Şirin Tekeli’yi geçenlerde kaybettik. Son yıllardaki karşılaşmalarımız hayli seyrekleşmişti, fakat kendisiyle kırk yılı aşkın bir muhabbetimiz vardı. Beklenmedik ölümü, uzun yıllara yayılan bir sürü ortak anımızın film şeridi gibi gözümün önünden geçmesine neden oldu. Bazı izlenimlerimle beraber, bu anılarımın bir kısmını burada paylaşmak istiyorum.
Şirin’i ilk 1975’te, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki Siyaset Bilimi kürsüsüne asistan olarak girdiğimde tanımıştım. Yanlış hatırlamıyorsam o tarihlerde doçentlik tezini hazırlamakla meşguldü ve kürsünün yerleşik ve nispeten kıdemli elemanlarından biriydi. O zamanki kürsü başkanımız merhum Prof. Esat Çam’la mesafeli fakat iyi bir diyaloğu vardı; boşuna da değildi bu. Zira Şirin de, Esat Bey de Fransız ekolünden -veya o ekole yakın- insanlardı; dahası, ikisi de birbirinden pek uzak olmayan kuramsal söylemleri paylaşıyordu. Sözgelimi, Fransız “merkez” düşüncesinin yıldız profesörleri Raymond Aron ve Maurice Duverger’yi Esat Bey de Şirin de severdi ve derslerinde kullanırdı (Şirin nitekim daha sonra Duverger’nin önemli bir yapıtını Türkçeye de çevirdi). O zamanki kafamla pek beğenmediğim, hatta biraz burun kıvırdığım yazarlardı bunlar. Şimdi burun kıvırmayı elbet zül sayarım, fakat itiraf etmeliyim ki bugün de bende fazla heyecan uyandırmayan yazarlardır bu Fransız profesörler.
Görünürdeki bu ortak yönlerine rağmen, Şirin’le Esat Bey apayrı dünyaların insanlarıydı aslında. Kürsüdeki mevcudiyetim boyunca Esat Bey’le amir-memur ilişkisi dışına hiçbir zaman çıkmadığım halde, Şirin’le çarçabuk dost olduk. Nedeni açıktı. Esat Bey, sorgulamaya pek yatkın olmayan, tartışmaktan çok emir ve talimatlar vermeye alışık biriydi; nitekim fakülte dekanlığı ile biten kariyeri, hocalıktan çok idarecilikle geçti hep. Şirin ise antenleri açık biriydi -tartışan, dinleyen ve dinlemekten hemen hiç usanmayan biri. Bu fark, belki biraz Esat Bey’le aramızdaki kuşak farkına verilebilir; ama Şirin de tam akranım sayılmazdı benim.
Şirin’in nasıl sabırlı bir dinleyici olduğunu, sistem kuramcısı David Easton’ı kendisiyle tartışırken anlamıştım ilk. Easton, Şirin’in üzerinde yıllarca çalıştığı bir kuramcıydı, doktorası da onun üzerineydi. Eğer “siyaset bilimi” denen bir şey varsa, ona hatırısayılır teorik katkılarda bulunmuş zatlardan biri olarak bilinir. Fakat problem şu ki, bizzat aynı adı taşıyan bir kürsüdeki iğreti mevcudiyetime rağmen, ben “siyaset bilimi” diye bir şey olabileceğine inanmıyordum. Hoş, pekâlâ olabileceğine bugün daha inanır gibiyim, zira zihnimdeki bilimsellik çıtası epey aşağılara inmiş durumda. Ama o yıllarda, Easton’ın siyasal kuram alanında bilimsel kuleler inşa etmesini çok iddialı, bir o kadar da yüzeysel buluyordum. Bu yüzeyselliği göstermek için, bizzat Aron ve Duverger’ye başvurmaktan bile kaçınmadığım olurdu.
Şirin haklı haksız eleştirilerimi savuşturmakta fazla zorlanmıyordu; bunda sabırlı dinleyiciliği kadar kültürel arkaplanının ve felsefi birikiminin önemli payı vardı. O yüzden ona “yüzeysel bir projeye saplanıp kalmış derin kişi” diye takılıp dururdum. Kuşkusuz, sohbetlerimizin asıl keyfine Şirin’in kültürel arkaplanında dolaştığımız zaman varırdım. Şirin’le sık sık çok sevdiği Simone de Beauvoir / Jean-Paul Sartre ikilisini konuştuğumuzu ama Sartre felsefesinin koyu ve derin sularında ilerlerken, gene de kendimize epey eğlenceli konular bulduğumuzu, örneğin felsefelerin cinsiyeti üzerinde gırgırla karışık türlü çeşitlemeler yaptığımızı hatırlıyorum. Henüz feminizmle fazla meşgul görünmemesine rağmen, Şirin daha o zamandan Simone de Beauvoir’ın düşünce yapısının Sartre’ınkine oranla “daha erkek”, daha “eril” olduğunu savunmaktan hoşlanıyordu. Bunu savunurken ne kadar ciddiydi, doğrusu bilemem; ama anlamak için de hiç uğraşmadım -belki de “eril” düşünceli bir feminist kadın filozof fikri bana da ilginç geldiği için.
Üniversitedeki bu “aylak” günlerimiz fazla sürmedi, 70’li yılların sonuna yaklaştıkça sağ/sol eksenli çatışmalar ülkeyi sarmaya başlamıştı. Evet, o dönemde bugün neredeyse unutmaya yüz tuttuğumuz yaygın bir sağ/sol kutuplaşması vardı ve şiddetini öncelikle üniversitelerde ve varoşlarında hissettiriyordu. O ortamda TÜMÖD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) ve TÜMAS (Tüm Asistanlar Derneği) gibi sivil toplum oluşumları, “ilerici”, “sol” veya sol-eğilimli çeşitli akademisyenlerin birbirini bulduğu önemli mekânlar haline gelmişti. Özellikle genç akademisyenleri bünyesinde toplayan TÜMAS, üniversitelerdeki tartışma ortamının bozulması sonucu neredeyse alternatif bir okul olmuştu. Burada genellikle daha güncel ve siyasi problemler gündeme gelmekle birlikte, kuramsal ve felsefi konuların konuşulduğu da olurdu. Şirin’le fakültede başlayıp da arkasını getiremediğimiz pek çok tartışmayı, farklı bağlamlarda da olsa TÜMAS’ın çatısı altında devam ettirirdik. Bu anlamda TÜMAS, bizler gibi bünyesindeki pek çok insana değerli bir deneyim kazandıran, hatta onlara dünya görüşlerini geliştirme ve netleştirme fırsatı veren bereketli bir mekândı. O kadar ki, eğer Şirin’i “Easton paradigması”ndan çekip çıkaran bir güç olduysa, o da TÜMAS’tır diyebilirim!
Lakin çok geçmeden, 12 Eylül geldi çattı ve her şey allak bullak oldu; ne üniversite kaldı ne de TÜMAS. Pek çoğumuz gibi, Şirin de üniversiteden koptu ve bir daha hiç dönmedi. Ancak 1402’likler gibi sıkıyönetimce atılmadı, kendi tercihiyle ayrıldı. Kolay bir tercih değildi bu. YÖK’ün de tepesine kondurulmasıyla, evet, üniversite üniversite olmaktan çıkmıştı. Fakat bu iyice iğdiş edilmiş haliyle bile üniversitede kalmaya azimli pek çok meslektaşımız vardı. Bunların bir kısmının gidecek başka yeri yoktu; ayrılma lüksüne sahip bir kısmı ise ne pahasına olursa olsun mesleklerini sürdürmekte kararlıydı. Bu kişiler arasında, üniversiteyi sahipsiz bırakmamak, “mevzileri terk etmemek” veya “mücadeleye içeriden devam etmek” gibi saiklerle meseleye bakan militan ruhlu arkadaşlarımız da vardı. Bunların bazısı için, üniversiteden o sırada ayrılanlar, batan bir gemiyi terk eden farelerden farksızdı. Ne yazık ki bu arkadaşların pek azı amacına ulaşıp dirhem dirhem eksilmeden bugüne kadar hasarsız gelebildi. Gelebilenleri ise kuşkusuz birer kahramandır.
Şirin’in ne böyle militanca bir eğilimi, ne de herhangi bir kahramanlığa soyunacak hali vardı. Ama mesleğine düşkündü; bir müddet ayrılmakla direnmek arasında tereddüt ettiğini hatırlıyorum. Onun gibi kariyerinde epey ilerlemiş birinin, ayrılıp ayrılmama konusunda benim gibi yolun başında olanlara oranla daha zorlanması doğaldı. Fakat Şirin’in morali çok bozuktu; özellikle 1402’ye maruz kalan, aralarında yakından tanıdığı ve sevdiği meslektaşlarının da bulunduğu bu durum ona çok dokunmuştu; onlar atılırken üniversitede kalmayı onuruna yediremiyordu. Sonunda, onur faslını mümkün mertebe hesap dışında tutmaya çalışarak, üniversitede kalarak yapabilecekleriyle, ayrılıp dışarıda yapabileceklerinin soğukkanlı bir muhasebesine girişti ve her halükarda ikinci seçeneğin daha verimli olacağına karar verdi. Bu muhasebesinin ne kadar isabetli olduğu zamanla apaçık çıktı ortaya.
Bugünden geriye baktığımızda, 12 Eylül’ün genel planda yarattığı travmaları ve bunların da ötesinde, acıklı ironilerle dolu sonuçlarını gayet iyi görebiliyoruz. Darbeci generaller, Atatürkçülük diye diye, Atatürkçü olsun olmasın, Türkiye’de laikliğin tek teminatı olan solu (ve bu arada tabii ki solun eteklerinde yeşermeye yüz tutan liberal özgürlükçüleri de) yok etti ve Atatürk’ü de, laikliği de hazmedemeyen dinci/dinbaz örgütlenmelerin ülkede egemenlik sağladığı şu günlere gelmemizin kaçınılmaz zeminini hazırladı. Keza, 12 Eylül’ün muktedir komutanları, “Kürd’üm” diyene “Kart Kurt” diye diye, bir Kürt gerilla hareketinin doğmasına yol açtı.
12 Eylül’ün bu kaba diyalektiğinin özel hayatlarda da benzer şekilde işlediği söylenebilir. 12 Eylül rejimi birçok hayatı kararttı, ama Şirin’in durumunda olduğu gibi, birçok başka hayatın da çeşitlenmesine, renklenmesine, zenginleşmesine fırsat yarattı. Şirin üniversitede kalsaydı, şüphesiz iyi ve sevilen bir hoca olarak görevini sürdürürdü, fakat 12 Eylül dolayısıyla ayrılmak zorunda kalması, onu kendi akademik köşesinde yapabileceklerinin, hatta öngörebileceklerinin hayli ötesinde işler gerçekleştirme noktasına götürdü. Şirin ilk başlarda serbestçe yazmak ve çeşitli sosyolojik araştırmalar yapmak niyetindeydi; bunu da hakkıyla yaptı. Yakınlarda, vefatına sadece birkaç ay kala Bilgi Üniversitesi’nce yayımlanan Feminizmi Düşünmek adlı kitabında, uzun yıllar boyunca kaleme aldığı çeşitli makalelerinden derlenmiş bir seçkiyi bulmak mümkündür. Şirin’in ayrıca, gene uzun bir dönem boyunca Edgar Morin’den Stefan Yerasimos’a dek birçok önemli yazardan Türkçeye yaptığı çevirileri vardır.
Fakat Şirin yazıp çizmekle yetinmedi, 80’li yıllardan başlayarak türlü feminist örgütlenmelerin oluşumunda kurucu veya aktif üye olarak yer aldı. Kadın Eserleri Kütüphanesi Vakfı, Mor Çatı, Ka-Der bunların sadece bazıları… Bu örgütlenmeler, Türkiye’de gerçek sivil toplumun gelişmesinde kaydadeğer kilometre taşlarıdır. “Sivilliği” hayli tartışmalı ve çoğu devlet uzantılı “çakma” örgütün içini giderek daha çok doldurduğu günümüz Türkiye’sinin “sivil toplumu”nda, bunların kıymeti daha da iyi anlaşılıyor. Bu anlamda Şirin’in, Türkiye’de yalnız feminizmin değil, daha genel olarak gerçek sivil toplumun gelişmesinde hatırısayılır bir payı bulunduğunu söylemek gerek.
Türkiye’de devlet dışında inisiyatif almak, hele özerk bir alan açmak hiçbir zaman kolay olmadı. Erkek-egemen kültüre nüfuz etmek ise, kuşkusuz ondan da çileli bir iş. Türkiye’de yapısal egemenliği yetmiyormuş gibi gündelik saldırganlığı da her nasılsa artış gösteren erkek milletiyle baş etmek için, kimliğini ortaya koyan kadınların birer cadı olmaktan başka çareleri yok herhalde. Oysa Şirin tanıdığım en yumuşak, kibar kadınlardan biriydi ve her daim öyle kaldı. O kadar ki, tükenmez azim ve iradesini âdeta gizleyen kırılgan bir yapısı olduğunu dahi söyleyebilirim. Ahmet Tekeli ile olan uzun evliliğinde de, bir feministte az rastlanan türde bir “evcillik” sergilerdi. “Bütün gün feminizm toplantıları yapıp, ardından koşa koşa eve gider kocama meze yapardım,” diye kendisiyle dalga geçtiğini bilirim. Yanlış anımsamıyorsam, bir söyleşide de benzer bir cümle kurmuş, ağzının içine bakan gazeteciyi sanki biraz hayal kırıklığına uğratmıştı.
Feministlerin, özellikle de Şirin’in statüsündeki bir feministin sevgilileri veya eşleriyle olan ilişkileri her zaman ilgi çeker, çünkü söylemlerine dair aydınlatıcı ipuçları taşır. Ben Şirin kadar olmasa da Ahmet’i de tanıdım; pek “aydınlatıcı” ipuçları vermese de, beraberlikleri hakkında bir-iki gözlemimi aktarmam faydalı olabilir belki.
Ahmet Tekeli, mesleğinde büyük başarı yakalamış bir adamdı. Çok dişli bir avukattı ve başında bulunduğu hukuk bürosu bir ara İstanbul’un en etkinlerindendi. Çuval dolusu para kazandı; o kadar ki, bir dönem kendi meslek kategorisinde vergi rekortmeni olduğunu hatırlıyorum. “Her başarılı kocanın arkasında bir kadın vardır” düsturunu doğrularcasına, Ahmet’in büyük başarısının sırrı da yoksa Şirin miydi, diye sorulabilir. Bir bakıma, hayır. Çünkü bildiğim, gördüğüm kadarıyla Şirin’in Ahmet’in iş dünyasına en ufak bir bulaşmışlığı yoktu. Şirin, klişe düsturun genellikle çağrıştırdığı imajın tersine, iş mücadelesinde Ahmet’in arkasında duran, ona cesaret veya ilham veren bir kişi değildi pek; hele hele kocasını daha çok kazanmaya, daha çok koşturmaya iten hırslı, “muhteris” kadın hiç değildi; olamazdı da. Kucak kucağa yaşamalarına rağmen, bu ikili apayrı kulvarlarda yollarına devam etti: Ahmet, özel çıkarların kıyasıya çarpıştığı acımasız cenk alanlarında vuruştu durdu; Şirin ise yazın ve düşün dünyasının göreceli sakin sularında kürek çekti.
Fakat Ahmet’in işleri büyüdükçe, stres yükü de arttı. Bu stresten kurtulmak için kaçtığı ilk yer, Şirin’in dingin entelektüel dünyasıydı. Benim naçizane yorumum o ki, Ahmet bu dünyaya girebildiği ve orada kalabildiği ölçüde başını dinleyip huzuru buluyordu. Şirin’in bu anlamda Ahmet’in doğrudan başarısında değil fakat tepetaklak yokluğa sürüklenmesinin engellenmesinde pay sahibi olduğu söylenebilir.
Ancak Şirin’in güvenli limanı da yetmemiş olmalı ki, Ahmet bir noktadan sonra stres yükünü kaldıramadı ve yavaş yavaş ruh sağlığını yitirdi; yitirdikçe de kırıcı, yıpratıcı, anlaşılmaz bir adam olup çıktı. Sonunda Şirin, çok sevdiği kocasından boşanmaya karar verdi, fakat Ahmet direnmeye kararlıydı; henüz tamamen kaybetmediği keskin avukatlık melekelerini kullanarak, Şirin’in boşanma girişimini geciktirmeye koyuldu. Bu sancılı süreç esnasında, Şirin’in uzunca bir süre Ahmet’ten kaçıp saklandığını ve o yüzden yakın arkadaşları tarafından bile bulunamaz veya ulaşılamaz bir vaziyette yaşadığını hatırlıyorum. Nihayet, boşanmalarına fırsat kalmadan Ahmet vefat etti ve bu durum, Şirin’in hayatına sığdırdığı hayırlı işlere son bir tanesini daha ilave etmesine imkan verdi: Kadın hukukçuların yetişmesine katkı sağlamaya dönük Şirin-Ahmet Tekeli Vakfı’nın bir kaç yıl önceki kuruluşu, büyük ölçüde Ahmet’ten artakalan servet kırıntıları sayesindedir.
“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” klişesi ne kadar geçerlidir bilemem ama, bunu “her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır” şeklinde tersinden okursak, pek geçerli olamayacağını hissederiz, çünkü her nasılsa örneklerine fazla rastlanmaz. Öte yandan, “her mutsuz kadının arkasında bir erkek vardır” dendiği taktirde ise, etrafımızdaki örneklerden böyle bir sözün gerçeğe en yaklaşan klişe olduğunu teslim etmemiz işten değildir.
Varsa eğer, Ahmet’in Şirin’in başarısındaki rolünü tartmak kolay değil; fakat hayatının son dönemindeki mutsuz demiyeyim, ama “kırık” ve “yaralı” hallerinde kocasının ciddi bir payı olduğunu sanıyorum. Şirin’in yıllar önce İstanbul’u terk edip Bodrum’un bir beldesine yerleşmesi ve giderek daha korunaklı ve kapalı bir hayat sürdürmeye başlamasında, bazı siyasi-sosyal etkenlerin yanı sıra, Ahmet’le yaşadığı “travma”nın hayli etkisi olduğu kanaatindeyim. Ama bu kapanmanın, Şirin’in en temel özelliğini kaybetmesine hiçbir zaman meydan vermediğini belirtmeliyim.
Yukarıda onun tanıdığım en yumuşak ve kibar insanlardan biri oluşuna dikkat çektim, fakat bedeninin ve ruhunun ayrılmaz parçası olan bir özelliğini söylemedim. O temel özelliği, gülümsemesiydi. Şirin, yalnız dudağıyla değil, gözleriyle de gülümseyebilen insanlardandı. En moralsiz, en hüzünlü zamanlarında bile ufacık bir kıvılcımla karşılaşmayagörsün, yüzünde hemen aydınlık bir gülümseme beliriverirdi. Sözü daha fazla uzatmayayım, Şirin’i bana her nasılsa hatırlatan bir anekdotla bitireyim.
Benim insanları kışkırtmayı, her fırsatta damarlarına basmayı seven provokatör ruhlu bilge bir arkadaşım vardır. Bilhassa yaşını almış katı prensipli hanımları kızdırmaya çok düşkündür. Geçen gün, tam da böyle bir hanımı yakalamış sohbet ediyordu; tesadüfen ben de bu sohbete tanık oldum. Şirin’in yaşlarında olan bu hanım, çağdaş yaşam tarzımızı gölgeleyen birtakım muhafazakâr ve gerici müdahalelerin artışından şikâyetçiydi. Özellikle, ülkemizde iyice sıradanlaşan kadın cinayetlerinden haklı olarak çok muzdaripti. Provokatör bilge, hanımın yakınmalarının bitmesini sabırla bekledikten sonra, her zamanki sinir bozucu yatıştırıcılığıyla, şöyle dedi: “Üzülmeyin hanımefendi. Hatta bence sevinin. Bu cinayetlerin artışı, memleketimizdeki inkişafın bir göstergesidir. Eskiden kadınlar, hakarete uğrayıp dayağı yediğinde, susar otururdu. Boşanmak falan ne kelime, akıllarından bile geçmezdi. Kaderlerine razıydılar. Şimdi iş sahibi oldukça, ceplerine para girdikçe ve eğitimleri yükseldikçe, başlarını kaldırıyorlar. Alenen daha çok saldırıya uğramaları ve daha büyük sayılarda öldürülmeleri, bu başkadırılarının neticesidir. Sabır hanımefendi!”
Fakat hanımefendinin daha fazla dinlemeye bile sabrı yoktu, provokatör bilgeyi kovmasına ramak kalmışken, birden Şirin’in çehresi canlandı zihnimde: Gülümsüyordu. Gerçekte gülümser ve provokatör bilgeyi sakin sakin dinlemeye devam eder miydi, bilemem tabii. Kimbilir, keyifli bir ânına rastgelse, “doğru söze ne denir” deyip kahkahayı da basardı belki. Her nasılsa, en olmayacak durumlarda bile Şirin’i gülümserken veya kahkaha atarken anımsamaktan kendimi alamıyorum. Hiçbir zaman da alamayacağım herhalde.