Uzun bir süredir devletten öte yana yolunu düşüren muhalif sokaklarda birbirine paradoks iki kavram aynı anda dile getiriliyor: Bu kavramlardan ilki “halka gitmek” üzerinden kendisini ifade eden yüz yüze siyaset ilkesi. İkincisi ise biraz da “öğrenilmiş çaresizlik” nedeniyle bu halkın çoğunluğunun “sağcı, milliyetçi ve muhafazakâr” oluşu.
Hiç kuşkusuz bu iki tanımlama da hayatta bir gerçekliğe, hem de birbirini bütünleyen bir gerçekliğe karşılık geliyor. Ama aynı zamanda bu iki vurgu, biz solcuların söylem, iddia ve ideolojisinin de teorik düzlemde doğru olduğunun altını çiziyor -örtük biçimde.
“Bir ufka vardık ki…”
Türkiye olarak zor ve güç bir virajın eşiğindeyiz. Virajı doğru düzgün dönemezsek, üçüncü bin yılın çoğunluk onayına dayalı ilk faşizan devlet düzenini dünyaya örnek olarak sunacağız muhtemelen. O nedenle kötülüğün nefesini ensemizde hissettiğimiz bugünlerde konu “halka gidelim” ya da “eldeki materyal bu” diyerek geçiştirilecek bir düzlemde değil. Ne yapıp edip koşar adım uçuruma yol aldığımız bu ülkede “Hayır”ı var etmek zorundayız.
Bununla birlikte bu toprakların sosyal demokrat partilerinin yaptığı gibi ülkücü oyları almak için otobüslerde “kurt” işaretleri yapmaya ya da cumhurbaşkanlığı gibi makamlara “onlardan” aday göstererek vitrine oynamak gibi ucuz siyaset gösterilerine falan da gerek yok. Zaten yakın tarih yenilgileri, bu tür atraksiyonların hiç işe yaramadığını bizatihi kanıtlamışken, bedeli onca yıl kötülük olabilecek başka bir kanıta gerek var mı?
Ne Yapmalı?
Belki de “Hayır”ı var etmek için iddialarımızı değiştirebiliriz. Belki de uzun bir aradan sonra ilk kez kendimizin de yanıldığını düşünebilir ve dimağımızı, dilimizi, sözümüzü ve kendimizi değiştirebiliriz. Belki de ilk kez “Hayır”ın hayırlı bir ülke ortamını sağlayabilmesi için hep arayıp da bulamadığımız imgeleri, heyecanları, bugüne kadar kendimizin de farkına varamadığı ya da varsa da binbir nedenle söylemekten çekindiği cümleleri kurmaya başlayabiliriz.
Yani tam da iddia edilenin aksine, daha iyi bir ülke ve dünya uğruna teorik bir çerçeve geliştirmeye çalışan insanları “masa başında dünya kurtarıyorlar” ya da “sanal âlem solcuları” diyerek kötülemek yerine; sanal ve/veya gerçek âlemde, klavyelerimizi ve/veya dilimizi kullanarak, kol emeğiyle birlikte düşünsel emeğimizi de devreye sokarak “Hayır”ı örmeye başlayabiliriz. Öyle ya Chiapas’tan yükselen ses dememiş miydi: “Sözümüz Silahımızdır!”
Hal böyle ise -en azından böyle bir ihtimali denemeyi istiyorsak- ilk sözümüz “koruma ve kollama“ faaliyetleri için olsun mu? Öyle ya bugünlerde çeşitli sol örgütlenmelerin “Hayır”ı örmek için kullandığı “Cumhuriyet’e, rejime ve laikliğe sahip çıkma” ve yapılacak referandumu bu değerleri “korumak ve kollamak” ile hercümerç etmeye çalışma tutumundan hemen vazgeçelim mi? Bu vazgeçiş önerisinin, muhafazakâr ve mütedeyyin yurttaşlara şirin görünüp onlara yaranmayı düşünen bir ilkesiz siyaset önerisi ile hiç ilgisi yok elbette. Aksine özellikle laikliğin toplumsal yaşamdaki önemini bilen, ancak bu ülkede laiklik adına yakın dönem önce yapılanların toplumsal bellekte yarattığı travmayı da fark eden bir siyasetle doğrudan ilgisi var. Dahası; laiklik kavramını koruyup kollama adı altında dünün özgürlüğü boğan siyasi çizgisine düşmeyi kabul etmeyen ama bu topraklarda yaşayan herkesin inanç ve düşünce özgürlüğünü garanti altına alabilecek başka türlü yeni bir laiklik anlayışını var edebileceğine inanan bir siyasetle doğrudan ilgisi var. Çok daha önemlisi; herkesin kendi “mahallesi”ne kapandığı ve birbirlerinden uzaklaştığı bir Türkiye’nin fay hattının, simgesel referanslarla şekillenen “muhafazakâr” ve “modern” diye belirlenmesini reddeden bir siyasetle doğrudan ilgisi var.
Ama görelim ki, laiklik konusunda yaratacağımız bu değişim önemli olsa da “Hayır”ı var etmeye yetmeyebilir. Bu nedenle “Hayır”a ulaşabilmek için, tek özlemi barış olacak yeni bir siyasetin zorunlu gereği olarak, yaratacağımız ödünsüz demokratik bir basınçla; Türkiye halkının “Hayır” diyerek demokrasiden yana tutum alması halinde, Kürt silahlı hareketinin ana gövdesine (ve mümkünse tüm unsurlarına) koşulsuz ve süresiz olarak şiddet eylemlerine son vereceğini deklare ettirmek mecburiyetindeyiz. Dahası; Türkiye toplumunun “Hayır” diyerek umutlu bir gelecekten yana saf tutması halinde, bu ülkede silah ve çatışma yerine sözün ve müzakerenin etkin olabilmesi için, silahlı tüm unsurların adına Türkiye denilen ulus devlet sınırlarının dışına nasıl çıkarılacağını ve “ovada siyaset” imkânının nasıl var edileceğini tanımlayan ve bu bağlamda Türkiye halkına barış seçeneğinin yakın ve ulaşılabilir olduğunu hissettiren yeni bir siyaseti var edebilmek zorundayız.
Sözün Sonu
Türkiye toplumu her toplum gibi bir değişimin eşiğinde. Hiç şüphesiz toplumun bağrında şekillenen siyasi pozisyonlar da değişimden nasibini alıyor. Bu nedenle “koruma ve kollama” adı altında mevcudu, yani değişmemeyi savunan bir “Hayır” siyasetinin yenilgiye uğraması kaçınılmaz.
Öte yandan şu an olduğu gibi, Türkiye toplumunun önünde “Evet” diyerek değişim vaat eden tek bir siyasi seçenek olmamalıdır. Aksine “rejim”, “Cumhuriyet” ve “laiklik” kavramları ile temsil edilen tarihsel olumsuz mirası, “Evet” diyerek totaliter yönde değiştirmeyi hedefleyen siyasetin karşısında, bu mirasın olumsuz yönlerini özgürlükçü biçimde değiştirmeyi taahhüt eden bir seçenek yaratılabilmelidir. Benzer biçimde ölümün bile yorulduğu bu ülkede mevcut sorunu, “Evet” diyerek daha çok ölüm ve gözyaşı ile çözmek isteyenlerin karşısına, dünün aksine barışı nasıl var edeceğini somut biçimde ortaya koyan yeni bir siyasette “Hayır” vardır.
Umutsuz olmaya ve sinizmin karanlıklarında boğulmaya gerek yok: Tıpkı 1 Mart Tezkeresi’nde olduğu gibi tüm handikaplarına rağmen bu ülke insanının kutuplaşmaya, çatışmaya, ölüme, insan sayılmamaya “Hayır” diyebilecek gücü ve kudreti vardır. Yeter ki bu değişimi harekete geçirecek doğru bir siyaseti var edebilelim.