Nesneler ve Şeyler: Sayıklamak ve Yürümek

“Yeme! Canını acıtıyorsun meyvelerin” – Küçük İskender[1]

Nesnelere iade-i itibar etme merhalesine nihayet vardık gibi gözüküyor. Biyolojinin kuantum mekaniği meşrebinden bir yeniden kurulumuyla yüzleşiyoruz.[2] Burayı popüler bir saha kılan belki de, Roger Penrose’a, aradığı şeyin (meğerse) hücresel yapı-iskelesinin asal bileşeni olarak mikrotübüllerde saklı olabileceğini söyleyen anesteziyoloji uzmanı Stuart Hameroff’tur. Yazışırlar ve 1990’ların başlarından itibaren beynin, bilincin kuantum temelleri üzerine bir teşrikimesaiye girişirler.[3]

Yaşamın, inorganik bir süreçle, adına “koaservat” da denen alabildiğine zengin (bonanza) prebiyotik çorbadan yahut bir lapadan (mush) olanca karmaşıklığıyla canlılığa evrildiği anlaşıldığında bu, kimyanın biyolojiye dönüşmesi olarak muştulanmıştı; biyolojik bir kimyadan (biyokimya) söz ediliyordu artık. Rastlantısallık, stokastik süreçler ve optimizasyon dinamiği ile rüya gibi bir süreç –“gibi”si fazla. Oysaki şimdilerde, kuantum anlam dünyasının sunduğu imkânlarla içimizdeki nesnelerle, nesnelerin de nesnesiyle bir tarihin peşindeyiz. Bu tarihi, nesneyle karşılaşarak, tanışarak ve çarpışarak bizzat ve bizatihi inşa edeceğiz: Rüyadayız ve öyleyse artık sayıklıyoruz.

Fransız tarihsel epistemoloji okulunun öncü isimlerinden Georges Canguilhem’in “Bilimler Tarihinin Nesnesi” (L'objet de l'histoire des sciences) başlıklı bir metni vardır. Orada bilim tarihçiliği ile doğa bilimlerinin nesnesini ayırt eder, söylemsel koordinatlarını kurar. Her epistemolojik girişim gibi bir mıntıka temizliğidir bu. Bilimin nesnesiyle ilgili izahında ise şöylesi bir örneklemeye gider:

“Kristal biliminden söz edildiğinde, bilimle kristaller arasındaki ilişki, küçük bir kedinin annesinden söz edildiğinde olduğu üzere bir aidiyet ilişkisi olarak nitelenemez. Kristal bilimi, kristallerin doğası üstüne bir söylemdir. Kristallerin doğası ise kendi kendileriyle özdeşlikleri içinde ele alınan kristallerden, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olan ve insanın, doğal olarak uygun olmadıkları hâlde onlardan yararlandığı bütün kullanımlardan bağımsız olarak düşünülen minerallerden başka bir şey değildir. Kristalografi, kristal optiği ve mineral kimyası bir bilim olarak kuruldukları andan itibaren ‘kristallerin doğası’ndan, kristaller biliminin içeriği anlaşılmalıdır. Bu içerik, hipotezlere ve doğrulamalara dayanan; fakat sonuçları öne çıkarıldığı için unutulan bir çalışmanın ortaya çıkardığı nesnel önermelerin bir sunuluşudur. Hélène Metzger, La génèse de la science des cristaux [Kristal Biliminin Oluşumu] adlı eserini yazdığında kristallerin doğası hakkında ortaya konan söylemler üzerine -başlangıçta bu söylemler kristalleri kendi bilimlerinde açıklanan nesne durumuna getirecek biçimde ortaya konmuş uygun söylemler [les bons discours] değillerdi- bir söylem oluşturdu. O hâlde bilimler tarihi, kendisi bizatihi bir tarih olan ve bir tarihi olan bir nesnenin tarihiyken bilim, ne kendisi bir tarih olan, ne de bir tarihi olan bir nesnenin bilimidir.

 

Kristaller verili bir nesnedir. Kristal biliminde bir yeryüzü tarihini ve bir mineraller tarihini dikkate almak durumunda olsak bile, bu tarihin zamanının kendisi, orada daha önceden verili bir nesnedir. Kristal nesnesinin, onu elde edilecek bir bilginin nesnesi olarak ele alan bilim açısından bakıldığında, söylemin karşısında bir bağımsızlığı vardır; kristal nesnesine doğal nesne denmesine yol açan da söylemin karşısındaki bu bağımsızlığıdır. Hakkında ortaya konan bütün söylemlerin dışındaki bu doğal nesne, hiç kuşkusuz, bilimsel nesne değildir. Doğa kendiliğinden, bilimsel nesnelere ve fenomenlere ayrılmamıştır. Bir bütün oluşturacak biçimde bir araya getirilebilir önermelerle, işlevini yerine getirip getiremeyeceği kaygısıyla sürekli biçimde denetlenen bir teoriyi oluşturmak için bir yöntem bulduğu andan itibaren kendi nesnesini kuran, bilimdir. Kristalografi, kristal türünün, yüzlerin açısının değişmezliğiyle, simetri sistemleriyle, tepelerde yüzlerin bir simetri sistemine göre düzenli dağılımıyla tanımlandığı andan itibaren kurulmuştur. Haüy, ‘asıl önemli olan[ın], teori ve kristalizasyonun sonunda birbirleriyle karşılaşmaları ve uyum içinde olduklarını görmeleri’ olduğunu söyler.”

Canguilhem bunu göremediyse de (öl. 1995), giderek içimizdeki “kristal” muadili nesnelere döneceğiz. İçimizdeki nesneyi kurarken biz, o da bizi kurmuş olacak.

Yaralı belleğiyle âdeta bir nesne dokumacısı olarak Marcel Proust’un, o şöhretli serisinin son adımında, Yakalanan Zaman’da yüzümüze aşk ettiği bir sualin tartısına yeniden çıkma zamanlarındayız: “(...) Hatta bedensel hastalıklar, en azından bir sinir sistemi ile ilgili olanlar da organlarımızın, eklemlerimizin kendine has eğilimleri veya korkuları sayılmaz mı?”

Burada galibiyetini çoktan ilan etmiş, kupasını muzafferane kaldırmış bir veri madeni var: Fizikokimya. Bu maden, üzerine yapışık o soğuk çağrışım kümesinden kurtulup can taşıyan ve yaşam kuran bir algıya kavuştuğu için, tam da o sayede işte, nesne bugün biteviye yeniden keşfolunan bir şey haline bürünüyor. Şey ve nesne. “Şey”den “nesne”ye kaç sefer? Sözcüklerimizin kıtlığı bizi edebi bir olanaklılığa paldır küldür sürüklüyor.

Ortaokulda, laboratuvarda o hınzır mı hınzır “cıva” parçasını elden ele dolaştırdığımız günlerden beri aklımdadır bu. Ya da “cam”ın (meğer) alabildiğine viskoz bir sıvı olduğunu, yüzyıllara varan ahestelikte bir tempoda akmakta olduğunu öğrendiğimden bu yana. Bir rutin ritüel olarak MTA’ya okul gezisi zamanları şimdilerde bulutsu bir uzak hülya. Mineraller, kayaçlar ve taşlar, kristaller. Lazer ve floresans. İllüzyonlar ve pareidolia’lar. Madde ve cisim. Form ve Aristoteles. Biri diğerinden ilham ve cüret alan analojiler. Çözülmeyen iplikler, ipimizi aşan kuyular ve en dipteki aksiyomlar. Dön başa. Bir taş kenti olarak Ankara. “Ankara taşı” da denen ve sahiden de artık görmekten usanç gelen andezit…

O vakitler birer nominal simgeler manzumesinden ibaret olan periyodik tabloyu düşünüyorum. Derken aklıma Primo Levi üşüşüyor. Edebiyat ve Bilim’inde[4] onun Periyodik Tablo’sunu[5] anan Aldous Huxley’i düşünüyorum sonra. Huxley, bilim ve edebiyat ilişkisinin eskiden dirsek temasında olduğunu, oysaki ilişkinin “artık” kılık değiştirdiğini (şairler aleyhine bir tonlama ile) söylüyordu; önceki yüzyıllardaki (poetik-bilimsel) ortaklaşma, ona göre -müstesna örnekler dışında- yok gibidir. Bu sözleri sırtlayınca Primo Levi’nin kıymeti daha da şavkıyor. Sahi, Levi’nin orada yaptığı neydi? Bütün edebiyat olayları için geçerli olabilecek bir soru tevcihi bu. Otobiyografi mi, öykü mü yoksa bir popüler bilim estetizasyonu mu? Muhakkak ki hepsinin melezi. Nesneye eğilmek, nesneyi nesne olarak düşünmek ve o arada “nesne”nin açık uçlu parantezini teslim etmek, belli ki yaş almayla, yaşanmışlık ve ömürle, evladiyelik olmayla ve belki o meyanda pejmürdelik ile ilintili bir şey.

Sahafiye gezintilerinde hep rastlaştığımız türlü çeşitli efemeraları bilmez miyiz? Mezatlardaki öteberiyi? Ankara’daysak hani, her ayın ilk pazar günü görücüye çıkan Ayrancı’daki Antika Pazarı’na uğramışızdır. Çocukluktan miras bir camekân bakışıyla uzun uzadıya süzer dururuz objeleri. Yaşanmışlığı belki, handiyse teneffüs etmektir gayemiz.

Nesne ve eşya. Eşyanın “şey”in çoğulu olduğunu bir şekilde duymuşuzdur da kulağımızın üstüne yatarız, doyurucu olması adına yetinmez, eşyayı da çoğullaştırırız. “Şey”in, el aldığı mastarıyla olan ilişkisi net değildir; Arapça fiil kökü ile kullanımdaki bu isim hali arasındaki semantik ilişkinin berrak olmadığı belirtilir Nişanyan’da. Ne olursa olsun şey, nesne ile örtüşür. Nesne de sanki “ne ise”den kaynaşmıştır. Bir ne-ise-o olarak ve de nasılsa-öyle tezahür eden bir varlık olarak nesneyi düşlüyorum. Eşyayı.

Eşyayı, çokça doktriner tınlayan o semiyotik hapsinden kurtarmak gerekiyor. Bir référent olarak eşyayı, bütün o denotasyon ve konotasyon mekiğinden, içlem-kaplam dağarından ve mukim olduğu iletişim dairesinden şu veya bu şekilde beraat, taburcu veya terhis etmek gerekiyor.

Türkçede “eşya”yı Nuri Bilgin’le yan yana anmayı severiz, sevmesek dahi bunu desturumuz addederiz. Eşya Sistemleri ve İnsan-Eşya İlişkileri’ni yazmıştı (1986). Kitap, bundan beş yıl sonra oylumu yaklaşık üç katına erişerek Eşya ve İnsan’a[6] dönüştü. Korkarım dersine devam edenlere yönelik, didaktik bir akademi materyaliydi bu. Adlı adınca sıkıcıydı!

Eşya için, nesne için bir yaşanmışlık ve belli ki o yaşanmışlığı tımar edecek bir edebi gusto gerekiyor. Nesnenin, Nuri Bilgin’de de bir temsilini bulduğu hatadan, özne ile dikotomik kurulmasının ve haliyle de onu öznenin algısal duyargalarının kapsama alanıyla sınırlama hatasından bizi koruyacak bir yaşanmışlık.

Nesneye iade-i itibar derken, tam da onu insani ve insansal bir uhdeden kurtarmanın adını zikrediyorum. Bundan zannediyorum on yıl kadar önce, Masaru Emoto adındaki bir Japon araştırmacı su kristallerini fotoğraflamış, su numunelerine ama yazılı veya sözlü olarak kelimelerle, ama müzikle iletilen farklı niyet ve duyguların suyun kristal yapısını değiştirdiğini görsellerle dokümante etmiş ve bunun da suyun kendisini ifade biçimi olduğunu söylemişti. İlginçti. Orada kalmadı, çok-satanlar listesinde ön sırayı aldı. Türkçede de Suyun Gizli Mesajı, Sudaki Mucize, Sevgi Kristali gibi başlıklarla, aşina yayınevlerinden[7] neşredildi. Suyun tuhaf tabiatına kaniyiz. Ne ki suyun insansallaşması, bir merkezkaç kuvvetiyle orada kalmayarak evrensel bir kodeks halini alması “eşyanın” tabiatına aykırıdır. Başka bir gezegende başka bir moleküler form, bambaşka hikâyelerin kurucu nesnesi pekâlâ olmuş olabilir.[8] Demem o ki, insanın maddesel kompozisyonunun elzem bir yüzdesini oluşturan su da eşyadandır; girişteki kuantum vurgusunda terennüm edildiği gibi tıpkı.

Bizi iflah edecek olan temrin, edebiyattır. Varsa, kütüphane kedisinin mırnavıdır. Edebi tımar ve gusto rafinmanı için olanaklı bir istasyon[9] arayışında, Robe-Grillet ve Michel Butor gibi isimlerden bildiğimiz Fransız Yeni-Roman’cıların optik tasvirciliğini anımsamamak ne mümkün? Silik ve takatsiz kişiler, konusuzluk, Tahsin Yücel’in tarif ettiği o üç ögeli “anlatı yerlemleri”nin[10] (uzam, özne ve zaman) bertarafı, ip-sap tutmazlık, deneysellik, eşya ve nesneye iade-i itibar ve çoğullukla giden bir roman anlayışıdır o.

Orhan Pamuk da, Benim Adım Kırmızısı’nda atları, köpekleri, kalp parayı ve hele de kırmızı rengini konuşturmaz mı? Dahası, fiziksel uzamıyla Masumiyet Müzesi’ne uğramadık mı?

Nihayet İskender de, adına “İskenderî Metinler” dediği üçlüsünün ikincisine yazdığı girizgâhında[11] şöyle yazmaz mı: “Hatıra ile hafıza’nın gelgitleriyle delik deşik olmuş kişisel-sosyal benliklerimize bir kere daha korkuyla sokulurken, eşyayı unutmuş olmanın ıstırabını çekiyoruz.”

Nesne, belli ki insana bir menzil. Menzil, sanıldığından yakın. Yolsa uzun mu uzun; çünkü yürünmek zorunda. Yürüyüş ise bittabi sarsak: Eşyaların engebesiyle dolu.



[1] “Çevrimdışı Yaradılış”, İskender’i Ben Öldürmedim’den.

[2] Türkçeye de sirayet etti bu. Bkz. Jim Al-Khalili ve Johnjoe McFadden, Kuantum Sınırında Yaşam: Yaklaşan Kuantum Biyolojisi Çağı, çev. Şiirsel Taş, İstanbul: Domingo, 2016.

[3] Alanı (tıp) dışında fizik ve kimya gibi branşlara olan rağbetini bildiğimiz Saffet M. Tura’nın son kitabının başlığının da (Beynin Gölgeleri: Bir Psikiyatri Felsefesi, İstanbul: Metis, 2016) bu ikilinin çalışmalarından ilhamla, belki bir “anıştırma” olarak tercih edildiği kanaatindeyim. Krş. R. Penrose, Zihnin Gölgeleri: Bilincin Bilimine Yönelik Bir Araştırma, çev. B. Gönülşen, İstanbul: Alfa, 2016.

[4] Edebiyat ve Bilim, çev. Ünsal Özünlü, Epos, 2016.

[5] Periyodik Tablo: Hayatta Kalma Öyküleri, çev. Feza Özemre, Kırmızı Kedi, 2014.

[6] Ankara: Gündoğan, 1991.

[7] Ufacık bir gezintiyle dahi (ve sahi), Türkçede ne de çok spiritüal, astrolojik, okkültist, “ruhsal” (şu bu) yayıncımız olduğuna ve onun pazar hacmine hayret etmemek elde değil: Ruh ve Madde, Omega, Ege Meta, Okyanus, Akaşa, Dharma, Goa, Arıtan, Ganj Kitap, Kuraldışı, Butik, Ötesi… vd.

[8] “Su” meselesine dair şurada bir gezintiye çıkmıştım: “Değerli Bir Kitabı Fırsat Bilerek, Bir Veri Madeni Olarak ‘Su’: İmâ Çeşitlemesi”, Birikim Güncel, 22 Haziran 2016.

[9] Ben de ararken, 20. yüzyılın başından bu yana toplamda dokuz Türkçe romanı, nesne/eşya poetikaları üzerinden ve karakter-nesne ilişkileriyle titizlikle irdeleyen bir tez çalışmasına rastladım. Bu konuda biz dışarlıklı olanları doğrusu enikonu “okutmuş” bir departmandan çıkmış olan bu tez için bkz. Aslı Uçar, “Teselliyi Eşyada Aramak: Türkçe Romanda Nesneler”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü, 2012.

[10] Anlatı Yerlemleri: Kişi/Süre/Uzam, İstanbul: YKY, 1995.

[11] Hasta Hayat Depoları, İstanbul: Sel, 2011, s. 111.