Bildiğim kadarıyla, Osman Kavala’nın neyle suçlandığı veya suçlanacağı hâlâ meçhul. Onca olmadık insan “FETÖ’cülük”le bağlantılandırılabildiğine göre, Kavala’nın da benzer bir saçmalıkla karşılaşması mümkün.
Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir beyanatında Kavala’nın Gezi olaylarının tertipçisi olduğundan bahsetti. Suçlamanın, bu beyanattan vazife çıkarılarak kurgulanması da çok mümkün. Bu durumda, Kavala’nın Gezi’nin bir “tertipçisi” olmadığını göstermesi beklenecek. Bunu yapması aslında hiç de zor değil, çünkü Gezi’nin gerçek anlamda bir “tertipçisi” veya tertipçileri yoktu ve olamazdı, çünkü tertiplenmiş ve tertiplenebilir bir olay değildi Gezi; tüm etki ve gücü de kendiliğinden bir şekilde gelişmiş olmasından kaynaklanıyordu. Ne var ki, bu yalın gerçeği cumhurbaşkanına, yakın çevresine ve ilgili zevata anlatabilene aşkolsun! Hele 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte gözleri tamamen kararan Erdoğan ve çevresini, gerçekleri ve olguları doğru okumaya davet etmek iyice imkânsızlaştı. Bu gerçekleri doğru okuyamama durumu, sadece Gezi ile sınırlı kalsa iyi; çok daha vahim sonuçlarını şimdi Türkiye’nin Suriye bataklığına bir kez daha ve bu sefer dibine kadar sokulmasında görmekteyiz.
Lakin, ister Gezi ister başka bir konuyla bağlantılı olsun, Kavala’ya karşı getirilebilecek suçlamaların içerik ve gerekçelerinin pek bir önemi yok. O bakımdan, Kavala’nın yapacağı savunmanın da fazla bir anlamı yok. Öyle anlaşılıyor ki, içeri alınan diğer pek çok insan gibi, en tepede Kavala için de biçilmiş bir vade var ve Kavala bu vadeyi doldurmadan salıverilmeyecek.
Tabii, konjonktüre göre bu vade uzayıp kısalabilir. Örneğin, son Fransa ziyaretinde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı Macron’un telkinlerine azıcık itibar edip hiç değilse birkaç göstermelik harekette bulunacağı düşünüldü. Nitekim Fransa ziyaretinin ardından, Anayasa Mahkemesi’nden Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın tahliyesini gerekli kılan bir karar çıkınca, bu gelişme ilkin Erdoğan’ın bir jesti olarak yorumlandı. Fakat tahminlerin aksine, AYM’nin ilgili kararı her nasılsa “kendi başına” aldığı, Erdoğan’ın da bilakis bu karara şiddetle karşı çıktığı kısa sürede anlaşıldı. Anlaşıldı ki cumhurbaşkanı, sadece iki yazarın içeride daha uzun yatmalarını sağlamak için bile Anayasa Mahkemesi’nin işlevsizleştirilmesine seyirci kalmaya hazır.
Bu durumda, yargı sürecinden âdeta bağımsız olarak, Kavala da kendisine biçilen vadeyi dolduracağa benzer. Umarım bu vade çok uzun değildir. Ve umarım Kavala bu vadeyi en verimli şekilde kullanma şansına sahip olur.
İlginç olan şu ki, bugün Türkiye’de hapsedilmiş çoğu insanın morali, dışarıdakilere oranla daha yüksek görünüyor. Kavala’nın da moralinin yüksek olduğunu sanıyorum. Fakat onun durumunun daha da ilginç bir yanı var. Duyduğuma göre, bir hücrede tek başına kalıyormuş. Bunun kendi tercihi olup olmadığını bilmiyorum. Kendi tercihi değilse işi zor, zira paylaşmanın, dayanışmanın ve her türlü “dam muhabbetinin” morallerin yüksek tutulmasında hayati önem taşıdığı muhakkak.
Lakin Kavala’nın tek başına bir hücrede yalnızlığa hayli dayanıklı olabileceğini düşünüyorum. Dahası, yalnızlığı tercih etmişse şaşırmam. Yalnızlığı, okumak, yazmak ve kendini dinlemek için ustaca değerlendirebildiğini tahmin ediyorum. Kuşkusuz bu marifet herkesin harcı değildir. Bu vesileyle aklıma Pascal’ın bir sözü geliyor: “İnsanların tüm sefaleti, sessiz bir odada tek başına durma becerisini gösterememelerindendir.” Osman Kavala’nın bu beceriyi gösterebilecek ender insanlardan biri olduğuna şüphe yok.