İmamın İnsafı: Günümüz Cenazeleri ve Nesneleşen Ölü Bedenler

Ey burada bulunan insanlar, bilin ki, hepiniz hukukun nezdinde değil; doğanın emri olarak (yaradılıştan) akraba, komşu ve vatandaşsınız. Benzer şeylerin benzerlikleri doğadandır; insanların tiranı olan nomos ise doğaya karşı pek çok şiddet eyleminde bulunur[1]


Son on altı yıldır deneyimlediğimiz büyük toplumsal değişimden cenazelerimiz de nasibini alıyor. Bu değişim için mutlak kırılmanın tam olarak ne zamanlar olduğu konusunda, kaçıp kaçınamadığımız sistematik belleksizleştirme politikaları sebebi ile toptan bir kafa bulanıklığı içerisinde olsak da (son iki yıl mı diyeceğiz, son beş yıl mı diyeceğiz, son sekiz yıl mı diyeceğiz şeklinde); her şeyin bir yandan şok ede ede, diğer yandan sindirile sindirtirile değiştiği, dönüştüğü aşikâr. Cenazeler, ölüm artık çok daha politize. Kişinin yaşamında politik bir kimliğin belirleyici olması, ölümünün politik sembolizmlere malzeme olacak bir ölüm biçimi olması bir önkoşul değil bunun için.

Yaşayan bedenimizin taşıdığı kimliklerden bağımsız, kimliksiz cesedimizin bir siyaset yapma alanı olması konumuz. Nasıl kadın bedenleri, kişi olmaklıklarından bağımsız, nesneleşen siyaset yapma alanlarıysa; içi boşaltılmış dinî günler ve hassasiyetler nesneleşen siyaset yapma alanlarıysa; ölü bedenler, kimliksiz cesetler de nesneleşmiş siyaset yapma alanları artık. Hiç olmadığından da fazla. Yaşayan varlıklarımızın üst bir siyasetin nesneleri olması gibi, cesetlerimiz de, kim ve ne olduğumuzdan bağımsız, mutlak nesneler olarak hizmet veriyor gündelik yaşamın politikasına.

2018 senesinin Mart ayındayız. Yer, bir dostumuzun babasının cenazesi için gittiğimiz Fatih Camii. Cenaze namazının kılınması için bekleyen karışık bir kalabalık var. Zira aynı cenaze alanı içerisinde bulunan üç ayrı musalla taşında üç ayrı beden yatmakta. Gözümüzün yakaladığı dostlarımızın, cenaze sahiplerinin yanına gidiyoruz. Bize hangi musalla taşının bizim cenazemiz olduğunu söylüyorlar. Doğru musalla taşının yanına yanaşıyoruz. Ölü, ölüm ve ölüyü uğurlayan arasındaki mahremiyet içerisinde, kendi iç dünyamızda uğurluyoruz cenazemizi. Cenaze sahiplerine sarılıyoruz, onlarla birlikte ağlıyoruz, ellerini tutuyoruz, bir daha sarılıyoruz birbirimize; onlar için çok daha zorlu olan bu uğurlama ediminde, bu zorluğu birlikte aşmak için yan yana duruyoruz.

Nüfus yapısı birbirinden farklı, üç ayrı kalabalık. Üç ayrı bedenin merkezde olduğu üç ayrı dünya ve o dünyaya girmiş çıkmış insanlar. Kimileri birbirini tanıyor, kimileri yabancı. Mekânın kendine has huzursuzluğu içerisinde yerine getirilmesi gereken vazifemiz ve bunun iç dünyalarımızdaki yansıması olan hesaplaşmalarımız devam ederken, mekâna beklenen insan, cenaze namazını kılmakla mesul imam ulaşıyor. Bu üç bedenin isimlerini bir kere zikrettikten sonra, kalabalığı yönlendiriyor; mekânsal birlikteliğin konusu olan insanları “er kişi niyetine” ve “hatun kişi niyetine” ifadeleri altında sınıflandırarak. Kulakları felç eden, sesi sonuna kadar açılmış hoparlör haricinde buraya kadar bir gariplik yok. Zira sultanlar, hanlar, hünkârlar dışında cümle âlemin ölüm yolculuğunda “er kişi” ya da “hatun kişi”den ibaret olduğu, gündelik yaşamda hakim, Osmanlı bakiyesi İslâmi cenaze kültürü, bireyselleşmeden nasibini almamış olarak, kesintiye uğramadan devam ediyor bu topraklarda. Bir tek devlet başında olan kişi “emîrü’l-mü’minîn”, yani memleketteki mü’minlerin emîri iken, geri kalanlar kadın ve erkek cinsiyetlerinden ibaret bir tebaa olarak öte âleme uğurlanıyor yüz yıllardır.[2] Yani bu tabiiyet, kültürel olarak pek çoğumuzun içselleştirmiş olduğu bir tabiiyet; bize yabancı değil. Ölünün de tebaa olması. Bunların, keyfiyet temelinde, güncel politik söylemlerin üretilmesini sağlayan nesnelerden ibaret “şey”lere dönüştürülmesi ise, işte güncelde bizleri iyice kimliksizleştiren şey bu.

İmamın, sesi sonuna kadar açılmış hoparlörden üç ceset nesne için sarf ettiği sözler bizleri yaşadığımız içsellikten araklıyor. Bir yanda ölü bedenler, diğer yanda biz, kendi yaşamımız, bir diğer yanda yakınlarımız, devamında yaşam-ölüm arasında kalmışlığımız; bu kritik arafta imam, yani ritüelin yönlendiricisi, bize gitmemiz gereken tarafı işaret ediyor:

-          Vatan. Millet. Devlet. Vatan. Millet. Millet. Devlet. Millet…….

Ölüm ritüelinde söylenebilecek her türlü sözün arasına sıkıştırılan bol desibelli bu kavramlar, “Bâkî Kalan O’dur” (Hüve-l Bâkî) sözünü, ilahi olandan alıp dünyevî olana hapsediyor. Hatta bu sıkıştırmalar arasında dinî referanslara yapılan göndermeler, “Her milletin belirli bir eceli vardır; onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler”i; “işte X, Y ve Z kişilerinin de böyle ecelleri gelmiştir”e bağlayarak, bu kişileri “millet” içinde eritiveriyor.

Bu yönlendirme, söz konusu araf hikâyesinin katarsisinde, yani defin töreninde en şiddetli söylemine ulaşıyor. Bu sefer imam, Türk Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Silahlı Kuvvetleri ve dahi askerî ve askerî olmayan millî ecdadımızı sayıyor da sayıyor.

Bu durum, elbette ki genellenebilir değil. Yaşadığım bu şiddet dolu ritüelin akabinde başka cenazelerde ve camilerde bu şiddetin izini sürmüşsem de, bu deneyimin genellenebilir olmadığını, keyfî bir hak görme meselesi olarak imamın insafına kaldığını söylemeliyim. Sözüm, bu şiddet ve dayatmayı kendine hak gören imamlar üzerinden okunmalı ve elbette, bu hak görmeyi olanaklı kılan siyasi, kültürel iktidar üzerinden.

***

Sıradan vatandaşın ölü bedeni için böylesi bir keyfî şiddet söz konusu ve mevcut eğilim, cesetlerimizi bu tebaalık çerçevesinde politik nesnelere dönüştürüyorken, yaşamında sıradanın dışında kaldığı ya da karşısında olduğu kesin ölü bedenlerin, yine nesne olarak cezalandırıldığı durumları hatırlamamak elde değil. Üzerine su ve kurşun sıkılan, gaz fişekleri atılan cenazeleri. Zeynep Sayın Ölüm Terbiyesi kitabında bu konuyu ele alıyor. Ölülerin asiler ve asiller yahut şehitler ve marjinaller olarak muamele görmesini Kanuni dönemi şeyhülislamı meşhur Ebussuud Efendi’ye dayandırıyor. Efendiden bu yana siyasallaşan ölüm, marjinalliğin şehitliğin tam da karşısında konumlandırıldığı bir anlayışla, devletin ayrıştırma ediminde ve üzerinde tasarrufta bulunduğu bir konu oluyor. Devlet, “ölümle ve ölümde kimliklendiriyor”.[3] Ancak tüm bunların ötesinde, ölümün de bir ahlâkı olduğunu savunuyor Zeynep Sayın hararetle. Zira ölümün yaşayanlarla ölmüşleri, insanlarla cesetleri mutlak anlamda ayıran bir sınır olması, hepimizi de bu sınırda buluşturabiliyor aynı zamanda. Bu yüzden ölü bedenleri siyasal bir değere indirgememek ve ölü bedenden ölümlülüğü almamak gerekiyor. Zira, sadece ölümlülüğün olduğu bir dünyaya ait olan şefkat ve ölüm ahlâkı bunu gerektiriyor.[4]

Zeynep Sayın ölüm ahlâkı ve terbiyesini ve ölümün nasıl nesneleştiğini asiller ve asiler, şehitler ve marjinallerin ölülerinin gördüğü muameledeki farklılıklar üzerinden ele alırken; gündelik yaşamın isimsiz kahramanlarının nasıl nesneleştiğinden bahsetmiyor çoklukla. Bu arada kalan alanda, şehit ya da terörist olmayan, sıradan vatandaşlar var. Kenan Amcalar, Hanife Teyzeler, Ali Abiler. Yaşamı boyunca siyasetten uzak kalmayı tercih edenler, belki ülkenin siyaset gündeminden midesi bulanıp küsenler, siyasetle ilişkisi televizyonun haberleri ile sınırlı olanlar, işinde gücünde esnaflar, yaşamlarını kocalarına ve çocuklarına vakfeden kadınlar, haberleri dinleyip gazeteleri okuduktan sonra tek muhaliflikleri yanında bulunan ilk kişiye şikâyetlenmek olan amcalar, teyzeler, abiler, ablalar, belki gençler, çocuklar… Şehitlerle teröristler arasında kalan isimsiz geniş kitle ve onların, kim olduklarından bağımsız, sadece yukarıdaki söylemleri üretme malzemesine dönüşen, musalla taşı üzerindeki cansız bedenleri.

İktidarın, biyosiyaset ile insan bedenlerine ve hayat tarzlarına nasıl nüfuz ettiği, çıplak hayatları nasıl siyasallaştırdığı bizlere yabancı değil; özellikle Foucault’dan beri. Bedenlerimiz, iktidarın taşıyıcı virüsleri gibi işlev görüyor modern zamanlarda. Foucault’nun sözde özneleri, yaşam içerisinde iktidarın gözleri, elleri, ayakları, kulaklarına dönüşürken; biyosiyaset, bireyselliği yok ederek bu özneleri tebaalaştırıyor. Ve Agamben’in de savunduğu üzere bu kaçınılmazlık aslında yaşamın alanı ile çok ilintili; zira iktidarın bu sözde özneler üzerinden kendini kurabilmesi için onların yaşıyor olması gerekiyor. Ta ki ölene dek.

Günümüzde iktidarın, sıradan bizlerin cesetlerinin peşini bırakmaması, cesetlerimiz üzerinden bizleri nesneleştirmeye devam etmesi, Zeynep Sayın’ın haykırdığı gibi insanın elinden ölümlülüğünü almaya çalışmak gibi bir şey. Bizleri iktidarın kendisini kurduğu yere, yaşama hapsediyor. Hepimizin eşitlendiği o yere, ölünün kimliksizleşebilme özgürlüğü olduğu bir uzama onu teslim etme dinginliğine varma mücadelemizden bizleri alıkoyuyor. Ölüme ve ölümlülüğe yaraşır bir geçiş ritüelinden de. Halbuki, en önemli geçiş ritüellerden biri cenazeler; hem ölen kişi için, hem de ölen kişinin geride bıraktığı ilişkileri için. İnsan türünü, onun en büyük travması olan, fiziksel var oluşunun sona ermesi gerçeği ile yüzleştiriyor. Varlık ve yokluk arasındaki bu yüzleşme ise, sükûneti, en azından sükûnet talebinde bulunabiliyor olmayı belki de en fazla hak ediyor.



[1] Platon’un Protagoras diyaloğundan aktaran Agamben, Giorgio. Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (Çev. İ. Türkmen). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 47.

[2] Murat Bardakçı’nın bu konuda Habertürk’te yayımlanmış “Er Kişi Niyyetine” başlıklı yazısı için bkz. www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/597298-er-kisi-niyyetine

[3] Sayın, Zeynep. Ölüm Terbiyesi. İstanbul: Metis Yayınları, 2018, s. 85.

[4] Zeynep Sayın, a.g.e., s. 64-68.