Yaklaşık iki bin dört yüzyıl önce Güney Yunanistan'ın önde gelen iki kenti (Atina ve Sparta) arasında meydana gelen Peloponez Savaşı’nın meşhur tarihçisi Tukidides'in (MÖ 460-395) sözleri İsa'dan sonraki üçüncü milenyumun başında da yankı uyandırmakta.
Birinci Dünya Savaşının bitişinden neredeyse yüz ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden neredeyse yetmiş yıl sonra, on dokuzuncu yüzyıldaki emperyal düzenin bile hayal edemediği bir küreselleşme içinde olan dünyamız, zeitgeist'a bakıldığında, üçüncü bir savaşa hazırlanıyor.
2017'nin ikinci çeyreğinde görünen o ki, Donald Trump'ın Amerika'sı, Vladimir Putin'in Rusya'sı ve Xi Jinping'in Çin'i tüm dünyayı tehlikeli sulara doğru iteliyorlar.
Çoğu analiste göre bu Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmaması, bu önde gelen askerî ve sanayi güçlerin, Tukidides tuzağına düşüp düşmemelerine bağlı gözüküyor.
Tukidides tuzağı, Graham Allison'ın tabiriyle, yükselmekte olan bir gücün egemen olan diğer bir gücü, onun yerine geçmekle tehdit etmesinden dolayı oluşan şiddetli yapısal gerilimdir. Allison der ki, son beş yüzyıl boyunca toplam on altı kez yükselmekte olan bir güç, egemen gücü yerinden etme durumunda kaldı. Bu on altı durumun on ikisinde ise netice savaştı.
Söz konusu Tukidides tuzağından iki risk doğmaktadır. Yükselmekte olan güç sendromu birdenbire yükselen gücün, artmakta olan özbilinci, çıkarlarını savunma güdüsü, saygı ve tanınma hakkını talep etmesi demektir. Egemen güç sendromu ise bunun yansıması olarak kendini kanıtlamış olan gücün, "çöküş" imaları karşısında duyduğu yükselen korku ve güvensizlik hissini tanımlamaktadır. Kısacası gitgide kendine fazla önem vermeye başlayan ülke, kendisine saygı duyulmasını ve yeni gücünün tanınmasını beklerken, aynı zamanda da çevresinde daha fazla etki sahibi olmak ister. Buna karşılık olarak da kendini kanıtlamış olan ülke yükselmekte olan ülkenin gösterdiği bu kendine aşırı güvenmeyi saygısız, nankör ve hatta kışkırtıcı ya da tehlikeli bir tavır olarak algılamaktadır.
Mübalağalı böbürlenme aşırı gurura, manasız korku da kuşkuya dönüşür.
13 Nisan 2017'de RealClearWorld'de yayımlanan makalesinde Marcin Kaczmarski (Varşova Üniversitesi), Rusya ve Çin'in nasıl olup da Tukidides tuzağına kapılmadıklarını anlatıyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen dönemde, Amerikan emperyalizminin kendine has yollarla dünyadaki hakimiyetini ilerletmesine şahit olundu. Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra ise, Francis Fukuyama, tarihin sona erdiğini ve artık Amerika'nın şampiyonu olduğu liberal demokratik sistemin egemenliğini ilan etti.
Fakat Berlin Duvarı’nın yıkılmasından neredeyse otuz yıl sonra, tarih tüm hızıyla ilerlemeye devam ediyor. Günümüzde Çin ve Rusya tek kutuplu Amerikan Dünya düzenine itiraz etmekteler.
Liberal demokrasilerde yaşayan analistler için de en büyük tehlike bu iki gücün ahenkli bir ittifaka soyunmaları. Bobo Lo, A Wary Embrace adlı kitabında bu ittifakın birleştirici bir unsur olmadığını ve aslında her iki ülkenin de, doğal olarak, her şeyden önce kendi ulusal çıkarlarını koruduklarını söylese de Kaczmarski onunla hemfikir değil.
Kaczmarski'ye göre 2008'den beri iki ülke arasında üç boyutlu bir yakınlaşma var: İki taraflı ilişkiler pekiştiriliyor, bölgesel sorunlarda benzer politikalar izleniyor ve küresel bağlamda da rakipleri karşısında birleşmiş bir cephe sergileniyor. Temelde iki ülkenin de kaygısı aynı, Batı nezdindeki konumlarını güçlendirmek.
Finansal krizden önce Rusya'nın Japonya ile gelişmekte olan ilişkileri ve Çin'in Orta Asya'daki emelleri nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkiler görece gergindi. Bugün ise Rusya jeopolitik düzlemde Çin'e doğru yöneliyor.
Bunu güvenlik ve savunma işbirliği, silah satışları, ticaret ve enerji pazarındaki ilişkilerinde görmekteyiz. Zira Rusya artık Çin'in en büyük petrol tedarikçisi. Ortaklaşa deniz tatbikatları, komşu Uzak Doğu Asya ülkelerinin şüpheli bakışları altında gerçekleştiriliyor.
Orta Asya'nın ekonomisinde ise Çin büyük ölçüde Rusya'nın yerini almış durumda. Yeni petrol ve gaz borularının inşasıyla Çin, Orta Asya'nın enerji pazarına açıldı. Eskiden olsa küplere binecek olan Rusya, özellikle Kırım'ı ilhak ettikten sonra Avrupa ile girdiği krizden olsa gerek, kendi Avrasya Ekonomik Birliği projesini Çin'in İpek Yolu Ekonomik Kuşağı projesi ile bağdaştırdı.
Kaczmarski, yükselmekte olan bu iki güç arasında savaş çıkmamasını, yani Çin'in Rusya'ya karşı Tukidides Tuzağına düşmemesini, Pekin'in Moskova'yı Çin'in yükselişinin Rus oligarşisine bir tehdit teşkil etmediğine ikna etmekte başarılı ve Çin yetkililerinin ihtiraslarına hakim olarak Rusya'nın da çıkarlarını hesaba katmış olmasına bağlamakta.
Peki dünyanın nüfus olarak en kalabalık ve yüzölçümü bakımından en büyük olan bu iki ülkesinin Tukidides tuzağına kapılmamaları, savaş halinde muhtemel bir ittifak yapacakları anlamına geliyor mu? Orası tartışılır.
Ancak dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük Tukidides tuzağı Çin ve Rusya arasında değil, Amerika ve Çin arasında pusu kurmuş beklemekte. Bu konuda da Graham T. Allison'ın (Harvard Kennedy School - Belfer Center) 30 Mayıs'ta çıkacak Destined for War: Can America and China Escape Thucydides's Trap? adlı kitabını tanıtmak için 12 Nisan 2017'de The National Interest'te yayımladığı makalesine başvuralım.
Allison makalesine, uzun bir sivil savaşın ardından kendi ülkesini bile zar zor kontrol altında tutan Mao'nun, 1950'de General Douglas Mac Arthur'u şaşkına döndüren bir hareketle, birkaç sene evvel atomik ölüm bombalarıyla Hiroshima ve Nagasaki'yi yerle bir etmiş Amerikan güçlerini Kore Yarımadası’nın otuz sekizinci paraleline geri püskürtmesini hatırlatarak başlıyor.
Buna benzer başka bir olayın da 1969'da küçük bir sınır anlaşmazlığı üzerine Çin'in nükleer güç olan Sovyetler Birliği’ne karşı yaptığı önleyici saldırıyla patlak veren Çin-Sovyetler Birliği sınır çatışması esnasında yaşandığını hatırlatıyor.
Bu iki tarihi vakanın dünyaya, Çin'in "Etkin Müdafaa" [Active Defense] öğretisini gösterdiğini belirtiyor. Mao Zedong'un mesajı açık ve netti: Çin, onu haritadan silebilecek güce sahip olan rakipleri karşısında bile asla yıldırılamayacaktır.
Bu bilgilerin ışığında Allison, Çin ve Amerika arasında muhtemel bir savaşın nasıl patlak vereceği üzerinde üç hipotez sunmakta.
Tabii böyle bir savaş, akla uygun veya istenilen bir şey olmasa bile, imkânsızmış gibi gözükmemekte. Savaşlar bazen istenmemelerine rağmen patlak verebiliyor. Bunun nedeni ise, emir-komuta zincirinin başında bulunan askerî veya siyasi liderlerin seçeneklerinin bazı olaylar veya başkalarının eylemleri nedeniyle daralabilmesi ve bunun da onları ödün vermektense savaş riski vaat eden kararlar almaya zorlamasından kaynaklanıyor. Allison'ın tabiriyle Atina, Sparta ile savaşmak istemiyordu, Kayzer Wilhelm Britanya ile cenk arayışında değildi. 1950'de Mao, Kim Il-Sung'un Güney Kore'ye saldırmasına karşı çıkmıştı. Ancak liderler çoğu zaman kötü ile beterin arasında bir karar vermek zorunda kalırlar.
Allison'ın üzerinde durduğu üç alternatif Çin-Amerika savaş hipotezi, kendi icat ettiği durumlarla ilgili değil. Washington ve Pekin içinde bulundukları ince dengenin farkında, dolayısıyla iki ülke arasında oluşturulmuş farklı senaryolar, simülasyonlar ve harp oyunları mevcut. Bunların gösterdiği şey şu ki, büyük savaşlar çoğunlukla kolayca meydana gelebilen küçük kıvılcımlardan kaynaklanıyor.
Bu üç savaş senaryosunun detayı Allison'ın gönderme yaptığımız makalesinde ve asıl mayıs sonu yayımlanacak olan kitabında saklı olsa da biz burada bunların üzerinden hızlıca geçelim.
Çin-Amerikan ilişkilerini anlamak için bu iki ülkenin coğrafi, kültürel ve tarihî konumlarına bakmak gerekir. Çin dünyanın en eski ülkelerinden biri olmasına rağmen 1839-1949 yılları arasında yaşadığı "Utanç Yüzyılı"nı unutmamış durumda. Amerika Birleşik Devletleri ise dünyanın en yeni uluslarından biri ama daha yeni milenyum başlamadan kibirli bir şekilde yirmi birinci yüzyılı Amerikan yüzyılı olarak tasarlamış bir üst akla sahip. Bunun yanında, yakın geçmişte meydana gelmiş askerî çarpışmalarını da kimse unutmuş değil. Çinli stratejistlerin, Kore Savaşı ve Çin-Sovyetler sınır çatışmasından çıkardıkları sonuç, kendilerinden daha güçlü rakipler önünde boyun eğmemekti. Daha da ötesi Amerika Birleşik Devletleri’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana katıldıkları beş büyük savaştan dördünü kaybettikleri ya da en azından kazanamadıkları da apaçık ortada.
Savaş belirsizliklerden doğar. Günümüz teknolojilerinin askerî sanayiye sunduğu araçlar ise belirsizlikleri hiç olmadığı kadar arttırmıştır. Anti-uydu silahları ve siber savaş teknikleri çağımız savaşlarının en önemli stratejilerindendir. Özellikle GPS sistemini askerî sanayinin her bölümüne entegre etmiş olan Amerika, anti-uydu silahlarından tüm stratejisini ağır etkileyebilecek darbeler alabilir. Siber savaşların en akıl almaz yönü ise çoğu zaman meydana gelmiş bir siber saldırının kökeninin tam olarak belirlenememesidir. Yani siber-harekâtın nereden kaynaklandığı kolayca saklanabilmektedir.
Öyledir ki ABD ve ÇHC (Çin Halk Cumhuriyeti), biri diğerinin nükleer saldırısı karşısında ayakta kalabilecek ve buna aynı şekilde cevap verebilecek teknolojiye sahiptir. Fakat ne birinin ne de öbürünün teknolojisi ciddi boyutta bir siber saldırıya karşı koyacak güçtedir. Bu da siber savaş konusunda çok tehlikeli bir "kullan ya da kaybet" dinamiği oluşturmaktadır. Bu bakımdan Soğuk Savaş dönemi çocuklarının korkulu rüyası olan MAD (Karşılıklı Kesin İmha) senaryosu, artık nükleer felaketle fiziksel âlemi değil, siber saldırıyla dijital âlemi tehdit etmektedir.
Birinci Senaryo
Amerikalı ve müttefik savaş gemileri, Çinli muadillerine hiç olmadığından daha yakın sularda yüzmekteler. Amerikan donanmasının güdümlü roketli muhrip savaş gemileri Güney Çin Denizi’ndeki tartışmalı sularda özgür navigasyon harekâtları (freedom-of-navigation operations) gerçekleştirmekteler. Diyelim ki muhriplerden biri Çin kontrolündeki yapay askerî adalardan birine fazla yaklaştı ve onu ikaz etmeye çalışan bir Çin Sahil Güvenlik gemisi Amerikan muhribiyle çarpıştı ve tüm mürettebat öldü...
İkinci Senaryo
Tayvan bağımsız olsa dünyadaki en başarılı ülkeleri arasına katılır. Yirmi üç milyonluk nüfusuyla bölgenin en gelişmiş (Tayland, Filipinler ve Vietnam gibi ülkelerin iki katı büyüklüğündeki) piyasa ekonomilerinden birine sahiptir. Adada bulunan çoğu insan bağımsızlık istese de, Çin için burası sadece eyaletlerinden biridir. Bunun ötesinde Çin, adanın anakaradan ayrılmasını önlemek için her şeyi yapmaya hazırdır. Taipei'nin ise bu konuda arkasını yaslanabileceği hiçbir müttefiki yoktur. Ama diyelim ki geçen senelerde Hong-Kong'da patlak veren demokrasi protestoları bu sefer adadaki gençlerin kitlesel eylemleriyle yinelendi, ama anakaradan gelen kuvvetler protestocuları kanlı bir şekilde bastırdı. Bunun üzerine Amerika, geçmişte yüzüstü bıraktığı Tayvan'ı, bu sefer sahiplendi...
Üçüncü Senaryo
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerikan kontrolünde olan Senkaku (Diaoyu) Adaları 1970'te Japonya'ya verilmişti. Fakat o zamandan beri Çin bu stratejik adaların kendi toprağı olduğunu öne sürmekte. Ayrıca bilindiği gibi çağdaş Japonya savaş sonrasında lağvedilen askerî gücünü yeniden kurmaya doğru gitmekte ve Japon ulusalcılığı yeniden yükselişte. Diyelim ki Japon ulusalcı bir grup, sivil gemilerle bu adalardan birine çıktı ve bayrak dikip burayı işgal etti. Bunun üzerine Çin Sahil Güvenliği söz konusu militanları adada tutuklayıp anakarada yargılanmak üzere ele geçirdi. Ardından vatandaşlarını kurtarmak için Japon Sahil Güvenliği harekete geçti. Amerika da yetmiş yıllık müttefikini yalnız bırakmadı...
Sonuç olarak ABD ve ÇHC arasında savaş çıkması kaçınılmaz değil, ancak kesinlikle muhtemel. Bu üç senaryo da, Çin'in kargaşa yaratan yükselişinin oluşturduğu gizli gerilimin, kazalar ya da başka türlü önemsiz olacak olayların geniş kapsamlı çatışmaları tetikleyebilecek koşullar yarattığını göstermektedir. Ne var ki savaş olacak diye bir kaide yok. Allison'ın hatırlattığı gibi son beş yüz yılda meydana gelen on altı Tukidides tuzağı durumlarından dördünde savaştan kaçınılmıştı. Ancak savaştan sıyrılmak için kurnaz bir devlet idaresi gerekmektedir. Çin ve Amerikan liderlerinin böyle olası durumlarda ne kadar hünerli davranacaklarını ise bilemeyiz. Ama kesin olan bir şey varsa o da Üçüncü Dünya Savaşı’nın kaderinin bu tür ince ayarlara bağlı olduğudur.