Herfried Münkler, bilimsel araştırma ile entelektüel düşünme arasında bağ kurabilen ender isimlerden birisi. Uluslararası gelişmelere siyasi tarih açısından getirdiği yorumları, farklı çevreler tarafından ilgiyle takip ediliyor. Daha çok imparatorluklara dair karşılaştırmalı değerlendirmeleriyle öne çıkan iki kitabı da Türkçeye çevrildi (İletişim, 2010/2012). Bununla birlikte başta I. Dünya Savaşı olmak üzere Batı tarihinin dönüm noktalarına dair devasa eserler kaleme aldı. Bazı olaylar karşısında rahatsız edici gerçekçiliği ve elitist yaklaşımı nedeniyle eleştirilse de kitaplarından ve konuşmalarından aldığım notlara yeniden baktığımda mevcut gerilimlerle örtüşen değerlendirmelerle karşılaşmaktayım. Putin’in Ukrayna işgali öncesi yaptığı konuşmada, tarihi esas alarak Rus yayılımını meşrulaştırması, Münkler’i yeniden hatırlamama vesile oldu.
Emperyal etkinliğin morfolojisini ve dolayısıyla “dünya hâkimiyetinin mantığını” incelediği İmparatorluklar kitabında, egemen güç merkezleri arasındaki mücadelenin gelişim safhalarını inceliyor. Öncelikle imparatorluk kavramını, mekânsal yayılım (özellikle periferi hâkimiyeti) ve zamansal dönüşüm (kurumsal reform kabiliyeti) ile bir gücün “dünyanın siyasi merkezi” haline gelişi şeklinde anlamlandırıyor. Münkler’in esas aldığı problem bir politik yapılanmayı hangi şartların imparatorluğa dönüştürdüğüdür. Örneğin merkezde elitlerin çıkarlarının dış politik misyona hizmet etmesi veya çevrede barışın ancak himaye ile sağlanması gibi; tüm bu hususları tarihî olayların karşılaştırmasıyla tahlil eder.
İmparatorluklar, evrensel değerler vazedebildiklerinden farklı topluluklarda ortak aidiyet geliştirirler. Öyle ki bu bağ kendi zamanını aşar ve farklı coğrafyalara mensup zihinlerde ortak çağrışım meydana getirir. Daha doğrusu çağıyla özdeşleşerek toplumsal bellekte yer edinir. Örneğin Roma çağı veya Britanya çağı gibi. Yine imparatorluk, evrensel değer ile kamusal iyiyi bütünleştirir, böylelikle halkların beklentileri karşısında eşit hizmet sunmaya çalışır. Bunların başında da güvenliğin sağlanması gelir. Roma İmparatorluğu bu sayede farklı dilsel ve etnik topluluklarda ortak aidiyeti kurmuştur; veya 1945’ten sonra Birleşik Devletler uluslararası işbirlikleri ile himaye ettiklerine güven vaat etmiştir. Madalyonun diğer yüzünde ise hâkim gücün emperyalist modeli yer alır. Örneğin büyük kapitalin dış yatırıma ilgisi ve dolayısıyla siyasi-askerî araçların kullanılarak belirli bir grubun çıkarlarının garantiye alınması gibi. Çıkarların korunması, kapitalizmin sonlanmasını durdurmaya yönelik her türlü girişimi mubah kılabilir. Münkler’e göre, etki alanlarında “düzeni” esas almadığından emperyalizmi imparatorluktan farklı bir olgu olarak değerlendirmek gerekir. Fakat bu tartışmaya açık bir bakış açısı. “Bir devletin farklı coğrafyalarda etkinliğini emperyalizmden ayıran şey nedir?” sorusuna cevap oldukça spekülatif yorumlara yol açabilir. Örneğin Almanlar Dünya Savaşını İngiliz emperyalizmine karşı verdiklerini iddia ettiler. Savaş Almanların lehine sonuçlansaydı başka bir tür emperyalizmden insanlığı ne koruyacaktı? Veya emperyalizmden özgürleştirdiğini iddia eden pax sowjetica Orta Asya’da düzeni ne ile sağladı? Amerikan çağında demokrasi ihracı aynı zamanda doğal kaynakların belirli çıkar gruplarına taşınmasına neden olmuyor mu? Dolayısıyla emperyal düzen sağlayıcılığı ile düzenin belirli sömürü araçlarını doğurması arasında yakın bir bağ var.
Münkler’in emperyalliği doğal ve hatta nispeten zaruri olarak tasviri, egemen gücün yayılımının kaçınılmazlığının temellendirildiği bir tarih okumasına dayanıyor. Ona göre, tarih boyunca dünyanın makul ölçüde güvenli bir yer olabilmesi için imparatorluklara hep ihtiyaç duyuldu. Tabii bu yaklaşım, bir açıdan Amerikan Çağı’nın meşrulaştırılmasıyla ve hatta Avrupa’nın da belli ölçüde emperyal role evrilmesi gerekliliği tezi ile sonuçlanıyor. Bu bakımdan emperyalliğin Batı çerçevesinde korunması için öneriler de öne sürüyor. Bunun en bariz göstergesi Rusya ve İslâm dünyasına yönelik yaklaşımda kendini gösteriyor. Siyasi tarihi bir tarafa, kültür ve sanatı itibarıyla kolaylıkla Batı tarihinden ayrıştırılamayacak Rusya’ya dair yorumları bariz bir ötekiyi tasvir ediyor. Bunun yanında siyaset düşüncesiyle ilişkili meseleler de var. Mesela Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları çok uluslu ve dinli yapılarıyla benzeşmelerinin yanında şu soruya da cevap aramak gerekirdi: Klasik imparatorlukları inşa eden zihniyetlerin farklılaşması, siyasi model farklılıklarına neden olmadı mı?
Batı merkezli düşünmeye devam edildiğinden, Münkler’in ilgisi imparatorluğun kalıcılığında başarıyı neyin sağladığının soruşturulmasına yoğunlaşıyor. Roma uzun vadeli hâkimiyetini uygarlığa mensubiyetin sunduğu refah vaadi ile tesis etti. Emperyal misyonu ile hâkim olduğu coğrafyalarda vatandaşını koruyan güvenceler sundu. Bunu, örneğin Bozkır İmparatorluğu olarak gelişen fakat konsolidasyon ve yapıdan mahrum olan Cengiz hâkimiyeti sağlayamadı. Aslında pax mongolica (ileride Sovyetler’de de görülebileceği tarzda) yıkımın ardından kalıcı düzeni kurmayı arzulamıştı. Fakat bu evrime yönelik ihtiyaçları temin edecek yeterli şartları haiz değildi. Bir başka başarısız imparatorluk ise, erken modern dönemde denizaşırı fetihlerin sonucunu getiremeyen ve (modern içyapıdan yoksun olduğu için) İngilizlerle rekabeti kaybeden İspanyollardır. Başarısız imparatorluklar Roma’yla karşılaştırıldıklarında "Augustus eşiğini" aşamamışlar; hâkim olunan coğrafyalarda güvenliği (ve görece huzuru) kalıcı hale getirememişlerdir. Britanya ise Avrupa kıtasının merkezinde yer almaması sayesinde periferide genişleyebilmiştir. Dolayısıyla (I) merkezin dışında etkinin kalıcılığı imparatorluk için esas olmalıdır. Bir başka husus ise Britanya İmparatorluğu’nun askerî kazanımlardan önce ticaret yolları vesilesiyle gelişmesidir. Yani (II) imparatorluk mümkün olan en geniş sahayı ekonomik hareketlilikle yönetebilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Bu birikimi devralarak gelişen Amerikan Çağı’nda emperyal siyaset küresel bir mesele olarak karşımıza çıkar.
Münkler’e göre 20. yüzyılda esas değişim dünya-yeryüzü (Welt-Erde) bütünleşmesidir. Roma Çağı’nda Çin İmparatorluğu başka bir coğrafyada hükümranlığını devam ettirebilme kabiliyetine sahipti. Küreselleşme Çağı’ndaysa mekân aynı zamanda dünyayla kesişmektedir, dolayısıyla yeryüzü ancak tek bir dünyaya sığabilir. Bu nedenle küreselleşme Amerikan Çağı’nı gerçekleştirme teşebbüsü olarak karşımıza çıkar. Münkler, Amerikan Çağı’nın 1917 itibarıyla başladığını belirtmekle birlikte asıl 45’ten sonra görünür hale geldiğini düşünüyor. 17’nin Ekim devrimi sonrasıyla ve 45’in de İkinci Dünya Savaşı dolayısıyla yine Rusya ile kesiştiğini belirtelim. Yani karşılıklı olarak küresel güç iddiası, egemenleri etki alanlarında yayılıma zorlamaktaydı. Rekabetin köklerini Great Game’de (1813-1907) arıyor: Britanya ile Rusya’nın Asya’daki rekabeti daha sonra Afganistan krizinde kendisini gösteriyor. Dolayısıyla Rusya meselesi Amerikan Çağı’na Britanya İmparatorluğundan kalan bir miras. Etki alanlarında rekabet bir açıdan emperyal siyasetin devamlılığını sağlayan bir faktör. Bu bağlamda Dünya Düzeni Projesi de imparatorluğun (gerçekleşmese de) siyasi dışavurumuydu.
Amerika’nın küresel muhafızlığını kaybetmeye başlaması, yine Rusya’yla ilişkili olarak İslâm dünyasındaki (periferi) belirsizlikten kaynaklandı. Evrensel değerin ikamesi için demokrasiyi taşıma iddiası ile otokratik rejimlerle flört arasında imparatorluğun kaldıramayacağı bir tenakuz var. Fakat Amerika’yı bu tavra zorlayan aslında İslâm dünyasındaki selbstblockade, yani kendini belirli bir teşebbüsten engelleme durumudur. Müslümanların nasıl bir fikrî ve siyasi serüvene gireceklerine dair kararsızlığı ve bunun neden olduğu küresel güçle ilişkideki belirsizlik. Birleşik Devletler bu açmazı Irak’ta tecrübe etti ve zaten sağlıklı okuyamadığı koşullara yanlış analizlerle yaklaştı. Demokratikleşme bu bakımdan İslâm dünyasının kendi kendine ürettiği blokajı kaldırmaya yönelik Batılı bir müdahaleydi; fakat zeminde mevcut olmayan dinamiklerle gerçekleştiğinden devamını getirmek mümkün olmadı.
90’larla Amerikan İmparatorluğu’nun görece erken çözülüşü, Obama döneminde Pasifik-Atlantik muhafızlığının ayna anda yapılamayacağının anlaşılmasıyla belirginleşti. Kısmi sorumluluk Avrupa’ya yüklenmek istendi ve fakat kafa karışıklığının neden olduğu Avrupa’ya has kararsızlık bu boşluğu doldurama(z)dı. Dışta baş gösteren zafiyetlere, nihayetinde içteki değişim talepleri eklendi. Birleşik Devletler evrensel düzenin koruyuculuğu rolünü değil, kendi çıkarının gerektirdiği rolü oynamalıydı ki Trump bunu “America first” ifadesiyle ilan etmişti. Böylece bir imparatorluk için gerekli olan merkezin çıkarıyla çevrenin talebinin örtüştürülmesi siyaseti terk edildi. Biden’ın gelişi ile yeniden küresel düzen arayışları dillendirilse de Çin ve Rusya karşısında ne kadar geç kalındığı ortada.
Münkler bu bağlamda şu endişeyi dile getiriyor: ya çobanın (Amerika) himaye ettikleri kurtların arasında kalırsa? Ona göre merkezî imparatorlukların dışında kalan bölgelerdeki istikrarsızlık, o bölgeleri başka güçlerin eşiğine sürüklüyor. Fakat yeni çoban rolüne Avrupa soyunabilir mi? 2018’de gerçekleştirdiği bir konuşmasında (Forum Humanum, Hamburg), Rusya karşısındaki tutumlar çerçevesinde Avrupa’yı değerlendiriyor ve yaptırımların hiçbir sonuç getirmeyeceğini dile getiriyor. Hatta yaptırımlar kendi kendini esarete düşürmenin farklı bir yolu. Bununla birlikte Rusya’nın ilerleyişi kaçınılmaz olsa da kabiliyetleri sınırlı. Bir dünya hâkimiyetine değil, ancak eski imparatorluk sınırlarına ulaşabilecek imkâna sahip. Çin Çağı’na girildiği iddialarını da Münkler makul bulmuyor. Çünkü Çin, uluslararası etkinliğini kendi ilgi alanları doğrultusunda belirliyor; halbuki “imparatorluk” küresel talepler ve ihtiyaçlar çerçevesinde politikalarını belirlemelidir. Çin’in ne ideolojik zemini ne de dış politikayla kendi iç düzeninin harmanlanmış hali, bir küresel imparatorluğa evrilmeye müsait değil.
Dünya imparatorluğundan yoksunluğun neden olduğu mevcut düzensizliği Münkler, Avrupa tarihinden Pentarchie ile karşılaştırıyor. Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra Prusya’nın beşinci güç olarak yükselişi veya 19. yüzyılın ilk yarısında Viyana Sistemi olarak da anılan Avrupalı güçlerin uyumunu sağlayan düzen. Farklı güçler arası uyum arayışının, Avrupa tarihinde daha önce de karşılaşılan bir durum olduğu kanaatinde. Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra da benzer bir durum söz konusuydu. 14. yüzyılda İspanya, Fransa, İngiltere, Habsburg ve İsveç beşli uyumu tamamladılar. Daha sonra İspanyolların Latin Amerika’ya ilgisi ve İsveç’in askerî yetersizliği nedeniyle ikisinin yerine Prusya ve Rusya geçti. Beşli uyumun yerini küresel güce dönüşen Britanya aldı, çözülüşü ise dünya savaşına sürükledi. Yani Avrupa özelinde ve (Avrupa’nın dünyayı şekillendirme girişimi nedeniyle) küresel çapta düzenin muhafazası rolü üstlenilmediğinde, farklı güçler arasında uyumun nasıl sağlanacağı uluslararası ilişkilerin temel meselesi. Halihazırdaki dünya sistemi de beşli uyuma benzer bir istikamete doğru ilerliyor. Amerika ve Çin’in yanında şu an Avrupa ve Rusya yer alıyor (beşinci olarak Hindistan veya Brezilya ihtimalini dile getiriyor). Rusya’nın zayıf ve gevşek bir sistemi olsa da muazzam bir jeopolitik ve askerî kabiliyete sahip olduğunu ekliyor.
Yeni dünyanın (!) en önemli sorunu emperyal güçlerin arasında kalan bölgelerde ortaya çıkacak muhtemel savaşlar. Çünkü her güç kendi etki alanında kendi değerler anlayışını yansıtan düzenlere imkân tanıyacak; kendi evrensel ilkelerini küresel bir güç olarak ikame edemeyeceğinden çevreye yönelecek. Emperyal güçlerin arasında kalan bölgelerde çatışmanın engellenmesi için ya belirli bir gücün etkinliğinin önünün açılması ya da hâkimiyet alanlarının paylaşılması gibi bir durum ortaya çıkacak. Bu bağlamda Münkler’in içerisinde bulunduğumuz şartları Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine benzettiği söylenebilir. Büyük savaşı engellemek ancak etki alanlarında düzenin sağlanması, yani belirli bir emperyal himayeye imkân tanınmasıyla gerçekleşebilir. Bu değerlendirmeye göre, büyük güçlerin arasında kalan ülkelerin çatışmadan korunmak için belirli bir küresel güçle istikrarlı etkileşim kurmaları gerekli.
Münkler’in değerlendirmelerinin, belli açılardan Rusya’nın Ukrayna işgaliyle örtüştüğü kanaatindeyim. Tüm maddi menfaatleri bir tarafa Rusya’yı Ukrayna’yı işgale götüren emperyal özlemin dışında ne olabilir? Sovyetler düzeninde ideolojik gerekçeler aranabilirdi, Putin ise hegemonik meşruiyeti tarih ve kültür birliğiyle temellendirmeye çalıştı. Bu tam da bir imparatorluk bakış açısını yansıtıyor. Batı’dan gelen tepkiler de bu bağlamda yorumlanmaya müsait. (I) Öncelikle yaptırımlar belirli sınırları gözetiyor, başından itibaren savaştan kaçınılacağı vurgulandı. (II) Karşıt güç Batı’nın etki alanlarına müdahale ettiğinde durdurulmaya çalışılıyor. Örneğin Rusya’nın Suriye’ye veya Kafkaslar’a yerleşiminde bu kadar büyük bir karşı duruş sergilenemedi. Dolayısıyla Avrupa’nın sınırlarının ötesindeki etki alanlarına girdiğinde Rusya durdurulmalı; kendi etki alanlarındaysa görece serbest hareket edebilir. (III) Çevrenin tehdit edilmesi merkezin güçlendirilmesini gerekli kıldı. Bu “zaruret” durumu (örneğin silahlanma) sosyal demokratlar tarafından sahiplenildi ve hatta sol sessiz kaldı. Netice olarak Ukrayna işgalinin nasıl sonuçlanacağından bağımsız olarak, Rusya’nın emperyal siyasetinden vazgeçmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Rusya ve Çin’in etki alanlarını genişletmesi Avrupa’yı Pentarchie’yi dengeleyebilecek bir küresel güce doğru evrilmeye zorluyor. Münkler gibi siyasi kurumlar üzerinde etkili aydınlar, etki alanlarının istikrarına odaklanan bir eylem gücü (Handlungsmacht) geliştiremezse Avrupa’nın kendi erozyonunu durdurma ihtimalinin olmadığının farkında. En azından kendi çevresinde istikrarlı düzenler için buna muhtaç; merkezini koruyabilmesi için de etki alanlarında düzene muhtaç. Nihayetinde dünyayı çeşitli egemen güçlerin kontrolünde bir süreç beklediğini iddia etmek mümkün. 20. yüzyıl farklı ideolojik alternatiflerin mücadelesi arasında büyük felaketlere sahne oldu; fakat ideolojilerden arındırılmış bir yüzyıl güç esaslı siyasetin terki anlamına gelmedi. İmparatorluk politikalarına geri dönülmesi popüler kültürde idealleştirildi. Gölde yeni maya tutmayınca eskisini geri getirmekten başka bir yol kalmadı.