İlk iki yazıda popülizmin ne olduğunu, bunun karşısında sadece “adalet” kavramının toplumun bölünmüş kesimlerini yeniden bir araya getirebileceğini, bundan ötürü adalet temelli siyasal programlara ihtiyaç bulunduğunu ifade ettik. Bu programların yalnızca ve yalnızca hem temel hak savunusunu hem de kamusal yararı, yani eşit bölüşüm politikalarını içerdiği ölçüde anlamlı olacağını anlattık. Bu doğrultuda geniş kapsamlı “demokratik koalisyonların” söz konusu programlar etrafında birleşmesi ve bir dayanışma üretmesi gerektiğini belirttik. Bu yeni program üzerinde yükselecek hükümetlere muğlak “sol-popülist” kavramından ziyade “sol-dönüşüm” hükümetleri denebileceğini anlattık. Son olarak yalnızca bu hükümetlerin, insanların son kırk yıldır kaybettiği hakları yeniden alabileceğini ve yeni bir dönem başlatabileceğini iddia ettik.
Bu bağlamda, ikinci yazıda söz konusu “sol-dönüşüm” gündemli hükümetlerin belirli tuzaklara düşmemesi için toplumu temel haklar, siyasal özgürlükler ve eşit bölüşüm yönünde sürekli güçlendirmesi gerektiği tezini ortaya koyarken Venezuela örneğini ele aldık. Bu yazıda ise, Hindistan ve Macaristan’a bakarak popülizmin, milliyetçiliğin ve otoriter sapmaların bu ülkelerde son dönemlerde nasıl geliştiğini ve ne gibi tepkiler yarattığını ele alacağız.
Küreselleşen Sorunlar – Küresel Adalet
Popülizmi daha iyi anlamak için dışarıya bakmamızın temel bir sebebi var. Tüm bunlara ilgili olmamızı sağlayan şey küreselleşme olgusu. Almanya’da yapılan son seçimlerle, Türkiye’de politika veya akademiyle uğraşmayan insanların bile genel olarak ilgilendiğini gördük. Bu, önümüzdeki dönem için oldukça iyi bir işaret. Bu sadece Almanya ile kısıtlı değil, genel olarak dünyada yaşanan sorunları, Türkiye’de sayıları hızla gelişmekte olan bir grup insan büyük bir ilgiyle takip ediyor. Takip etmeyen kitlenin ise bu sorunlardan bir şekilde etkilendiğini görüyoruz, Avrupa’da popülizmin ve neo-faşizmin artmakta olduğu gerçeğini hükümet üyelerinin ekranlardan sıklıkla vurgulaması gibi.
Küreselleşme altında adalet kavramı insanları birbirine yaklaştırıyor. İletişim olanakları, özellikle internetin etkisiyle haberlerin çok hızlı ve geniş bir alanda yayılması, ortak-değer yargılar yaratıyor. Adalet talebi de bunlardan biri. Bu anlamda, insanların Almanya’daki seçimlere ya da dünyanın çeşitli sorunlarına karşı olumlu veya olumsuz ancak ilgili tavrı sadece Türkiye’ye ait değil, küresel bir veridir. Bu yüzden, dünyanın başka yerinde ama halen bize yakın olanın yaşadıklarına karşı giderek ortaklaşan bir adalet anlayışıyla bakıyoruz. Sorunların benzerliği, ortak adalet yargılarıyla pekişiyor. Böylece adalet giderek hem ulus-ötesi bir ihtiyaç hem ulus-ötesi bir gerçek haline dönüşüyor. İçinde yaşadığımız popülist rejimler bu adalet ihtiyacını giderek artan bir şekilde daha çok ortaya koyuyor. Bu anlamda, söz gelimi Hindistan, ABD veya Türkiye’de yaşayan ve sistemle sorun yaşayanların giderek ortaklaştığını görüyoruz. Bundan ötürü gözlerimizi bu ülkelere çevirmenin ve yalnız olmadığımızı bir kez daha göstermenin önemine inanmakla beraber, adaletsizliklere karşı çözümün sadece ulusal sınırlar içerisinde değil tüm dünyada aynı anda gelişmeye başlayacağının altını çizmek gerekiyor.
Elbette, bu adaletsizliklere karşın ortak ve yeni bir program, ilk yazıda bahsettiğimiz “demokratik koalisyonlar” aracılığıyla gerçekleşebilir. Sorunların çeşitliliği ve ortaklığı karşısında hem ulusal hem uluslararası sınırlar içerisinde yeni kurum, ilke ve programlara ihtiyacımız var. Bundan sonraki yazıda, Amerika’da Sanders, İngiltere’de Corbyn, Fransa’da Melenchon, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos ve İtalya’da Beş Yıldız Hareketi’ne bakarak adalet talebinin farklı ülkelerde nasıl geliştiğini inceleyeceğiz.
Siyasal Kurumların Düzenlenişinin Gündelik Hayata Etkileri
Siyaset biliminin bilim olmadığı yönünde görüş bildirenlere karşı bazı hatırlatmalarda bulunmakta fayda var: siyaset biliminin zaman ve mekân tanımayan, yani evrensel bazı kuralları vardır. Bu anlayışa göre şunu iddia edebiliriz: siyasetin temel kurumlarının düzenlenişi bu düzen altında yaşayan insanların hayatlarını, karakterini, gündelik yaşamlarını doğrudan belirler. Montesquieu, despotik rejimler altında yaşayan bireylerin karakterlerinin korku ve itaat etme zorunluluğundan[i] dolayı giderek bozulacağını söylemiştir. Bunu ifade eder çünkü despotik rejimlerde, siyasal ve toplumsal kurumlar insanları siyasetten dışlayıp onları sürekli itaat etmeye zorlayarak onlardaki düşünme yetisini, karar verme yetisini, birlikte olma ve dayanışma güdüsünü giderek yok eder. Söz konusu yönetim biçiminin, toplumda aklı ve vicdanı öldürdüğünü, dolayısıyla kişilerin gündelik hayatını, karakterini etkileyen en önemli unsurlardan birinin bu kurumların düzenlenme biçimi olduğunu bize göstermiştir.
Tıpkı despotik rejimler gibi bugün başka bir yönetim biçimiyle karşı karşıyayız. Bu yazı dizisinde incelediğimiz popülist yönetimlerin siyaseti ve siyasal kurumları düzenleme tarzı insanların gündelik yaşamlarının her ânında hissedilmektedir. Ayırt edici yönlerinden biri kontrol ve denge eksikliğidir. İnsanlığın gelişiminden bu yana kontrolsüz ve denetimsiz her iktidar bozulmuş ya da bozmuştur. Bu anlamda ister kapitalizmin kendisi ve kurumları olsun, ister bir devlet olsun, kontrolsüz ve dengesiz bırakıldığında mutlaka olumsuz etki yaratmakta ve ilişki içerisinde olduğu kişi ya da topluluğa zarar vermektedir. En nihayetinde bu yazıda incelenecek ülkeler birbirlerinden devasa farklılıklar taşısa da siyaset biliminin kural ve ilkeleri etrafında benzer eğilimler taşıyorlar. Bu eğilimleri bulup çıkarmak ve benzerlikleri ya da farklılıklarıyla onları çalışmak, son yazıda ortaya koymak istediğimiz “sol dönüşüm” gündemli hükümetlerin programlarını oluşturmada yardımcı olacaktır. “Sol dönüşüm” gündemli hükümetlerin programları bu eğilimleri tanımak ve önlem almak zorunda. Bu yüzden söz konusu ülkeleri incelemek ayrıca önem taşımaktadır.
Hindistan’da Narendra Modi Yönetimi
Hindistan 1,3 milyar insanın yaşadığı, sadece Asya’nın değil dünyanın en önemli ülkelerinden biri. Bu kadar büyük bir nüfusa sahip olması dışında, barındırdığı çeşitliliğe karşı devletin yaklaşımı önemli bir örnek oluşturmaktadır. Hindistan’ın Asya’nın en gelişmiş demokrasisine sahip olduğu biliniyor. Ancak bunu ifade ederken ülkenin önemli bir kesiminin yoksulluk çektiğini ve küreselleşen kapitalizm doğrultusunda esaret ücretiyle çalışan, çalıştırılan insanların burada çok yoğun olduğunu ve incelediğimiz her örnekte olduğu gibi büyük bir eşitsizlik barındırdığını yazalım. Bu anlamda en önemli demokratik modellerden biri söylemim kuvvetler ayrılığı, kontrol ve denge mekanizmalarının sağlamlığı ve elbette düzenli yapılan seçimler kriteriyle ifade edilmiştir. Ancak bu tür bir demokrasinin “adil” bir toplum için yeterli olmadığını ilk iki yazıda da ifade ettik. Bundan fazlası gerekmektedir. Zaten tüm bunlar bu yazıda göreceğiniz gibi Modi ve partisi BJP (Bharatiya Janata Partisi, Hindistan Halkının Partisi) tarafından son dönemde zarar görmüştür.
Narendra Modi 2014 Mayıs’ından bu yana Hindistan Başbakanı olarak görevini sürdürmekte. Bu dönemde Hindistan’da sergilediği yönetim, popülizmin önemli kaynaklarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Modi, Hindistan’ın Gujarat bölgesinden bir siyasetçi ve 2001 yılında bu bölgenin bakanı oluyor. Gujarat Hindistan’da daha gelişmiş ve iş olanaklarının olduğu bir yer. Modi’nin bakanlığı sırasında bölgede önemli ekonomik hizmetler ve gelişimler sağladığı ifade ediliyor. Öte yandan, 2002 yılında Gujarat bölgesinde Müslümanlara karşı yapılan katliamlardaki rolünün içeriği kesin olarak ortaya çıkarılmış değil. Olayları bizzat kendisi mi provoke etti yoksa yeterli oranda müdahale mi etmedi, bunu bilmiyoruz. Bu yönde oldukça ciddi bir şüphe var. Ancak durum şu ki hakkındaki bu suçlamalardan ötürü 2012’ye kadar İngiltere’ye, 2014 yılına kadar da ABD’ye giremiyordu.
Hindistan’da Popülizmin Yükselişinin Nedenleri
Hindistan, 2002-2014 yılları arasında Kongre Partisi tarafından yönetildi. Bu, Hindistan’ın kurucu partisidir denebilir. 1885 yılında kurulmuştur ve Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasında payı olan elitlerin partisidir, Gandi ve Nehru gibi. Ancak 1980’li yıllardan sonra tüm dünyada uygulanan neoliberal reçeteleri uygulamak bu partinin iktidar dönemine rastlayınca, ülkede özellikle 1990’larda ve 2000’lerde ekonomik sıkıntılar baş göstermiştir. Tıpkı tüm dünyada olduğu gibi. İnsanların ekonomik güvenceleri tırpanlanmış, sosyal haklar budanmış ve bunun yerine eşitsizlik ve giderek artan bir yoksulluk ve yolsuzluk dönemi eşlik etmiştir. İşte Modi bu koşulların sonucunda kendi bölgesinde halka hizmet eden, iş yapan ve bitiren, halkın adamı imajıyla ortaya çıkmıştır. Yoksulluk ve yolsuzluk yapan eski siyaset biçimine ve elitlere karşı, Kongre Partisi’ne karşı, hizmet eden “milletin adamı” rolüyle öne çıkmıştır. Meşruiyetini yitiren siyasal düzene ve yaşanan neoliberal sorunlara karşı yeni düzen talebinin temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.
İlk yazıda da belirttiğimiz gibi dünyanın her yerinde insanlar yaşadıkları ekonomik ve toplumsal sorunlar karşısında yeni bir temsilci, daha doğrusu yeni bir siyasal temsilci arayışına girdiler. Popülist siyasetçiler kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerin ve yeterince demokratik olmayan liberal demokrasinin birleşiminden meydana gelmiştir.
Gayri Milli Muhalifler
Peki Modi yönetimini popülist olarak adlandırmamızı sağlayan öğeler nelerdir? İlk olarak sadece kendi siyasal görüşünü meşru sayması ve toplumun geri kalanını meşru görmemesi ilk yazıda da bahsettiğimiz Jan Werner Müller’in popülizm tanımına uyuyor. Bu doğrultuda, Hindistan konusunda uzmanlaşan Christophe Jaffrelot, Modi’nin ve partisinin toplumdaki çoğulculuğu reddettiğini söylüyor. En az bunun kadar önemli ikinci bir kriter sivil toplumu ve bilgi üreten mekanizmaları baskı altına alması. Sözgelimi, bu yönde çalışan muhalifleri ülkeyi bölmekle suçluyor ve bu kişilerin “milli” olmadığı yönünde ithamlarda bulunuyor. Modi entelektüel kesimi, muhalif akademisyenler ve demokratları “gayri milli” olarak niteliyor. 2016 yılında Nehru Üniversitesi’nde düzenlenen bir etkinlikte, bazı doktora öğrencilerinin ülkenin hassas sorunları ile ilgili sözlerinden ötürü –gayri milli olmakla –suçlandığını ve tutuklandığını belirtelim.[ii] Ayrıca basın özgürlüğü de yara alan konulardan biri. Önemli dergilerin editörleri benzer bahanelerle BJP taraftarı internet trolleri tarafından önce hedef haline getirilmiş, daha sonra görevlerine çalıştıkları kurumlar tarafından son verilmiş durumda. Hindistan’da yayımlanan Outlook dergisinin editörü Krishna Prasad 2016 yılında böyle bir durumu yaşadı ve dergi tarafından işten çıkarıldı.[iii]
Yargının Durumu
Modi ve hükümeti, kontrol ve denge sağlayan tüm kurumları ortadan kaldırmaya uğraşıyor. Bunun tek sebebi ise tüm dünyada olduğu gibi iktidarını daha rahat sergilemek istemesi ve hesap vermekten ya da kısıtlanmaktan hoşlanmaması. Ancak yargı ve diğer kurumlar bu yönde hareket ettiği müddetçe, Modi onları gelişme istemeyen, ülkenin çıkarlarına aykırı elitler olarak sunuyor.[iv] Var olan kurumları da kendine sadık partizanlarla doldurmaya çalışıyor, yargı örneğinde olduğu gibi.
Ancak Hindistan’da Anayasa Mahkemesi bu değişime direnen kurumların başında geliyor. Anayasa Mahkemesi üyesi olmak çok onurlu bir iştir, çünkü denetleme yetkisi bir ülkenin sağlıklı işleyebilmesi için elzemdir. Bu anlamda Hindistan Anayasa Mahkemesi, Modi ve hükümeti karşısında kararlarıyla direniyor. Örneğin, hükümet 2014 yılında yargı atamaları için yeni bir kurum yaratmak istedi.[v] Bizdeki HSYK’ya benziyor, hatta 2011 sonrası HSYK’sına benziyor. Ancak Anayasa Mahkemesi bu kararı, mahkemelerin bağımsızlığını engeller diye 2015 yılında iptal etti. Modi bunun karşısında Anayasa Mahkemesi üyelerini atanmışların despotluğu olarak nitelendirerek üyeleri halkın önüne atmak istedi ancak sonuç olarak hem mahkeme hem de üyeler işlerini düzgün bir şekilde yaptılar ve onurlarını korudular, mesleklerine halel getirmediler. Bunun ardından yargı ile hükümet arasında derin bir kriz oluşageldi. Öyle ki bugün yargısal kadroların %35,9’unun boş olduğu yazılıyor çünkü hükümet istediği atamaları yapamadıkça, atama yapmamayı ve yargı üzerinde hem yük hem de baskı oluşturmayı hedefliyor.[vi]
BJP’nin Tek Adam Çizgisine Girmesi
Son olarak Modi’nin kendi partisi üzerindeki etkisinin de giderek arttığını söyleyelim. Öyle ki bakanların kabinede artık etkili olmadığı, kararların doğrudan Modi tarafından alındığı belirtiliyor.[vii] Hatta bu yetki toplaşmasının ve tek adamlaşan yönetimin Modi’nin kendi partisini de tıkadığı belirtiliyor. Jaffrelot, partide emredersiniz-efendimcilerin (Yes-man) sayısının arttığını belirttiyor, bu ise partinin kimliğini kaybetmesi anlamını taşıyor. Ayrıca, yargı dışında, yasamanın, yani meclisin de etkisi giderek azalıyor. Jaffrelot, Modi’nin mecliste yasa yapıp demokratik süreçlere ve muhalefete takılmaktansa ülkeyi yönetmeliklerle (bir anlamda kanun hükmünde kararnamelerlerle) yönettiğini belirtiyor. Bu anlamda, Hindistan siyasal olarak kontrol ve denge mekanizmalarının yitirildiği, temel hakların tırpanlandığı popülist siyaset biçiminin çok temel bir örneğini oluşturmaktadır. Tekrarlayalım, popülizm belli bir sebeple sosyo-ekonomik sorun yaşayan halkın siyasal olarak yeni bir temsilci aramasından doğmuştur. Ancak popülizm yönetim tarzı olarak eski yönetimlerden farklı olsa da bu sosyo-ekonomik sorunlara bir türlü çare bulamıyor. Popülist yönetimler sorunu kontrol ve denge olmadan atlatabileceğini zannederek bunu temsil eden kurumlara saldırıyor ve başaramadığını gördüğünde daha da hırçınlaşarak saldırıya geçiyor. Tüm bu süreç en başta belirttiğim adaletsizlikleri üretiyor. İşte Hindistan halkıyla diğer halkları yakınlaştıran bu süreçtir. Ancak popülizm ve bunun yarattığı adalet ihtiyacı sadece Hindistan’da değil pek çok ülkede hissedilmektedir. Yukarıda da belirttiğim gibi siyasetin düzenlenişi ve etkileri evrenseldir, kültürleri aşarak onları birleştirir. Şimdi yolculuğumuza Macaristan ile devam edebiliriz.
Orta Avrupa’dan Yükselen Popülizm: Viktor Orban ve Macaristan
Viktor Orban ve partisi Fidesz yönetimindeki Macaristan, popülizm için önemli bir başka örneği oluşturmakta. İlk iki yazıda belirttiğimiz tespitler Macaristan için de geçerli. Viktor Orban Macaristan’ın Sovyetler son döneminden bu yana tanıdığı bir siyasetçi. Popülizmin temel eğilimlerini sergileyen biri. Düzen karşıtlığı, eski rejimin elitlerine karşı oluşu, halkı kendisini destekleyen meşru olanlar ve desteklemeyen meşru olmayanlar olarak ayırması, basını baskı altına alması, kontrol ve denge mekanizmalarını özellikle de Anayasa Mahkemesi’ni yandaşlarla doldurmak istemesi Orban ve Fidesz’in politikalarının temel noktalarını oluşturmakta.
Macaristan’da Popülizmin Tarihsel Arka Planı
Orban’ın yükselişine bakmak için ilk defa seçimleri kazandığı 1998 yılına kadar gitmek gerekiyor. Viktor Orban ve Fidesz 1998 yılında yapılan seçimleri kazanmıştı ancak dört yıl sonra 2002 yılında yönetimi Macar Sosyalist Partisi aldı. Fidesz parlementoda daha çok sandalye kazanmış olmasına rağmen seçim sisteminden ötürü oy oranı olarak Sosyalistlerden daha az oy almıştı ve yönetimi bırakmak zorunda kaldı. 2006 yılında yapılan seçimlerden de Macar Sosyalist Partisi birinci olarak çıktı ve koalisyon hükümetini kurdu. Böylece Macar Sosyalist Partisi sekiz yıl boyunca yönetimi elinde barındırdı. Parti esasında sosyal demokrat kanadı oluşturanların partisiydi. Ancak söz konusu sosyal demokrasi 1990’lara damgasını vuran neoliberal anlayışla şekillenmişti. Bu anlamda IMF reçetelerinin ve güvencesiz, esnek emeğin şekillendirdiği küresel bir piyasa sistemi kurmayı amaçlayan Washington Konsensüs’ünün ortaya koyduğu her gerekliliği savunan bir sosyal demokrasiden bahsediyoruz. Görünürde, liberal demokrasinin ve temel kurumlarının, yani meclisin, anayasa mahkemesinin, kontrol ve dengenin savunulduğu ancak toplumun seçimler haricinde kendini bir parçası olarak hissetmediği, ekonomik olarak giderek güvencesiz işlerde çalıştığı, insanların hayatlarını kontrol edemediği, işsizliğin arttığı ve sosyal korumanın zayıfladığı bir neoliberal anlayış Macar Sosyalist Partisi’nin dönemine rengini verdi.
Tüm bunlar 2008 ekonomik krizinin Macaristan’a yansımasıyla Macar toplumu için bardağı taşıran son damla oldu. İşte eski düzen karşıtı, halkı meşru olan ve olmayan olarak ikiye bölen, yaşananlardan karar alma süreçlerinde hakim olan elitleri suçlayan ve liberal demokrasinin bir kurgudan ibaret olduğunu iddia eden Viktor Orban başarıyla çıktı ve hem 2010 hem de 2014 yılında yapılan seçimleri çoğunluk oyunu alarak galip çıktı. Güçlendiği ölçüde halk desteğine dayanarak iktidarını devam ettirmek için basın ve yargı üzerindeki baskısını arttırdı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi popülizm, yaşadığı ekonomik ve toplumsal bunalımlardan, acılardan ötürü halkın yeni bir siyasal temsilci aramasından doğmuştur. Böyle olması gerekmiyordu. Eğer sol yeterince güçlü olsaydı ve bir alternatif oluşturabilseydi, yönetimi alan bu da olabilirdi ancak sosyalizmin 1990 sonrası dünyada siyasetten çekilmesi söz konusuydu. Bize kalırsa, sosyalizm siyaset seviyesinden toplumsal hareketlerin yanına, öğrenci, kadın ve kimlik hareketlerinin yanına geçti. Uzun bir süre burada onlarla kaldı. Şimdi yeniden siyaset sahnesine çıkmak istediğini düşünüyoruz. Sanders, Corbyn, Melenchon, Çipras, Iglesias ve partileri bunun göstergesi. Macaristan’a dönecek olursak, Orban’ın devlet yönetimine geldikten sonra yaptıklarının onu Hindistan’da BJP lideri Narendra Modi ile benzeştirdiğini göreceğiz.
Öte yandan, Orban’ın ayırt edici yönlerinden biri de demokrasi üzerine yaptığı konuşmalarda AB’nin sahiplendiği liberal demokrasiyi kuvvetle eleştirirken ortaya yeni bir kavram koyması ve onun etrafında politikalarını oluşturması. Bu kavram illiberal demokrasi, yani liberal olmayan demokrasidir.
Liberal Olmayan Demokrasiler
Fareed Zekeria illiberal demokrasiyi şöyle tanımlıyor: “Demokratik yollarla seçilmiş olan hükümetlerin seçimler ve referandumlar yoluyla giderek güçlenmesi ve bunu yaparken anayasal sınırları ihmal etmesi, vatandaşlarını temel haklarından ve özgürlüklerden mahrum bırakması durumuna illiberal demokrasi diyoruz.”[viii] İlliberal demokrasi, seçimleri ve seçimle gelmeyi esas alır ancak bunun dışında kontrol ve denge mekanizmalarının sağlamlığı, basın özgürlüğü, temel haklar ve özgürlükler konusunda liberal demokrasi gibi bir pozisyon almaz. Bunların demokrasiyi güçlendirmekten ziyade güçsüzleştirdiğini düşünür. O yüzden halkın güçlü olması için bunları zayıflatmalı anlayışı hakimdir. Bu doğrultuda adımlarını atan Orban, Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye’yi örnek aldığını belirtmiştir.[ix] Bu ülkelerin giderek güçlendiğini ve bunu liberal olmayan demokrasiye borçlu olduklarını iddia ederek rol modellerinin AB ülkelerinden ziyade bunlar olduğunu altını çizerek vurgulamıştır.
AB için Orban’ın bu tür çıkışları kıtanın tam orta yerinde AB için çok kuvvetli bir siyaset ve meşruiyet krizidir. AB ülkeleri popülizm akınını durduramıyor çünkü ne ulusal sınırlar içerisindeki mevcut sistem ne de uluslararası sistem eşitlik üreten bir yapıya sahip. Alternatif ortaya koyamıyorlar. Bir akın söz konusu. Bunu engelleyebilecek bir duvar, demir perde ya da tampon devlet de söz konusu değil. Küreselleşen dünyada insanların sistemden dolayı yaşadığı öfkeyi, hayal kırıklığını, umutsuzluğu, geleceksizlik ve güvencesizlik hissini hiçbir somut maddi engel engelleyemez. Bu yüzden popülizm akın akın geliyor. Bunun karşısında sadece sol alternatif oluşturabilir ancak AB bunu da popülizm olarak değerlendirmekte ve sorunu daha da derinleştirmektedir.
Yargının Durumu
Popülizmin Macaristan’da neden geliştiğiyle ilgili genel bir fikre sahip olduktan sonra, Orban yönetiminin iktidardayken neler yaptığıyla ilgilenelim. Orban’ın siyasal yaklaşımını tanımlayanlar onun tam bir fırsatçı olduğunu söylüyorlar. Sovyetler döneminde Sovyetler ve elit karşıtı bir politika izlerken bugün de bu konumunu AB üzerinden ve yargıya karşı sürdürüyor. Hindistan’da ve diğer bütün popülist örneklerde olduğu gibi yargının kontrol ve denge sağlama girişimleri Macaristan’da Fidesz tarafından hoş karşılanmıyor. Bu doğrultuda Anayasa Mahkemesi’ne yaptıkları yandaş atamalarla mahkemeyi kendi taraflarına çekiyorlar. Üyelerin tamamının Fidesz’e sadık olduğu iddia ediliyor. Ayrıca yargının başında bulunan kişinin eşi Fidesz’in kurucularından biri.[x] Bununla beraber, Orban döneminde yapılan anayasa değişikliğinden sonra Anayasa Mahkemesi2nin yürütmeyi kontrol edecek yönleri sınırlandırıldı. Ayrıca, tüm bu süreç boyunca hakimlerin erken emekli olması sağlanarak yerlerine Fidesz’e sadık olanlar getirildi. Hindistan örneğinde de görmüştük, popülistler mutlak bir şekilde “hukukun üstünlüğü” ve “hukuk devleti” kavramlarını yerle bir ediyorlar. Birçok siyaset bilimcinin de belirttiği gibi liberal demokrasilerin en önemli taraflarından biri “hukuk-devleti” anlayışıdır. Öyle veya böyle bağımsız savcı ve yargıçlar tarafından objektif kriterler ve anayasaya göre adil yargılanma hakkının gerçekleşmesi durumunda hukukun üstünlüğünden ve liberal demokrasinin varlığından bahsedilebilir.
İkinci olarak yargıyı Fidesz’e sadık olanlarla doldurmanın bir başka amacı daha var elbette. Devleti ele geçirmek olarak da ifade edilebilecek bu durumu ilk yazıda popülizm kriterlerini ortaya koyduğumuz Jan Werner Müller “devleti işgal etmek” olarak adlandırmıştır. Macaristan’da bir parti devletinden söz edilmektedir. Hukukun üstünlüğü ortadan kalktığından ötürü bunu mafya-devlet olarak adlandıranlar da var zira artık anayasal ilkeler değil Fidesz’e ve Orban’a bağlılık üzerinden işleyen kurallar var. Aslında Viktor Orban’ın illiberal demokrasi ile ilgili yaptığı konuşmalar da “hukukun üstünlüğü” ilkesinin terk edildiğini açık bir biçimde ortaya koyuyor. “Hukuk devleti”, “İnsan Hakları”, “Azınlıklara Saygı” gibi kavramların modasının artık geçtiğini belirtiyor.[xi]
Gerçekle İmtihan ve İfade Özgürlüğü
Müller, popülistlerin devletteyken iktidarlarını sürdürmek için başvurduğu üçüncü yolun ise sivil toplumu susturmak olduğunu söylüyor. Bunu daha geniş alabiliriz. Burada toplum adına hareket edip iktidarın yaptıklarını eleştirip onu iktidardan düşürebilecek olanlara karşı topyekûn bir sindirme politikası izlemek olarak görebiliriz. Burada esasında, gerçeğe karşı girişilmiş bir baskı girişimi söz konusudur. İlk yazıda bunu ele alırken, gerçeklik-sonrası kavramını kullanmıştık. Popülizm ile iktidarını sürdüren iktidarlar, gerçeği bükmek zorundalar ve bükülmemiş gerçeği her kim halka veriyorsa o kişi ve kurumlar baskı altına alınmalıdır. Popülist iktidarların gerçekle ilişkisi ne yazık ki bu yönde gerçekleşiyor. Orban bunu kanıtlayan örnekler sunuyor.
Bu doğrultuda, Macaristan’da medyanın baskı altına alınması dışında devlet-destekli özel kanallar ya da devletin sahip olduğu medya araçları yoluyla her an hükümet propagandası yapıldığı belirtiliyor. Ayrıca 2016 yılında Macaristan’ın en önemli gazetelerinden biri olarak gösterilen ve Fidesz’e sosyalist ve muhalif çizgisiyle de bilinen Népszabadsag’un patronları gazeteyi ticari sebeple sonlandırdıklarını açıkladılar. Ancak gazetenin yazarları bu kararın gazetede Orban hükümetinin yolsuzluk haberlerinin çıkmasının ardından verilmesi sebebiyle buna inanmadıklarını belirttiler. Bu gazetenin önemi altmış yıllık bir geçmişe sahip olmasından geliyor.
CEU ve Akademiye Yönelik Baskılar
Bundan başka, gerçeği bükme konusunda Macar hükümeti akademisyenlerle de iyi geçinmiyor. Ülkenin en önemli üniversitelerinden CEU (Central European University) ile hükümet arasında son zamanlarda yaşananlar Macaristan’da sokak protestolarına da yansımış durumda. Orban, George Soros destekli bu Amerikan üniversitesinin ülkenin kurallarına riayet etmediği takdirde kapatılacağını duyurdu. Orban bu üniversiteye iki yönden saldırıyor. İlk olarak şunu belirtmemiz gerekir: Hindistan’da da olduğu gibi popülist rejimler gerçeği kontrol etmek zorunda, akademi bütün kusurlarına rağmen halen bağımsız/eleştirel bilgiyi bünyesinde barındıran bilim insanlarına sahip. Gerçekliği bükmek ve kırmak için akademinin baskılanması popülistlerin iktidarda kalması için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Orban ise CEU’ya saldırısını Soros ve liberal demokrasi üzerinden gerçekleştirmekte. İlk olarak buranın Soros destekli olduğunu ve âdeta ülkenin kalbinde bir ajan yuvası olduğunu sezdirmekte. Soros’tan ülkenin iç işlerine karışıyor diye şüphelenmesini anlamak mümkün ancak kendisinin de zamanında Soros kuruluşlarından burs alarak okuduğu iddia ediliyor. Bu durumda esas hedefin akademi ve özgür düşünce olduğu daha netlik kazanıyor. Tüm bunlar devam ederken, okulun bir başka ülkeye taşınma ihtimali de var. Bu taşınma hali sadece CEU’ya ait değil. 1956’dan bu yana Macaristan’da dışarıya verilen göçün özellikle de gençlerin göçünün en çok bu dönemde yaşandığı söyleniyor.[xii]
Başka Alternatif Yok Politikası – Güç Paradoksu
Sonuç olarak, Macaristan ve Hindistan farklı kıtalardan, farklı kültür ve topluluklardan geliyorlar ancak yaşadıkları süreç popülizmin ve buna karşı verilebilecek bir cevabın ne kadar evrensel olduğunu, zaman ve mekân tanımadığını ispat ediyor. Eşitsizliklerin derin bir şekilde yaşandığı ve tecrübe edildiği iki toplumda da yeni bir temsilci arayışı doğrultusunda bir tarafta BJP’nin temsilcisi Modi diğer yanda Fidesz ve Orban ortaya çıkmış surumda. İki ülkenin siyasetçisi de halklarını kendilerinden başka biri gelirse işlerin yürümeyeceğine, istikrarsızlık oluşacağına inandırmış durumda. Hollandalı siyaset bilimci Cas Mudde buna BAY siyaseti demekte (Başka Alternatif Yok, Tina politics, There is no alternative).[xiii] Bu tek-parti, tek-adam temelli siyaseti getiriyor. Ancak bu kadar bir araya gelmiş güç zaman geçtikçe kontrol edemediği toplumsal, ekonomik, siyasi sorunlarla karşı karşıya kalmaya başlıyor. Pratap Bhanu Mehta buna güç paradoksu diyor.[xiv] Güç paradoksunu popülistler yeni yeni yaşamaktalar. Bu kadar fazla dağıtılmamış güç tek elde toplanınca, toplumun buna verdiği tepkiler daha ağır ve daha ani olacak gibi duruyor. Bir anda tüm popülist rejimlerin düştüğüne tanıklık edebiliriz. Ancak benim önerim, güç paradoksunun sonuçlarını beklemektense, alternatif ol politikasıdır. Alternatif olabilmek için bunun bilgisinin sürekli üretiliyor olması dışında uygulanmaya konması gerekmektedir. Bundan sonraki son yazımızda Seren Selvin Korkmaz ile bu alternatif olma halinin Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere ve ABD’de nasıl yol aldığını paylaşıp sonuç olarak alternatif olmanın programını ortaya koyacağımıza inanıyorum.
[i] Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017) s. 34-35.
[ii] https://www.washingtonpost.com/world/asia_pacific/protests-spread-across-india-against-students-arrest-for-sedition/2016/02/18/296a5861-ae47-4209-b7cf-3956bc62fc16_story.html?utm_term=.5044f7129bd9
[iii] Sylvie Guichard, “Popülismes Indiens”, http://www.laviedesidees.fr/Populismes-indiens.html
[iv] Christophe Jaffrelot, “Ann-Ill Judge Conflict”, http://indianexpress.com/article/opinion/columns/supreme-court-pending-cases-judiciary-appointment-vacancies-4390364/
[v] A.g.e.
[vi] A.g.e.
[vii] Christophe Jaffrelot, “Winter is Coming”, http://carnegieendowment.org/2015/11/24/winter-is-coming/im99
[viii] http://globalriskinsights.com/2016/05/what-is-illiberal-democracy/
[ix] https://politicsmeanspolitics.com/viktor-orbán-hungarys-mainstream-illiberal-national-populism-15dbef9649b1
[x] https://www.theguardian.com/law/2012/mar/20/tunde-hando-hungarian-judges
[xi] http://globalriskinsights.com/2016/05/what-is-illiberal-democracy/
[xii] http://hungarianspectrum.org/2015/07/02/the-growing-hungarian-emigration/
[xiii] Cas Mudde, “Europe’s Populist Surge”, https://www.foreignaffairs.com/articles/europe/2016-10-17/europe-s-populist-surge
[xiv] Pratap Bhanu Mehta, “The Power Paradox”, http://indianexpress.com/article/opinion/columns/the-power-paradox-bjp-4702733/