Popülizme Karşı (I): Adaletin Kaçınılmazlığı

 

Eskiden bir ülkedeki kısıtlı ortamı, bir başka ülkeye pencere açmakla havalandırmak mümkündü. Oysa şimdilerde bu çare işe yaramaz oldu, çünkü başka ülkelerde de hava insanın kendi ülkesindekiyle aynı oranda boğucu.[i]

 

Bu sözler ünlü İspanyol filozof José Ortega Y Gasset’ye ait. Kitlelerin Ayaklanması olarak Türkçeye çevrilen kitabının giriş kısmında, Gasset bulunduğu çağın koşullarını bu cümlelerle tasvir etmeyi seçmiştir. Onu ve onun gibi düşünürleri döneminin habercileri olarak kabul etmemiz oldukça doğaldır çünkü bir çağın siyasi, toplumsal ve ekonomik sorunları o çağın düşünürlerini, sanatçılarını ve bilim insanlarını gergin kılar. Bu gerginlik aydını üretkenliğe götürebildiği gibi tam anlamıyla bir iç buhrana neden olarak yaratıcılığını yok etmesine sebep de olabilir. Üretkenlikte karar kılanlardan çok şey öğreniriz. Sorunların varlığını, nasıl değiştiğini ve geliştiğini onlardan daha iyi kimse anlatamaz. Çağın sorunları ve gerilimleri yeri gelir bir romanda, bazen felsefi bir denemede, bazen de bir gazete yazısında ortaya çıkar. Bu anlamda düşünürler kendi çağının sorunlarını ve düşünüş biçimini bize en iyi veren kişilerdir.

İki Savaş Arası Yükselen Faşizm ya da Gerileyen Demokrasi

Gasset’nin kitabını yazdığı yıllar Avrupa’da liberal demokrasinin gerilediği ve zarar gördüğü 1920’lerin sonu ve 1930’ların başıdır. İki savaş arası olarak da bilinen bu dönemde faşizm dünyanın pek çok yerinde güçlenmiş ve zamanın ruhunu oluşturmuştur. Bu dönemde özgürlükler, faşistler tarafından peyderpey ortadan kaldırılmış ve “tekçilik” esaslı yönetimler kurulmuştur. Hitler’in “tek halk, tek millet, tek lider” sözü bu dönemin ruhunu çok iyi yansıtır. Bu yönetimler sadece kendilerinin söz hakkı olduğuna inanarak muhalefetin her kanadını bastırmış ve faşist rejimleri kurmuşturlar.

Gasset zamanın ruhunu İtalya’da Mussolini’nin güçlenmesi ile Almanya’da Naziler ve Hitler’in ortaya çıkmasıyla daha iyi görmüştür. Elbette onun eleştirisi daha çok toplum ve birey üzerineydi ancak siyasi düzlemde yer alan faşist akımların onda bıraktığı etki çok büyük olmalı. Öte yandan, faşizm sadece buralarda değil tüm dünyada etkisini göstermiştir. Irkçılığın 1920’li yıllarda ABD’de son derece etkili olduğu biliniyor. “Beyazların Devleti”ni kurmayı amaçlayan Ku Klux Klan örgütünün 1920’li yıllarda 4 milyon üyesi bulunmaktaydı.[ii]

Peki faşizm nasıl yükseldi ve zamanın ruhunu oluşturabildi? Birçok sebebi olmakla birlikte, en önemlilerinden biri 1929 ekonomik buhranıdır. Eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk, yüksek enflasyon dünyanın her yerinde toplumlar tarafından ağır bir şekilde tecrübe edilmiş ve insanlar yaşadıkları sorunlar karşısında suçlayacak birilerini aramıştır. Liberal demokrasinin temel kurumlarının, yani parlementoların, modern devletlerin ve hükümetlerin insanların beklentilerini karşılayamadığı ve demokrasiye duyulan inancın yok olduğu bir dönemdi. İnsanlar adil temsil edilmediklerine inanmış olacak ki, yeni bir temsilci aradılar. Bu bağlamda, yeni gelişen faşist hareketler giderek güç topladı ve birçok yerde yönetimi aldı. Daha sonra olanlar ise herkesin malumu. Karanlık bir devir ve savaş. Bütün olgular faşizme ve yükselen milliyetçiliğe işaret ediyordu ve alternatifsizlik hakimdi. Savaşın ve faşizmin yıkılmasının ardından liberal demokratik rejimler faşizmi engelleyecek kurum ve mekanizmalar tasarladı. Denge ve kontrol mekanizması olarak Anayasa Mahkemesi bu kurumlardan biridir.

Gasset’nin yazdığı dönemin bugün ile önemli bir benzerlik taşıdığına inanıyorum. Günümüzde, dünyanın çeşitli yerlerinde yıllardır süren ve çözüm bulunamayan savaşlar, gündelik hayata yansımaları, siyasete ve yargıya duyulan güvenin yerle yeksan olması, giderek artan ekonomik sorunlar, eşitsizlik ve adaletsizlik hissinin yükselişi, güvensizlik; insanları işleri hızlandıran, bu sorunlar karşısında onlardan biri gibi olduğunu hissettiren karizmatik figürlere yönlendirmiştir. Bunun sonucunda dünyanın her yerinde iktidarını pekiştirmek için hukukun üstünlüğünü zedeleyen, denge ve kontrol mekanizmalarını ortadan kaldırmak için var gücüyle çabalayan, anayasa mahkemelerinin etkisini azaltmaya çalışan, kanunlardansa partizanlığın önünü açan, toplumları kutuplaştırarak yöneten hükümetler ortaya çıkmıştır. Ayrıca tüm dünya 2008 ekonomik krizinin etkilerini halen yaşıyor. Daha da önemlisi, insanların sosyal haklarının giderek tırpanlanması, ekonomik güvencesizliğin artışı, işsizlik, kesintilerin ve vergilerin adilane olmayan bir şekilde yükselişi ve en nihayetinde eşitsizlik insanlara çağımızda adaleti sorgular hale getirmiştir. Kapitalizm insanlara bir gelecek sunamıyor. Sistemle ilgili bir kriz hali var. Tüm bunlar kendini siyasal alanda liberal demokrasinin reddi ve popülizmin kabulü olarak gösteriyor.

Popülizm Çağı?

Bulgar siyaset bilimci Ivan Krastev bulunduğumuz devri popülizm çağı olarak adlandırmakta.[iii] Siyaset biliminin son yıllarda uğraştığı en çetin konulardan birini oluşturmakta popülizm. Dünya üzerinde yaşayan her bir birey popülizm tehdidiyle karşı karşıya bulunmakta. Bu tehdit, bireyleri akıldan ve gerçeklerden uzak tutarak, toplumları kutuplaştırarak adil yaşamı engelleyen bir öğedir. Bunun karşısında, adil bir siyasi ve toplumsal yaşam için öncelikle sorunu iyi tespit etmeliyiz. Bunun örneklerini bilmeli ve varsa alternatifleri ya da ne yapılması gerektiğinin bilgisini üretmeli ve paylaşmalıyız. Çağımızın genel hatlarını betimleyebilmek için düşünsel bir yolculuğa çıkmak gerekiyor. Bu yolculuk sorularla başlayacak. Popülizm nedir? Çağımız gerçekten popülizmin hakim olduğu bir çağ mıdır? Ayırt edici yönleri nelerdir? Popülizm örnekleri nelerdir ve nasıl değişim gösteriyorlar? Buna karşı demokratlar ve adalet talep edenler ne yapıyor ya da ne yapmalı? Bunları tümüyle yanıtlayacağımı iddia etmiyorum ama nefes alamadığımız bir çağda düşünsel bir yolculuğa çıkmanın ve tartışmanın ilerletici bir doğası olduğunu düşünüyorum. Bu yazı dizisi Venezuela, Hindistan, Macaristan, İtalya, Fransa, ABD, İngiltere, İran ve Tunus’a bakarak bu soruların yanıtlarını arayacaktır.

Popülizmin Yükselişi

Popülizm kavramı köken olarak latince populus’tan gelmektedir. Populus, halk demektir, sonundaki -izm ise bir akım oluşunu tarif eder. Bu anlamda popülizm en kaba haliyle halkçılık demek oluyor. Kavram üzerinde kesin bir anlaşma olmamakla birlikte popülizmin bir siyaset yapım tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda popülizm siyasetçilerin vatandaşlarla kurduğu bağın özel bir biçimidir. Ancak makul bulunmayan özel bir biçimden söz ediyoruz. Bu yüzden olumsuz anlam kazanmıştır. Ona bu olumsuzluğu veren tarihin kendisidir.

Bu alanda yapılan birçok çalışma popülizmi elit karşıtlığı olarak ortaya koymuştur. Ancak Jan-Werner Müller’in 2016 yılında yazdığı ve son olarak İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen Popülizm Nedir? adlı kitabında popülizm üzerine daha incelikli bir tespitte bulunuluyor. Buna göre, popülizm halkı kendi anlayışında ikiye böler ve sadece kendisinin ve kendisini destekleyenlerin meşru olduğunu iddia eder.[iv] Kendisini desteklemeyen kalan herkesi ise meşru olmayan diğerleri ve düşmanlar olarak görür. Bu durumda, popülist siyaset toplumların yaşadığı sorunların kaynağı olarak göçmenleri, elitleri, gazetecileri, yazarları, akademisyenleri, yargı mensuplarını ve çok geniş bir skalada tuttukları terröristleri gösterirler. Böylece Müller’e göre, popülist siyasetçilerin ayırt edici özelliği sadece kendisinin ve hareketinin meşru olduğunu iddia ederek geri kalanları dışlaması ve böyle lanse etmesidir. Bu doğrultuda dışarıda kalanlar hain, terörist, ajan olarak adlandırılabilir. Burada esas nokta şu: Müller’e göre bu hiçbir zaman test edilemeyecek, yanlışlanamayacak ahlâki bir iddiadır.[v] Doğruluğu veya yanlışlığını kim ispatlayabilir? Bu anlamda popülistler çok ağır bir biçimde kimlik siyaseti yapar. Buna dayanarak oy toplarlar, yalnızca kendilerini meşru ve diğerlerini düşman gösterdikleri oranda başarılı olurlar.

Müller’e göre popülistler çoğulculuğu reddederler.[vi] Toplum onlar için yalnızca onları destekleyenlerden oluşur. Diğerlerinin siyaset yapma şansı yoktur, yani bir efendi/köle ilişkisini kabul etmeleri beklenir. Çoğulculuk toplumdaki diğerlerini kabul etmektir, ama diğerini kabul ederseniz onun da yönetmesine izin vermelisiniz. İşte bu yüzden çoğulculuk reddedilir. Bunun dışında ortak yönleri yukarıda da bahsettiğim gibi siyaseti denetleyen, kontrol eden mekanizmaları, özellikle de hukukun üstünlüğünü sarsmak üzerinedir. Hindistan konusunda uzmanlaşan Christophe Jaffrelot ise popülist siyasetçilerin var olan bıkkınlık, yoksulluk ve eşitsizlikten faydalanarak yönetime geldiklerini ifade ediyor. Buna göre, popülist siyasetçi eski düzene karşı yeni düzenin adamıdır.[vii] Partiler ve kurumların üstünde davranış gösterirler.[viii] Biz ve diğerleri ayrımını güderler. Jaffrelot, ayrıca popülist siyasetçilerin ülkelerini âdeta bir şirket müdürü gibi yönettiklerini söyler. Bunun yanında, Jaffrelot iktidarın merkezinin parlementolardan kişisel otoritelere kaydığını belirtir. Bu anlamda, bu kişisel otoriteye karşı çıkan herkes gayri milli olarak adlandırılır, der.[ix] Hindistan’da Modi hükümetinin muhalifleri böyle nitelendirdiğini biliyoruz. Son olarak Jaffrelot, Müller’in de yazdığı gibi popülist siyasetçilerin anayasanın kendisini ve temel kurumlarını kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için temellerinden sarstığını yazar.

Toplumsal Çatışmanın İki Türü

Müller’in ve Jaffrelot’nun tanımlaması dışında şunu da ekleyebiliriz: Popülist siyasetçiler toplumsal fay hatlarından beslenirler. Var olan çatışmaları daha da derinleştirmek ve genişletmek iktidarlarının devamı için bir araçtır. Gayat iyi bilmekteyiz ki bütün toplumların yaşadığı sorunlar ve çatışmalar vardır ve maddenin doğasına da uygun düşen budur. Ancak bu sorunların içeriği ve nasıl ele alındığı siyasetin ve toplumun gelişimini etkiler. Burada popülizmden ayrılarak toplumsal çatışma türlerine bakmalıyız. Albert Hirschman iki toplumsal çatışma türü olduğunu ifade eder. Bu çatışmaları “az ya da çok” ve “ya öyle ya böyle” çatışması olarak adlandırır.[x] Bunu şu şekilde ele almak da mümkün: 1980’lere kadar dünyaya sınıf siyaset hakimdi. Bu az ya da çok çatışmasıdır, bölüşüm yoluyla halledilebilir. Bir sınıf, yani işçi sınıfı, burjuva sınıfının kendisini sömürdüğünü ve bu sömürünün sona ermesi gerektiğini ifade ederken sendika mücadelesi yoluyla, bazen siyasi partiler aracılığıyla siyasette ve ekonomide daha adil bir paylaşım talep etmiştir. Burada sınıfsal sorunlar çatışma yaratsa da tartışmayı sona erdirmez, tersine tartışma yaratır ve toplum, sorunlarını akılcı bir biçimde tartışır. Peki “ya öyle ya böyle” sorunları nasıldır? Bu tür sorunlarda tartışma olasılığı yoktur. Siyasette ve toplumda şu şekilde yer alabilir: Ya dindarsın ya değilsin, ya bizdensin ya değilsin, ya seversin ya gidersin. Buna kimlik siyasetinin en ağır hali ve/veya ahlâk siyaseti diyebiliriz. Tartışmaya yer bırakmaz ve bütün kapılar kapanır. Siyaset yapma tarzı olarak popülizm işte toplumsal sorunlara böyle yaklaşır. Bu anlamda, sorunlar karşısında savaştan başka bir yol bırakmaz. Çatışma en ağır haliyle yaşanır ve büyük düşmanlıklar baş gösterir. Ne yazık ki 1980’ler ile beraber dünya bu kimlik siyaseti girdabına kapılmıştır ve zirve yaptığı noktanın bu günler olduğunu görebiliyoruz.

Kapitalizmin Sorumluluğu

Ancak popülizmin tek nedeni kimlik siyaseti ve onu yararlı bulan siyasetçiler değildir. Bunun kadar önemli ikinci bir sebep kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm yıllar içinde gündelik hayatta doğrudan hissedilen eşitsizlikler yarattı ve eşitsizlik bandı hem ulusal sınırlar içerisinde, hem ülkeler ve bölgeler arasında hızla arttı ve artmaya devam ediyor. İç çatışmaların ve savaşların önemli bir nedeni bu. Gözümüzün önünde bir rant şebekesi dünya kaynaklarını kullanıp, bunun kârını kendine saklayıp bundan doğan zararı ise hepimizin sırtına yüklüyor. Tüm krizlerin faturasını her bir birey ayrı ayrı ödüyor ancak bu krizler sonrası kısmi iyileşmeler olmasına rağmen, krizlerin sürekliliği, kâr hırsının sonsuz oluşu, insanların hayatlarını idame ettirmesi için temel kaynaklara dahi ulaşmasının para konusu olması (metalaşması) kitlelerde yoksulluk, kızgınlık, bıkkınlık ve nihayetinde öfke yaratıyor.

Söz konusu kâr elde etme hırsı ve yayılma isteği dünyanın çeşitli yerlerinde savaşlar yarattı. Savaşlara çare bulması gereken siyasetçiler ve uluslararası kurumlar ya bu savaşları destekledi ya da müdahelede yetersiz kaldı. Bunun sonucunda milyonlarca sayıda göçmen dünyanın her yerinde evlerini terk ederek başka ülkelerde ve diyarlarda toplumsal ve siyasal adaletin yokluğunda dışlanmış bir biçimde yaşadılar ve yaşıyorlar. Gittikleri ülkelerin insanları yaşadıklarının bütün sorumlusu olarak ilk olarak onları gördü. Türkiye’de son olarak yapılan çalışmalar da buna işaret ediyor.[xi] Bunu gören popülist siyasetçiler ise sorun sanki buymuşçasına göçmenleri suçlayarak oy ve iktidar arayışına girdiler. Bu, Batı’nın hikâyesidir. Peki Batı olmayanda ne vardır? Sadece bir öğe değişti. Göçmenler değil siyasetçilerin canını sıkan muhalifler terörist olarak nitelendi ve bütün sorunun kaynağı bu teröristler, hainler, ajanlar olarak kitlelere verildi. Ey kitleler! Yaşadığınız bütün yoksulluğun, güvensizliğin, ezilmişliğin sebebi yönetimimizi eleştirenlerdir, dediler. Bu da Batı olmayanın hikâyesidir. Popülizm nasıl ki 1930’ların başında suçlu arayan, yaşamı adilane gitmeyen insanların suçlu aramasından doğduysa bugün de aynı sebepten beslenerek doğmuştur. İnsanlar başlarına gelenler için bir suçlu arıyorlar! Daha da ötesi, yeni bir temsilci arıyorlar. Bu temsilci ya da temsilciler yönetime geldiğinde işleri hızlandıran ve halktan biriymiş gibi davranan popülist siyasetçilerdir.

Popülistler Devlette: Gerçeklik Sonrası Rejimleri ya da Yalan Rejimleri

Peki popülistler yönetime geldiklerinde ne yaparlar? Müller’e göre, ilk olarak devleti âdeta işgal ederler.[xii] İkinci olarak kendi kitlelerini zenginleştirmek için ellerinden geleni yaparlar. Üçüncü olarak sivil toplumu yok etmeye çalışırlar. Ancak bu şekilde iktidarlarını devam ettirebilirler. Müller’in dışında bunlara eklenebilecek şeyler var. Jaffrelot, popülistlerin gerçeklik sonrası (post-truth) dediğimiz bir dünya yarattığını ifade eder.[xiii] Buna göre gerçeğin bir önemi kalmaz. Kimsenin sınayamayacağı, tartışamayacağı yalanlar ortaya atarlar. Bu yönetimler altında gerçek ile kurgu arasındaki fark bilinemez. Ben buna yalan-rejimi adını veriyorum. Gerçekleri engellemek ve iktidarını devam ettirmek için yalanın sürekli üretilmek ve yayılmak zorunda olduğu bir rejimdir bu. Yalan rejimlerini inşa etmenin biricik yolu olarak kitle iletişim araçlarının her türlüsüne hakim olmayı elzem görürler. Ayrıca gündelik hayat için hiçbir anlam ifade etmeyen sözlerle siyaseti bulandırma yoluna gidebilirler. Jaffrelot, Trump’ın “Amerika’yı Tekrar Muhteşem Günlerine Götüreceğiz” gibi hiçbir somut veri taşıyaman söylemler ile gerçeğin sulandırıldığını yazar.[xiv]

Bu anlamda, Oxford sözlük gerçeklik sonrası (post-truth) kavramını 2016 yılının sözcüğü olarak seçmiştir. Bu sözlüğe göre, gerçeklik sonrası rejimlerde objektif gerçeklerin duygular ve yalanlara göre daha az etkisi vardır ve gerçekle tartışmaya girilmediğini yazar.[xv]Yalan rejimlerinde tartışmaya gerek yoktur, gerçek, popülistlerin verdiği haliyle ortadadır. Bunu sorgulayanlar, gayri milli olarak nitelenebilir. Jaffrelot’nun gayri milli ile söylemek istediği budur.

Müller ayrıca popülist siyasetçilerin kapitalizme bir ölçüde karşıt olduklarını yazıyor ancak kapitalizmin onlara karşı olduğunu söylemek fikrimce çok güç. Nedeni gayet basit. Kapitalizm 2008 sonrası bir türlü toparlanma gösteremedi. Bir yeniden dizayn isteği söz konusu. Yaşanan bütün eşitsizlikler ve adaletsizlikler sistemdeki tüm aktörler tarafından ve özellikle sermaye kesimi tarafından hissedilmekte. Fakat ilk kez bunun üstesinden gelmeyi sosyal demokrasi ile değil, tamamıyla katıksız bir baskı ile aşmak istediklerini düşündürten belirtilere sahibiz. İşte popülizm bu eşitsizliklerin siyasi cephesini oluşturmaktadır. Tüm bunlar insanlarda ve toplumlarda adaletsizlik hissini pekiştirmektedir. Tam olarak bu noktada “adalet” kavramının popülizme ve kapitalizmin uygulamalarına karşı yeni bir mücadele ve dayanışma öznesi yaratma potansiyeline sahip olduğunu ortaya koymamız gerekiyor. Siyasal ve toplumsal bir özne yaratan kavram olarak “Adalet”.

Adalet Nedir?

Çağımız insanlarının adaletin yokluğundan ne denli sık bahsettiğini biliyoruz. Peki çokça bahsedilen bu kavram neyi esas almaktadır? Adalet bir bütündür ancak ikiye ayırmayı deneyebiliriz: Siyasal adalet ve toplumsal adalet. Siyasal adalet kavramı en somut haliyle insanların hayatlarını etkileyen kararlara eşit olarak katılmasını ifade eder.[xvi] Toplumsal adalet ise bir toplumun tüm üyelerinin düzgün bir yaşam için maddi ve toplumsal araçlara eşit olarak erişebilmesi durumunu ifade eder.[xvii] Eğer toplum bu iki koşulu da sağlıyor ise, adil bir toplumdan söz edilebilir. Bu ikili kavramsallaştırma bir yanda temel hakları, demokratik katılımı ve diğer yanda eşit sosyo-ekonomik ilişkileri esas alır. Biri olmadan diğeri gerçekleşemez. Gündelik yaşamında ekonomik sefaletle boğuşan biri nasıl olur da siyasete katılım gösterebilir? Kaynakların adil kullanımını isteyen bir vatandaş temel hakları konusunda sıkıntı yaşıyorsa onun bu isteğini gerçekleştirmesi nasıl beklenir?

Bulunduğumuz çağda ekonomik eşitsizlik bandının geniş olması ve gündelik yaşamlarımızda, yani şehir hayatında bunu şiddetle hissediyor oluşumuz ile birlikte siyasetin tekçi yapısı adil bir toplumdan çok uzak olduğumuza işaret eder. Bu durum toplumsal dayanışmayı ve adalet hissini yok ediyor. Yok olduğunu her gün sokakta görebiliyoruz. Artan suç oranı olarak, diğerlerine duyulan güvenin ve saygının azalması olarak.

Öte yandan, dayanışma, cumhuriyetin üyelerini bir arada tutan çok önemli bir bağdır ancak bir koşula bağlı olarak hayatta kalır: adalet. İlk olarak siyasal adalet, yani temel hakları ve özgürlükleri sağlamalısınız, ikinci olarak toplumsal adaleti, yani ekonomik eşitsizlikleri önleyecek mekanizmaları yaratmalı ve herkese eşit bir ekonomik yaşam sunabilmelisiniz. Aksi halde, cumhuriyetleri adalet ve dayanışma olmadan yaşatmak mümkün değildir. Bunu yapabilmek için toplumun ve siyasetin her alanını düzenleyen yeni bir programa ihtiyaç var. Ancak bu yeni program popülizmin ve eşitsizliklerin karşısında başarılı olabilir. Yeni programlar ise ancak yeni özneler ve yeni birliktelikler tarafından gerçekleştirebilir.

Adalet Etrafında Dayanışmanın Kaçınılmazlığı: Demokratik Koalisyonlar

Çağımız demokratlar için tek bir yola işaret etmektedir: Dışlamadan eşit şartlarda koalisyon. Grup dayanışmamızı yaratmanın, yaygınlaştırmanın ve mücadeleye dökmenin yollarını araştırmalı, paylaşmalı, tartışmalı ve harekete geçmeliyiz. Çözümsüz değiliz, çağımızın tüm gerilimleri bizi çözüm bulmaya davet ediyor. Adalet gibi bir kavram, herkesin eşit şartlarda siyaset yapabileceği ve hayatını daha düzgün idame ettirmesi için bütün araçlara sahip oluşu şartı kimseyi dışlamaz. Bunun gibi kavramlar toplumları popülizmden uzaklaştırır. Türkiye’de Adalet Kurultayı belki de bunun ilk adımlarından biridir. Ayrıca Adalet Kurultayı düzenleyicileri uluslararası bir demokrasi birliği oluşturulması çağrısı yapabilir. Çağrının böyle bir dönemde cevapsız kalmayacağını düşünüyorum. Diğer uluslarla yaşanılan sorunlar ve kullanılan dil birbirine çok benziyor. Popülizme karşı direnişin bir öznesi olmalı ve halihazırda adalete ulaşamayan herkes bu öznenin potansiyel parçalarıdır. Ancak hem yurtiçinde hem uluslararası bazda dayanışma arttırılmalı ve bir “Demokratlar Birliği” oluşturulmalıdır. Bu birlik adalet talep eden toplumların tüm kesimlerine ve dünyanın her yerinden gelen adalet taleplerini dinleyen, not eden, sınıflandıran, birleştiren yeni bir siyaset yapım ve etkileme mekanizması olmalıdır.

Öte yandan, ulusal ve uluslararası planda popülizme karşı adalet etrafında dayanışma gösterilmesi bir karar meselesi değil kaçınılmaz bir gidişattır. Her gün siyasal ve toplumsal yaşamda bireyler adaletsizliği tecrübe ediyorlar. Yazının yazıldığı tarihte Birleşik Devletler’de bir ırkçı, ırkçılık-karşıtı protesto yapanların üzerine arabasını sürdü ve bir kişiyi öldürdü. Bunun karşısında Başkan Trump iki tarafı da suçlayan cümlelerle ülkedeki adaletsizlik hissini pekiştirdi. Kimlik sorunu yaşayanların; yaşadığı sınıfsal sorunların kimliksel sebebi olduğunu düşünenlerin; ezilmiş, dışlanmış, gelecek bulamayanların bugün kendilerini ait hissedecekleri hiçbir kavram ve hareket bulunmamaktadır. Bu anlamda hem popülizmi yenebilecek, hem de kapitalizmin eşitsizliklerini yok edecek bir özneye ihtiyaç var. Bu öznenin dünyaya çağrı yapması gerekiyor. Adaletsizlik farklı formlar altında insanlara dokunmaya devam ediyor, bazen siyasal dışlanma bazen ekonomik dışlanma olarak. Burada büyük bir potansiyel var. Sadece onları dayanışma içinde hissettirecek ortak mekânlara, ortak kavramlara, ortak eylemlere ve en nihayetinde ortak programlara ihtiyaçları var. Dünya ancak böyle dengelenebilir yoksa demokratların gidecek hiçbir yeri yok; bu ağır kutuplaşma ve akıl tutulması döneminde ruhlarını yitirmemeleri için bir araya geliş ve dayanışma onlar için kaçınılmazdır. Bu adaletsizlikleri yaşayanlar internet üzerinden kuracakları ya da kurulacak ağlarda bir araya gelip tartışabilirler. Mesele internet ortamı ile gerçek mekânların birleşmesi ve güçlenmesi. Örneğin, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi’nin ceptelefonları üzerinden geliştirdiği bir programla hareketin üyeleri partinin politikalarını tartışabiliyor, yasa tasarıları üzerinde fikir bildirebiliyor ya da bunlar oylanabiliyor. Ayrıca dönemsel olarak toplantılarını kamusal mekânda da gerçekleştirerek internet ortamının dışına çıkarak siyasette var olduklarını toplumsal planda, yani şehirde de gösteriyorlar.

Adaletsizliklerden kaçarak da kurtulamayız. Geçtiğimiz yıl Paris’te yaşadığım bir tartışmanın bunu çok iyi gösterdiğine inanıyorum. 2016 yılı Mayıs ayında, İran toplumu ve laiklik üzerine bir sunum yapmak için Paris’te bulunuyordum. Bildiri sunacağım toplantının moderatorü bir Amerikan üniversitesinde akademisyenlik yapan Azeri kökenli bir İranlıydı. Toplantı sonrası yaptığımız konuşmada, gelecek yıl emekli olacağını ve emekliliğinde ne yapacağıyla ilgili endişelerini aktarıyordu. Kendisi İran’da rejimin baskılarından kaçmış bir demokrattı. Dolayısıyla İran’a gidemezdi. Zamanında Türkiye’de de ders vermiş ancak Gezi eylemleri zamanı Gezi hareketi ile ilgili olumlu yorumlar yaptığından ötürü Türkiye’de de başına bir iş gelebileceğinden korkuyor ve “Tutuklanır mıyım acaba?” diye bana soruyordu. Bunu göze alamazdı, Türkiye’ye de gelmeyecekti. Öte yandan Trump’ın adaylığı konusunda da ciddi endişeleri vardı. “Trump gelirse ne olur bilmiyorum,” diyordu (Göçmenlerle ile ilgili fikirlerinin radikalliğini çok tartışılan göçmen yasasının uygulanmaya çalışılması sırasında gördük). Bu durumda, Kanada’ya göç etmeyi düşündüğünü ifade ediyordu. Çok öğretici olduğu konusunda hiçbir şüphe taşımıyorum. Gerçekten de popülizm çağı kavramını hak edecek endişelerle dolu. Fakat esas soru şu: Ya Kanada gibi yerlerde de demokratlar düşerse ne olacak? Kaçmadan düşünmeye ve çözüm üretmeye başlamamız gerekmekte.

Kıyı ve İç Kesimlerin Genelliği

Bugün yalnızca Türkiye’nin seçim haritasının kıyılar ve iç kısımlar olarak ayrıldığını düşünüyorsanız, hata ediyorsunuz demektir. Birleşik Devletler’in son seçimleri, İngiltere seçimleri, Fransa’daki seçimler, Tunus’un, Hindistan’ın, İran’ın durumu ve birçok örnek buna işaret ediyor. Sadece Türkiye değil, küresel anlamda bir ikili toplum yapısı ortaya çıkıyor. Bir tarafta kendilerine demokrat diyen daha okumuş, kendi ülkesinin ve dünyanın sorunlarına daha hassas, içinde yaşadığı siyasal ve sosyo-ekonomik sistemden bıkmış ve bunu şiddetle eleştiren bir grup var. Öte tarafta, buna karşı yaşadığı sorunlardan ötürü milliyetçiliğe ve popülizme sarılmış bir grup bulunmakta. Ancak adalet kavramı her iki grubu da kesen ve onları yaşadıkları sorunlara karşı en genip potada birleştirebilecek bir kavram. Kimlik sorunları ve eşitsizliklere karşı yeni programlar eğer adaletin bahsettiğimiz iki ilkesini sağlarsa, bu iki grubu hem birleştirmeyi hem radikal dönüşümler yaratmayı başarabilecektir.

Bu doğrultuda direnenler de var. İngiltere’de Corbin, Amerika’da Sanders, Fransa’da Melenchon, İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza farklı bir model deniyorlar. Siyaset bilimcilerin önemli bir kısmı bunları sol-popülist olarak adlandırıyor. Fakat Müller’in tanımını esas alırsak kendisinin de belirttiği gibi bu siyasetçiler bir ahlâk ve kimlik siyaseti gütmüyorlar, sistemde adaletsizlik hisseden herkesi davet eden bir politikaları var. Sadece kendilerinin meşru olduğunu iddia etmiyorlar. Programları kapitalizme ve popülizme karşı toplumu bir bütün olarak güçlendiren öğelere sahip olabilir. Henüz filizlenme halindeler. Türkiye’de Adalet Yürüyüşü bu direnişin Türkiye’de de filizlendiğini gösteriyor. Bu hareketlerin temel söylemi adalet ve dayanışma olacaktır. Popülizm ile karşılaşmaları da bunun üzerinden vuku bulacaktır. Her ne kadar Gasset “bir uygarlığı demagogların pençesine düşme saati çalmışken kurtarmak çok güçtür”[xviii] dese de demokratların sayıca varlığı dünyanın her yerinde fazladır, mesele bunları adalet çevresinde ortak bir programa kavuşturmak ama öncelikle bir araya gelmektir. Bunun dahi yeterli olmayabileceği aşikâr. İran örneğine baktığımızda yakından göreceğiz ki demokratların baskıcı rejimlere karşı birleşmesi yetmiyor, bundan da öte cesaretle karşı durabilmek gerekiyor. Aksi halde bir araya gelişler birlikte yok olmanın başlangıcı da olabilir.

Yukarıda da belirttiğim gibi tüm bunları daha iyi anlatabilmek için örneklere yakından bakmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için bir yolculuğa çıkmamız gerekecek. Bu yazının sorunları tespit yazısı olduğunu düşünürsek bundan sonra sorunun değişik örneklerde nasıl yol aldığını göreceğiz. Son yazıda ise meslektaşım Seren Selvin Korkmaz ile alternatif olabilecek program ve örneklere bakacağız. Böylece demokratlar ve adalet isteyenler için bir yol çıkacağını düşünüyoruz.


[i] José Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017), s. 5.

[iii] Jan Verner Müller, Popülizm Nedir?, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017) s. 14.

[iv] A.ge., s. 38.

[v] A.g.e., s. 15.

[vi] A.g.e., s. 15.

[viii] A.g.e.

[ix] A.g.e.

[x] Albert Hirschman, “Social Conflicts as Pillars of Democratic Market Society”, Political Theory, s. 213.

[xi] PS:EUROPE Avrupa Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Raporu, “Bilgiden Algıya: Türkiye’deki Sığınmacı, Göçmen, ve Mülteci Algısı Üzerine Bir Çalışma”, http://ps-europe.org/tr/turkiyedeki-siginmaci-gocmen-ve-multeci-algisi/.

[xii] Jan Verner Müller, Popülizm Nedir?, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017) s.16.

[xiv] A.g.e.

[xvi] Erik Olin Wright, Envisioning Real Utopias, (London: Verso, 2010), s. 12.

[xvii] A.g.e., s. 12.

[xviii] José Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017), sf 27.