(Kadın) Yazar

Aynı zamanda kadın olan bir yazarın ontolojik konumu nedir? Öncelikle kendisini bir yazar olarak deneyimler: kaçınılmaz olarak bir nesne, kategori, öz –kısacası “temsilci”– olarak değil. Sanatını icra ederken vücutsuz ve görünmez olabilir. Düşündükleri, düşledikleri, kurguladıkları, inşa ettikleri üzerinden kendisini tanımlar. Böylelikle öbür insanların onu konumladıkları yerin tam karşısına konumlanır. Emerson’ı ustaca açımlarsak, hayat insanın günbegün düşündüklerinin toplamıdır.

Bunun peşi sıra muhtemelen şu sorular gelir. Bir kadın yazar dille, dil aracılığıyla sanat yapıtı üretmek gibi sıkı bir işle baş başayken kendisini “kadın” olarak tanımlar mı? Cinsiyetinin özgüllüğüne gereksinim duyar mı? Belleği cinsiyetine mi bağlıdır? İzlenimleri cinsiyet prizmasında kırılarak mı şekillenir? Su götürmez biçimde dişi ya da kadınsı bir ses var mıdır? Yoksa bu anlamda “cinsiyet”, dışarıdan dayatılan bir ontolojik kategori midir? Benzersizce bireysel olanı soyut olanın, Melville’in bütünüyle farklı bir bağlamda tanımladığı “tiksindirici, katlanılamaz Alegori’nin” içinde eriten bir kategori midir? Tüm sanatçılar idealist ve romantiktir; sinizm bile sıklıkla fark edildiği gibi, sanat yüklüdür. Sanatçının, anahtarı yalnızca kendisinde bulunan özel, hatta gizli bir dünyaya sahip olması gerektiği söylenir. Hem akla hem deneyime duyulan –saçımızın veya gözlerimizin rengi gibi masum, maksatsız– koyu bir sadakatin, sürdürülebilir yaratıcılık için gerekli tüm motiflerin temelini oluşturduğu da doğrudur. “Sadakat” düşe, sanrıya veya “gerçekliğe” dayalı herhangi bir nesneyle ilintilendirildiği için kötü bir üne sahiptir. Gelgelelim yazmaya devam edeceksek, kanma olasılığını kabullenmemiz gerekir. (İsterseniz buna kanma umudu da diyebilirsiniz.) Nasıl ki ideal okur, ciddi kurmaca sayesinde kurduğu duygudaşlıkların haznesini genişletiyorsa, bütün o duygudaşlıkların içine gömülmüş durumdaki “sadık” yazar da kendi vizyonunu bu şekilde genişletir. Aşağıda sanatsal üretim için gerekli gizli motife yoğunlaşan cinsiyetsiz bir meditasyonu okuyacaksınız. Yirminci yüzyılda İngilizcede ürün vermiş olan yazar, dilin sonsuz varyasyonlarıyla büyülenmiş, mest olmuş, onlara saplantıyla tutularak biçemini bütün zamanların en zorlu yapılarını doğuracak şekilde ilmek ilmek örmüştü. Sonuç kimilerine göre bürokratik soğuklukta ve okunamayacak karmaşıklıktaki metinleri, kimilerine göreyse zamanımızın yazınsal dehalarından birini doğurdu:

Ne zaman bir insana duyduğum aşkı düşünsem, kişisel bir konunun hassas çekirdeğinden evrenin devasa uzaklıktaki noktalarına yarıçaplar çizerim. Bir şeyler beni, ölçülemez uzaklığı deliliğe karşılık gelen nebulanın hareketleri gibi, sonsuzluğun ürkütücü tuzakları gibi, bilinmeyenin ötesindeki bilinmeyenler gibi, acizlik gibi, zaman ve uzamın hasta edici kıvrımlarla birbirlerine nüfuz etmesi gibi hayal edilemez, hesaplanamaz şeylere duyduğum aşkın bilinçliliğini ölçmeye zorlar. Bu yavaş çekimde ilerleyen sessiz aşk patlaması içime yerleştiğinde, eriyen saçakları çözüldüğünde, muazzam bir duyu beni boğduğunda… Zihnim gerçekten uyanık olup olmadığını anlamak için kendi kendini çimdikler. Evrenin hızlı bir envanterini çıkarmalıyım, tıpkı rüya gören birisinin rüya gördüğüne emin olarak durumunun absürtlüğünü görmezden gelmeye çalışması gibi. Bütün zamanı ve uzamı kendi duyguma, kendi ölümsüz aşkıma dahil etmek zorundayım. Aşkımın ölümlü ucunu törpüleyerek, engin bir duyum ve düşünce denizini sonlu bir varoluş içine sıkıştırmış olmakla yaptığım kavgada bana yardımcı olacaklardır.[1]

Bu etkileyici yargı yalnızca kişisel duygu ile sanat motifi –kurmacanın gizemli motifi ve metafor– arasındaki nadiren anlaşılan bağlantıya değinmiyor, aynı zamanda ona temel oluşturan “ölümlülük ucu” hakkında açıkça görüş bildiriyor: Yıllar geçtikçe keskinleşen şimdiki zaman duyumuz –inkâr edilemez ve mükemmel biçimde gerçek olan duyumuz geçmişe hızlıca döndüğü anlarda dilediğimiz kadar gerçek değildir. Hatta geçmişe dönen şimdiki zaman duyusunun on yıllar önce yazılmış bir romanı “şimdi” okuma deneyiminden bile daha az gerçek olduğu söylenebilir. Zaman geleceğe kalan yazınsal yapıtlara, yazınsal olması umulan yaratımlara âşıktır. Aslında yazma edimi “deneyime” karşıt konumda değildir ve şimdiki zamanın deneyimlenmesinden kaçtığı söylenemez. Öte yandan sislerin arasından da olsa gözlerini gelecek zamana dikmiştir. Şimdiki zamanda harcanan emek gelecek zamana dayanıklı olmalıdır.

Bazen kendime yazarlığın –tıpkı bir çocuğun gümüş bir küreyle kandırılması gibi– hayat tarafından hipnotize edilmek olup olmadığını sorarım. Hızlı, parlak ve heyecan vericidir bu hipnoz. Ama belki de yüzeyseldir. Küreyi ellerime almaktan hoşlanmalıyım, onu hafifçe hissetmeliyim. Yuvarlak, pürüzsüz, ağır küre… Ellerimden hiç düşmemeli.[2]

Bu doymak bilmeyen ölmeden önce yazma isteği, hayatın kısalığını ve telaşını duyumsatan bu tahrip edici duyu, tıpkı azgın dalgalarla dövülen kayalıkların üstündeki birisi gibi beni tek dayanağıma sıkıca sarılmaya iter.[3]

***

Kadın oldukları halde yazdıkları sırada kendilerini –cinsiyetlerini açığa vuracak kadar– kadın görmeyen yazarlar vardır. Öte yandan, yazdıkları sırada cinsiyetleri tarafından koşullandıklarını düşünen kadın yazarlar da vardır. Bunların çoğu, ses perdelerinin arasındaki nüansları pek de dikkate almadan tarif edilmesi güç bir “Dişi Ses”ten söz eder. Biçemsel bir sestir elbette bu. İçerik bağlamında ise en bayağı, en pespaye konuların bile işlendiğini görürüz. (Modernist estetiğin vardığı en dik başlı sonuçlardan biri, sanatçıların istedikleri konuyu işlemekte özgür olmaları değil midir zaten?)

Ölümünün üzerinden kırk yıldan fazla zaman geçen Virginia Woolf’un ontolojik konumu nedir? Bir kadın yazar olarak Virginia Woolf artık yok, kadın olarak da öyle. Romanlarından, denemelerinden, taslaklarından, mektuplarından ve güncesinden oluşan külliyatını ise okuyabiliyoruz. Woolf kamusal yapıtlarında –hayatın kendiliğindenliğini yansıtmaya niyetlendiğinde bile– kılı kırk yaran bir sanatçı olarak karşımıza çıkar. (O kadar akıcı ve akışkan bir dil kullanmıştır ki, bir gözlemci “Yazdıkları zihnimden su gibi akıyor,” diyerek Woolf için endişelenmiştir.) Mektuplarında ve güncesinde ise çalışılmış bilinçlilikten uzak, daha sıcak bir Virginia Woolf vardır. Ne var ki yazarın kişiliğinin tam olarak nerede konumlandığını anlayabilir miyiz? Bir yazarın kişiliği yazınsal (dolayısıyla yapay) üretiminde mi, yoksa önceden tasarlamaksızın yazdıklarında mı yatar? Aslında günceler ve mektuplar da eninde sonunda sanatsal biçimlerdir –enerjileri şimdiki zamanda, çekim merkezleri ise gelecektedir. Bir de yaşamöyküleri var elbette, uçsuz bucaksız yaşamöyküleri denizimiz var. Yazarla ilgili anekdotlar, küçük portreler, okuyanları şaşırtacak cinsten meraklandırıcı anıştırmalar da var. (Edward Albee’nin yapıtının Kim Korkar Virginia Woolf’tan? adını taşıması gibi.) Sonuçta tek bir Virginia Woolf yoktur, bir kadın olarak ölmüş de olsa, baş döndürücü bir çokluk halinde var olmaya devam eden bir Virginia Woolf vardır. Bir sözcükler toplamını oluşturur ve bunların çoğu üst düzey sanat ürünleridir. Ama kişilik, sözcükler gibi bir olgunun neresinde yatar ki? Üstelik cinsiyet neresindedir bunun? El yazısı bile cinsiyetle ilgili özellikleri iletişime sokmaktan aciz kalırken basılmış, tasarımlanmış sözcükler kotarabilir mi bunu?

Kimisi belli bir yönüyle Virginia Woolf’u çok iyi bildiğini düşünebilir, ama aslında yalnızca farklı ellerden çıkmış farklı metinleri bilmektedir. Öyleyse yazar Virginia Woolf, öncelikle ve özellikle bir sözcükler toplamıdır ve başka bir dile çevrildiğinde –ne denli yetkince çevrilmiş olursa olsun– o artık Virginia Woolf değildir. Hele bir kadın olarak Virginia Woolf hiç olamaz. (Yapıtlarımızın başka dillere çevrilmesi ne ilginç bir durum değil mi? Çeviri sonucunda ortaya çıkan metne dolaylı bir yakınlık duysak da dokunaklı bir yitirme duygusuyla biliriz ki, artık ne bu dil bizim dilimizdir ne de bu yapıt bizim yapıtımız.)

Sözcüklerin sanatsal toplamı olarak tanımlanması gereken bir kitaba verdiğimiz ilk tepki onun diline duyduğumuz tepkidir, tıpkı ilk kez dinlediğimiz bir müziğe verdiğimiz tepki gibi. Büyüleyici mi? Merak uyandırıyor mu? Rahatsızlık verici mi? Kışkırtıcı mı? Eğlendirici mi? Kafa karıştırıcı mı? Sıkıcı mı? Sinirlendirici mi? Vasat mı? Bir sanat sevdalısı bu tayf çizgisinin (spektrumun) belirli kesitlerine oturan yapıtlarla hayatının çeşitli aşamalarında baş başa kalacaktır. Hesaplanmamış, öngörülmemiş, amaçsızca verilen tepkiler sahici tepkiler olacaktır. Bir sanat yapıtının öldüğü halde efsaneleştirilmiş yaratıcısı yaşadığı dönemde erillik ya da dişilikle özdeşleştirildiği için kendimizi o yapıttan hoşlanmak üzere mi kurmalıyız? Mezarlarında çürümekte olan kemikleri düşündüğümüzde, erkek ve dişi ne anlama gelmektedir ki?

Tüketim odaklı bir kültürde çoklukla kaba biçimlerde görünürlüklerini açığa vurdukları halde pek çok sanatçı sanat yoluyla görünmezliği arzular. Pek çok romancı –hepsi değil elbette– dilin içine sistemli ve disiplinli biçimde gömülerek varoluştan mükemmellik damıtmaya çalışır. (Bunun tersi yola sapan bir yazar başka birisine dönüşür: politikacı, vaiz, dansçı ya da aktör. Kişileşmiş vücuduyla kamusal alanda performansını sergileyen birisidir artık o. Oysaki yazar olmak bu kamusal kimliği ya da kişiliği feshetmekten geçer. Yazarlığın yalnızlara özgü bir edim olduğu söylenegelir, tersini öne süren varsa, ondan pekâlâ kuşkulanabiliriz.) Yazı sanatına, yazarlık konumuna duyduğum sadakati kısa ve etkili bir ifadeyle tanımlayacak olursam, bu –başkalarının da belirttiği gibi– bir “duygudaşlık biçimidir”. Öykünmeci, vücutsuz ve yalnızca sözcüklerden oluşan bu duygudaşlık dünyası üstünde bir şeylerin yer değiştirmesine, sınırların aşılmasına illa ki gereksinim duymaz; salt kendi varlığı nedeniyle coşkuludur.

II

 

Hor Görülmenin Lüksü 

İntikamda ve aşkta, kadınlar Erkeklerden daha barbardır. Nietzsche

Alaycı bir nida sokakta,

anatomik dişi

uzanmış boylu boyunca bilboarda: St Paul’ün horgörüsü.

Uyarıyor bizi Montaigne: şiir kadınlara özgüdür,

iffetsiz ve kurnaz, süslü ve dilbaz,

hep zevk,

hep gösteri: tıpkı kadınlar gibi…

ve Freud kadınlarda yoktur adalet duygusu diyor.

bütün öfkesiyle De Kooning, Freud’u

yankılıyor:

ah şu kadınlar

ne kaba, ne tantanalı yaratıklar…

 

Ateşli bakışların,

büyük göğüslerin,

manyakça göz kırpmaların

hepsi bizimdir.

hepsi ateşli, hepsi doğurgan.

gizlice sızan kan…

varsa yoksa etiz bizler.

kişilik ne gezer.

 

Ne mutluluk böyle hor görülmek:

baştan aşağıya etiz işte,

hor görücü Kilise Babaları

Protestan bağnazlığı,

duyuyor musunuz sesimizi?

ruhsuz olduğumuza göre özgürüz!

Ne mutluluk.

 

Senindir huysuz parçaları etinin.

boş bakışların,

karton kalbin.

Ve bonendir bekâretin,

pis bir sırıtış gibi giydiğin.

Yazarın vücutsuz olduğu, sanat yoluyla dönüşerek görünmezlik zırhına büründüğü doğru olsa da kadın yazarın durumu nedir? Bir kadın yazar, çok daha farklı bir uzamda mı yer alır? Ontolojik varoluşunun nesnel konumu nedir?

Yazan bir kadın kendi tanımıyla yalnızca bir yazardır, ancak başkalarının tanımıyla bir kadın yazara dönüşür. Yoğun, kimi zaman da nahif bir sadakatle bağlandığı yapıtları sözcüklerin sanatsal toplamıdır. Öte yandan cinsel kimliğinin yapıtlarında eridiği ya da aşkınlaştığı söylenemez. Yapıtlar –bu bağlamda kitaplar– cinsiyetsiz nesnelerdir. Kadın ya da erkek olan, yazarlardır. Bu anlamda kadınlık ve erkeklik eninde sonunda anatomik yapımıza özgü ontolojik bir gerçekliktir, yazarlığımızı ondan damıtmayız. Elbette birisi Virginia Woolf’tan söz ederken onun yapıtından söz ediyor olabilir. (“Virginia Woolf’u okuyorum,” örneğindeki gibi.) Veya başka birisi “Artık Virginia Woolf’a doyduk,” diyerek karmaşık bir konuyu pervasız bir söze indirgerken eleştirel bir yargıda bulunabilir. Gelgelelim her ne kadar İngilizce dilbilgisinde yapıt üçüncü tekil/cinsiyetsiz kişiye, Virginia Woolf ise üçüncü dişi kişiye karşılık gelse de, örneklenen yargının cinsiyetin geleneksel kullanımını ihlal ettiği söylenemez. Bir okur Virginia Woolf’un yapıtlarındaki özgül pasajlara sahici bir varoluşsal tutkuyla anbean gömülmekten gittikçe uzaklaşıp yazar hakkında başkalarının yazdığı eleştirileri, tanıtım ve anı yazılarını, biyografileri okumaya koyulursa, yazarın kendi yazdıklarıyla yazar hakkında yazılanlar iç içe geçebilir. Böylece okurun duyarlılıkları puslanır, tembelleşir, kasvetli bir hal alır. Bir süre sonra da Virginia Woolf’a ait olan her şey, onun bir kadın olduğunu söyleyen biyografik gerçeklik tarafından yutulur.

Yazar bir kadın olduğum için pek çok kişinin yüzünde “kadın yazar” olduğumu anlatan bir ifadeye tanıklık ederim. Oysaki bugüne kadar hiç “erkek yazar” olarak tanımlanan yazar bir erkek görmedim. Bazen tıpkı hediye olarak alınan bir buket çiçeğin yüzüme fırlatılması gibi, “erkek gibi yazıyorsunuz” türünden “sıradışı” övgülerle de karşılaşıyorum. (İnsanın hangi erkek diye sorası geliyor.) Çağdaş romancılarımızdan birisinin yazdığı romanın sert biçimde eleştirisine odaklanan bir metinde, yazar “Joyce Carol Oates’un erkek versiyonu” olmakla suçlanıyordu. Joyce Carol Oates’un belli çevrelerce hor görülebilmesi bir yana, gördüğüm en can sıkıcı hakaretlerden biriydi bu.

Bir kadın yazar olarak kendimi, doğuştan kazanılmış bir hak gereğince daha iyi ya da daha kötü olmamı belirleyen gayri şahsi bir kategorinin içinde buluyorum. Elbette ki kadınların tümü erkekler tarafından hor görülmüyor, hiç değilse her zaman böyle olmuyor. Öte yandan –bilinçlice, açıkça söylensin ya da söylenmesin– bir erkeğin kendi doğasındaki kadınsı taraşa girdiği tartışma, kadınlarla gireceği tartışma olarak hayatına yansıyor. Bu itki soyut ve psikolojik olabilir, gelgelelim meyveleri her zaman somuttur. Çağlarca süren kadın düşmanlığını incelemenize gerek yok, o artık çok tanıdık ve depresif. İyi niyetle hazırlanmış edebiyat forumlarını da içeren, haklarında uzun uzadıya düşünmemize zaman yetmeyecek kadar fazla sayıda örnek var. Sözgelimi 1979 Harvard basımı Çağdaş Amerikan Yazarları Antolojisi. Standart bir referans kitabı bu. “Entelektüel Özgeçmiş”, “Yazınsal Eleştiri”, “Deneysel Kurmaca”, “Drama”, “Kadın Edebiyatı” gibi başlıklar altında sıralanan bölümlerde aklınıza gelebilecek kim var kim yoksa tümünün yapıtlarından oluşan bir karma yapılmış. Ne var ki bütün bunların arasına “kadınsı konulara” yoğunlaşan yazarlar diye kaçınılmaz bir kategori de serpiştirilmiş. İnsanın yüreği kaldırmıyor böyle bir şeyi. Bu şekilde gettolaştırılmak ilk bakışta hakaret gibi görünse de bir kadın yazar gettonun da var olunabilecek bir yer olduğunu anladığında bütün sorun çözülecektir. Kafanızı sokacak hiçbir yeriniz olmasa bile var olabilirsiniz.

John Berryman’ın şu yaltaklanmasında erkek şairlerin kendi saygıdeğer eşleriyle ilgili örtük önyargılarını nedense göremiyoruz:

 

Hanımefendi şairler evlenmemelidir, ortak.

Miss Dickinson’ı Amherst’te yatağa attığını,

Sappho ile kaçamak yaptığını,

Miss Moore’u çalılar arasına yatırdığını,

Charlotte kızarırken Emily ile keyif çattığını, düşünsene.

Miss Bishop fazla mı aristokrat kaçar bu işlere?

 

Takımımız böyle.

İkisi elimizin altında.

Sylvia Plath nerede ama?

O evraklarını teslim etti, ortak.

İki velet, bir de koca.[4]

Berryman, bizleri takımın üyeleri konusunda kazara uyarıyor. Böylece bir sarhoşun çocukça lakırdıları sayesinde –grotesk bir durum olarak– kadın şairlerin yüzyıllarca göz ardı edildikleri gibi, aralarından göz önüne alınmayı hak edenlerin yalnızca “hanımefendi şairler” olduğunu da öğreniyoruz. Şairlerin toplumsal konumlarının düzeyini temel alan son derece aşağılayıcı bir kategori bu.

Ve elbette Robert Graves’in ünlü açıklaması var: “Bir kadın ya ilham perisidir, ya da koca bir hiçtir.”

Bir kitabı gelişigüzel karıştırırken gözüm şu önemli gözleme takılıyor: “Bir kadın yazarda (Doris Lessing) salt itiraf olarak baş gösteren şey, Knut Hamsun’da sezgileri yeteneğe dönüştüren bir deha olarak karşımıza çıkar.”[5]

Şurası açık ki, kendisini ana akım edebiyata –erkeklerin edebiyatına– asimile edilmiş olarak hayal eden kadın yazar yanılmıştır, kandırılmıştır ama belki de umutludur: Var olana gösterdiği inançlı direncin yanına, bir gün var olabilecek olana duyduğu sadakati koymuş olabilir. Aslında bir kadın yazarın tarihsel varoluşundan habersizmiş gibi davranması safçadır; çünkü hor görülmüş olma gerçekliğini bir çırpıda kenara itmek histerinin çeşitlemelerinden biri olan inkâr etme hastalığının belirtilerindendir. Yine de akla şöyle bir soru gelmiyor değil: İnsan durmaksızın adaletsizliğe, yitirilenlere, hakaretlere ve acılara mı yoğunlaşmak zorundadır? Doğrusu hor görülmenin lüksü bir yandan acılı ve hicvedicidir, bir yandan da insanın bazı teşvik edici güçler sayesinde kendi benliğinden uzaklaşıp yapıtlara/yapıtlarına gömülmesine olanak sağlar; görünürlüğün gündelik eğlencesinden, anlık memnuniyetinden uzaklaştırır; sanatsal sürekliliğe yönlendirir.

Sonuçta kadın yazar benliğini adadığı sanatın yüceliğine sadakatle bağlanmasına bağlanır ama kendi göreceli konumunu ölçerken aptal değildir. İdealizm ve karamsarlık kutupları arasında öfori (euphoria) ve umutsuzluk sınırları içerisinde dolanır, klişeleşmiş ifadeyle söylersek bir orta yol tutturarak mizah duyusunu daima korumaya çalışır. Bir yazar sayısız ejderha tarafından kuşatılmış olabilir, ama yalnızca bir kadın yazar kendi temel kimliği tarafından kuşatılmıştır. Bu paradoks nasıl çözülür diye soracak olursanız, çok zor demekten başka yanıtım yok.

 

İngilizceden çeviren: Barış Özkul

 

Notlar

[1] Vladimir Nabokov, Speak, Memory: An Autobiography Revisited, New York, Pyramid Books, 1968, s. 219.

[2] Virginia Woolf, A Writer’s Diary, Leonard Woolf (ed.), New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1954, s. 135.

[3] Woolf, a.g.e., s. 117.

[4] John Berryman, The Dream Songs, New York: Farrar, Straus & Giroux, 1969, s. 206.

[5] John Updike’ın Picked-Up Pieces adlı yapıtının içinde, New York: Knopf, 1975, s. 151.