibiydi. İki darbenin arasında örselenip duran devrim zayıf bir ihtimaldi elbette ve belki de bu yüzden Zeki Ökten’in kamera odağına bu kadar az girebildi; ama kötülüğün arsızlığına karşı yegâne panzehirdi ve belki de bu yüzden Ökten bu ihtimali göz ardı edemedi. Kimbilir belki de devrimi, iktidarı altüst edecek bir hareket olarak değil, örgütlü kötülüğe karşı iyiliğin kolektif inşası olarak algılıyordu. Zaten devrim hep göz ardı edilen bir ihtimal olduğu için filmi mutlu bir sonla değil, her türlü iyimserliğin kötülüğün girdaplarında kayboluşuyla bitiyordu: Hem Zabıta Şakir’in hem Gündelikçi Hatice’nin mutsuzluğuyla ama hem de bu mutsuzlukla keyiflenen Apti’nin manasız gülümsemesiyle. Ama bu son, herhalde hiç kimsede bir hayal kırıklığı yaratmamıştır; kartlar böyle dağıldığında kimsenin payına iyiliğin düşmeyeceği az çok bellidir.
Öyleyse bugün biz neden hâlâ özneleri keyfimize göre tecrit ettiğimiz pozisyonlara hapsederek organize kötülük karşısında sürekli “iyilik” talep eden bir yerde buluyoruz kendimizi? Neden Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın Kant’ın ahlâk yasasını bilmesi karşısında dehşete düşerken uzun uzadıya Eichmann’ın kategorik imperatifi yanlış anladığını göstermeye çalıştı? Sanki doğru anlasaydı bir şey değişecekmiş gibi… Nasıl oluyor da kötülüğü bir sıradanlık zemininde tartışıyoruz da organizasyon problemini tartışmayı hep erteliyoruz? Gerçekten bütün yatırımımızı Eichmann’ın Nazi düzeneği içinde Kantçı buyruğu içselleştirme ihtimaline mi yapacağız? Milyonlarca Yahudi’yi katleden Nazi aygıtına karşı, Oskar Schindler’in merhametiyle yetinebilir miyiz? Devrimi, iyiliği zamanda ve mekânda yayacak bir makine olarak, zayıf bir ihtimal değil, insanın insanlığının kurtuluşu olarak düşünmediğimiz sürece iyilikte ısrar edebilir miyiz? Ya da gün gelip de iyilikte ısrarcı bireylerin kötülük tarafından nasıl öğütüldüğünü gördüğümüzde şaşırmaya hakkımız olabilir mi?
Mesela Dodan adlı bir müzisyenin, O Ses Türkiye’ye katılmasına Ali Duran Topuz gibi hayıflanabilir miyiz?[1] Anlatıldığı kadarıyla yirmi iki yıl ana akımın dışında yol yürümüş, belli ki politik bilinci de yüksek bir müzisyen olan Dodan’ın “parçalandığı” ânın yasını tutmak için hiç değilse sağlam bir zemine ihtiyacımız yok mu? İyilik kurucu bir alternatif olmadığı sürece ve alanı kötülüğe terk ettiğimiz müddetçe bir “birey”, bir “atom” olarak Dodan’ın tek başına bu felakete dayanmasını bekleyebiliriz elbette ama sonu hayal kırıklığından başka bir şey olmaz. Asıl kahredici şey Dodan’ın, yirmi iki yıldır “benzememeyi becermiş birinin benzemeyi tercih ettiği an” değil, bu tercihin hiçbir şeyi değiştirmemesi. Bu seçime fazla anlam yüklememiz katlanılmaz olan. Memmi ve Fanon tam olarak bunu anlatmaya çalışıyordu ahlâklı özneye. Sömürge düzeni coğrafyanın siyasal koşullarını yapısal olarak belirlediği sürece, kendisini ahlâkla gıdıklayan öznemiz ne yaparsa yapsın hiçbir şey değişmeyecektir. Ne kadar duyarlı olursa olsun, ne kadar merhametli olursa olsun, doğruda ne kadar ısrar ederse etsin, bu koşullar ondan önce olduğu gibi ondan sonra da var olmayı sürdürecektir. Dodan ne yaparsa yapsın, sonuç değişmez. Bir birey olarak Dodan parçalanmış, parçalanmamış ne fark eder; koskoca “bütün” un ufak olduktan sonra.
Ya da gelin Levent Ünsaldı’nın dediğini yapalım;[2] maskaralıktan başka kaybedecek bir şeyimiz yok ya; ezik bir memur, bir yorumcu, hem vasat (ve acemi) bir sosyal felsefeci hem de tedrisi bir tedirginiz ya. Bırakalım büyük entelektüel, teorisyen, araştırmacı pozlarını ve istifa edelim. Gerçek anlamda bilim ancak o zaman yapılabilir çünkü ya da en azından Ünsaldı’nın beklentisi bu yönde. Ama yapısal sorunlara karşı sergilenen öznel tutumlardan geriye kalan şey sadece şudur: bir hiç (ve belki de birkaç güzel anı). Tıpkı diğerleri gibi bilim de bir kurumsallaşma sorunudur (ve şüphesiz Ünsaldı da bunu gayet iyi bilir). Tarih bireysel eksilmelerin ya da geri çekilmelerin, faşizmin ve beraberinde getirdiği kolektif kötülüğün güzergâhında hiçbir şeyi değiştirmediği binlerce örnekle doludur. Bireysel bir geri çekilmeyi, istifayı, Bartlebycı bir “yapmamayı tercih ediyorum” ilkesini öneri olarak sunmak çok kolaydır ama hiçbir şeyi değiştirmez; “zayıf ama güzel ihtimali” örgütlemekse zor ve neredeyse imkânsızdır ama çok şeyi değiştirir. Örgütlü kötülüğe karşı örgütsüz iyiliği önermek: işte yanılgı buradadır ve ne yazık ki “çok üzüldüm” deme samimiyetsizliğini teşhir etmek yalnızca bu yanılgıyla yüzleşmeyi ertelemeye hizmet eder. Daha da kötüsü bizi kolektif ve kurumsal bir yapının öğütücü dişlerine karşı bireyle başlayıp yine bireyle biten bir reçeteyle baş başa bırakır.
Ya da hiç değilse gelin Tanıl Bora’nın “Her şeye rağmen” başlıklı yazısına kulak verelim.[3] Bu yazı hayal kırıklığını iyimserlikle ikâme ettiği yerde ayrı bir pozisyon alıyor gibidir; ta ki Ferdinand Freiligrath’ın “o da deryada bir damladır her şeye rağmen” dizesinde deryanın değil, damlanın altını çizene kadar. Tanıl Bora “gamsız bir ‘yaşıyoruz’ avuntusuyla” yetinmediğini söylüyor tabii ama “şimdi ben ne yapabilirim?” sorumluluğunu yine bütün ağırlığıyla o lanetli “Ben” öznesinin omuzlarına yüklüyor. Ama ne yazık ki Kantçı transendental öznenin omuzları dahi o kadar güçlü değil. Belki iyi evet ama kötülüğün ağırlığı altında ezilmesi kaçınılmaz. Neden mi? Yanıtı yine Çöpçüler Kralı’nda: Apti sokakları güzelce süpürdüğünde de, bütün pisliği içinde öylece bıraktığında da gece aynı yerde, mahalle kahvesinde yatıyorsa, iyilik bireysel değil, kolektif bir çabanın ürünü olabilir ancak. Her kavram ve her ilke gibi iyilik de örgütlenmeyi bekler. Bir ne yaparsa yapsın her şey olduğu gibi kalır; mühim olan Çok’un iyiyi örgütleme kararlılığıdır: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” ne klişedir ne de boş bir slogan; insanın en kadim cevherinin Brecht’in şiirinde bir kez daha açığa çıkışıdır. Spinoza, “Halk korkusuz olduğunda korkunçtur,” der ve iktidar pekâlâ bu hakikatin farkındadır. Bunun için tüm arzusu iyiliği bireysel bir tasarrufa sıkıştırmaktır. Öyleyse bize düşen bu arzuyu tatmin edercesine iyiliği bireysel tercihlerde değil, kolektif iradenin devrimci potansiyelinde aramaktır. Kimbilir belki de orada Nuh Köklü’nün kartopları bir çığa dönüşmeyi bekliyordur.