Direnişi Hatırlamak (I): Yüksel Karakolu

Tahakkümün ancak şok ve dehşet üreterek sürdürülebildiği bir ortamda, hatırlamanın kendisi siyasal bir eylem haline gelir. “Bu kadar da olmaz” denen şeyler oldukça ve hayat bu yeni normlar çerçevesinde yeniden şekillendikçe hatırlamak; yaşanan şokların etkisinde şekillenen hayattan başka bir hayat olabileceği ümidini temsil etmeye başlar. Hükmeden hatıralara karşılık bizler, yani hükmetmeyenler, hatırlama işini bir karşı-eylem olarak görür ve hatırlamanın siyasetini buradan kurarız. Hatırlamak, mütehakkim hatıralara karşı hatırlamaktır. Olmamış dünyaların ihtimalini ortaya koymak, ölmüşlerin hakkını vermek, haksızlıkları gidermek içindir. Hatırlamayı bir görev olarak, kendi başına ümitvar bir eylem olarak düşünürüz. Hatırlanmayanı hatırla(t)manın, bugünü değiştirme ihtimalini ve umudu beraberinde getireceğini umarız.

Oysa hatırlamak her zaman değişim umudunu hatırlatmaz. İşaret ettiğimiz geçmişte bazen her şeyin olduğundan daha farklı olmuş olabileceğini değil, her şeyin tam da böyle olması gerektiğini görürüz. Örneğin Gezi’yi hatırlamak; özellikle de Gezi’ye dair tüm imgelerin başka imgeler altında kaybolup gitmekte olduğu şu günlerde “biber gazı oley” diye bağıran bir kalabalığı hatırlamak, umuttan çok umutsuzluk getirir. Çünkü o kalabalıklar kaybolmuş, kalabalıkların tekrar bir araya gelme ihtimali bile gözden yitmiştir. O birlikteliğin neşesi ve saflığı, 2013’ten bu yana yaşananların lensinden bakınca insanı kahreder. Gezi’den sonraki ilk zamanlar sıklıkla Gezi’yi hatırlama çağrısı yapıyor olmamıza rağmen bugün, özellikle de Taksim Meydanı’nın ağır bir kentsel müdahaleye tabi kılındığı bugün Gezi’den hiç bahsetmiyor oluşumuz herhalde bundandır. Hatırlamaya dayanamayız.

Siyaset bugün bizler için siyasal iktidarla uğraşmak demektir –devletin yanında ya da karşısında, ama her an onunla olmak demektir. Hatırlamanın siyasallığını da bu ilişki üzerinden kurarız. Ya bu ilişkide güçlü olduğumuz anlara sarılarak umut buluruz ("7 Haziran'ı hatırlayın!"); ya da kaybedilen bir şeyi yaşatmak, iktidarın yok ettiklerinin varlığını sürdürmek için hatırlarız (“UnutMADIMAKlımda”). Hatıralar umut ve umutsuzluk eksenine sıkışmıştır. Geçmiş, yalnızca siyasal iktidarla olan ilişkimizin bir göstergesi olarak anlam bulur. Hatırlamanın bir başka siyasallığı olabileceği aklımıza gelmez. Çünkü siyasetin devletle uğraşmaktan daha fazlası demek olabileceği aklımıza gelmez.

Oysa hatıraların içinde biz de varızdır. Hatırlamak bizden bağımsızca var olan nesnel bir tarihi işaret etmek değil; onu kendimizle beraber yeniden kurmaktır. Bunu tanıdığımızda, hatırlamanın umudu ya da umutsuzluğu geçmiş zaman ile bugün arasındaki bir konumlanmanın ürünü olmaktan çıkar ve bizim yapıtımız haline gelir. Neticede her zaferde olduğu gibi her yenilgide de bizim payımız vardır. Olduğundan farklı olabilecek şeylerden bir tanesi de bizizdir. Hatırlamanın yalnızca öznesi değil nesnesi olduğumuzu akılda tutarsak, hatıraları bu cendereden kurtarma imkânımız olabilir.

Bu yazı, bu zalim rakkasında salınırken ihtiyaç duyduğumuz şeyin böyle bir hatırlama olduğu düşüncesiyle yazıldı. Bir kez değil, açlık grevi süresince defalarca yazıldı, birkaç kez sunuldu,[1] eylemin gidişatıyla beraber pek çok kez mahiyet değiştirdi. Hâlâ bu yazıyı sonlandırmama, yayımlamama, bu konudan konuşmama isteğim ağır basıyor. Buna rağmen bu yazının şu an burada olmasının sebebi öncelikle umut: üzerine bu kadar uzun süre kafa yorduğum düşüncelerin, birbirimizi tanımasak da hemdert olduğumuz başka insanların işine yarayabileceği umudu. Tabii bir de sadakat –yalnızca birlikteliğimize değil, birlikte olamayışımıza sadakat.

***

Bu yazının temelindeki sorular Yüksel Direnişi esnasında, açlık grevinde kritik eşik olduğu belirtilen dönemde ortaya çıkmıştı. Can havliyle insanları sokağa döken acil durum hissinin büründüğü biçimler, endişenin endişe eden insanlar arasında bir gerginlik kaynağına dönüşmesi merak uyandırıcıydı. 2017’nin son aylarında ben nihayet bu yazıyı yazmaya başladığımda düşündürücü olan ise; o zamanlar bu kadar kabına sığmaz olan acil durum hissinin şimdi, açlık grevinin onuncu ayında, neredeyse hiç var olmamasıydı. Açlığın altmışıncı gününde kalabalıkları Yüksel Caddesi’ne sürükleyen can havli, üç yüzüncü günde ortadan kaybolmuştu. Ankara’nın bir yerlerinde kendilerini uzun süreli bir açlığa yatırmış olan insanların bedenleri zamandan, en azından bizim zamanımızdan koparılmış gibiydi. Hepimiz kendi işlerimizi yetiştirmeye çalışıyor, günleri birbirine ekliyorduk. Ben açlık grevi konulu bu yazıyı yazmayı bir haftadan diğerine erteler ve takvim yapraklarının hızla ilerlemesini fazla dert etmezken, açlık grevindekilerin de benimle aynı zamanı yaşadığı aklıma geldiğinde bir an korkuya kapılıyordum. Kısa bir an.

Aynı korku sosyal medya hesaplarında düzenli olarak duyarlılık çağrıları paylaşan kişilerin de, şüphesiz hissettikleri bir şeydi. Ancak yapacak bir şey yoktu. Direnişçilerin isimleri bir tür Filistin’e dönüşmüştü –uğradıkları haksızlık giderek ağırlaşsa da yüzleri eskidiği için aynı ilgiyi görmeyen eski mağdurlar. Haksızlık ancak yeni ve daha önce benzeri görülmedik şekillere büründüğünde ilgi çekiyordu. Süregiden açlığın haber değeri yoktu.[2] Günlük hayatımızın yerinden ve mekânından koparılan direniş bir pencere önü çiçeği gibiydi, bize bir şeyleri hatırlatan ve sanki suyunu verdikçe sonsuza dek orada duracak bir şeydi.

Görsel, İlerihaber internet sitesinden alınmıştır.

Kısa süre sonra açlık grevinin sona erdirildiğini haber aldık. Bir gece ve bir gün süren bir mutluluğun ardından yine sessizlik, ancak bu sefer daha kesintisiz bir sessizlik girdi araya. 2017 yılının sol muhalefetini ve hatta Türkiye siyasetini azımsanamayacak oranda etkileyen bu eylem şimdi kimse tarafından hatırlanmaz gibi. Yüksel Caddesi’nde yepyeni bir karakolumuz var, yanından yürüyüp geçerken ise bu konuda tek bir söz söylemek içimizden gelmiyor. Abluka altındaki heykelin yanından geçerken yolun daralmış olmasından şikâyet ediyoruz en fazla. Açlık grevinin sona erdiği açıklamasından sonra ara sıra karşımıza çıkan, Yüksel Caddesi’nde birilerinin basın açıklaması yapıp polis şiddetine uğradığına (ya da geçen hafta olduğu gibi, bazı isimlerin “direnişten ayrılıp” milletvekili adayı olduğuna) dair haberler haricinde Yüksel Direnişi tamamen sessizliğe gömülmüş gibi. Direnişi hatırlamaya çok istekli olmadığımız aşikâr.

***

Yüksel Direnişi neden hatırlanmıyor? Üstelik de açlık grevinin zaferle sonuçlandığı grevcilerin kendileri tarafından ifade edilmişken, neden? Yüksel Karakolu, bir de eylemcilerin bedenlerindeki izler olmasa; bir yıl önce bütün Ankara’yı sokaklara döken ve muhalefeti eksenine alan bu direniş hiç olmamış gibi. Oysa direniş izleri gözümüzün önünde, sokağımızın ortasında durmaya devam ediyor. Bu karakolun yanından her gün alışkanlıkla, polislerle göz göze gelmemek için başımızı öteye çevirerek yürüyüp geçiyoruz. Açlığın bitmiş olması haksızlıkların bittiği anlamına gelmiyor. Bilakis, Türkiye siyaseti zalim kahkahalar arasında akıp gitmeye devam ediyor. Bu zalim kahkahaya karşı Yüksel ruhundan –2017 yılının bu güçlü toplumsal muhalefet hareketinden– bir ses duyulabildiğini söylemek ise zor. 

Yüksel Direnişi’nden geriye bir şey kalmadığı çünkü direnişin kendisinin kaldığı söylenebilir. Geçtiğimiz günlerde direnişin 500’üncü günü için yapılmak istenen etkinlikler polis tarafından engellendi. Halen, direnişin devamına dair basın açıklamaları yapmak isteyen kişiler polis tarafından darp edilerek gözaltına alınıyor. Polis ise halen Yüksel Caddesi’nde. Bu sayılanları direniş göstergeleri olarak ele alacaksak direnişin hâlâ devam ettiğini elbette söyleyebiliriz. Direniş demek bu demek ise, direnişin kaçıncı gününde olduğumuza dair basın açıklaması yapan insanlar darp edildikleri sürece direniş devam edecektir. Böyle bir direnişin kendinden başka herhangi bir şeyin göstergesi olup olmadığı, dolayısıyla herhangi bir anlamı olup olmadığı sorusu sorulabilir. Ancak bu soru, bu yazının temel sorusu değil. Bu yazının sorusu, zamanında tüm sol muhalefeti birleştirir gibi görünen Yüksel Direnişi’nden geriye neden herhangi bir beraberliğin, herhangi bir kolektivitenin kalmamış olduğu. 

***

Yüksel Direnişi’ni hatırlamak öncelikle 2016-2017 kışını, 2017 yılının bahar aylarını hatırlamayı gerektiriyor. Bu aylar, içinde bulunduğumuz kazanda suların kaynamakta olduğunu bir kez daha fark ettiğimiz bir dönemdi. OHAL yeniydi, hukuk devletinin siluetinin bile gözden kaybolması yeniydi. Henüz parlamenter sistemden “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne bile geçilmemişti. Melih Gökçek’i Ankara’nın ezeli ebedi başkanı sanıyorduk. Büyükelçi Karlov yeni öldürülmüş, ancak henüz Türkiye ordusu Suriye’ye girmemişti. Vatanı söz konusu edip her şeyi teferruat kılacak sınır ötesi operasyonlar çok daha sınırlı olarak, örneğin Hollanda makamlarıyla kapışan bir bakanın şahsında gerçekleşiyordu. Türkiye’de demokrasinin zaferini taçlandıran yeni düzen ilk adımlarını atarken bu adımların altında kalanlar ses çıkarmanın yollarını arıyorlardı. Bazı şeyler ise değişmiyordu –bu sene olduğu gibi geçen sene de o çok mühim, her şeyin sonu ya da başlangıcı olması beklenen seçime hazırlanıyorduk. Belki yeni düzenin henüz çok yeni olması sebebiyle, belki de aynı yılın nisan ayındaki referandumun beklentisiyle korku duvarı yoklanıyor, çeşitli direniş denemeleri kendini gösteriyordu.

Bu direniş denemelerinin çoğu 15 Temmuz’un ardından gelen KHK’larla işten çıkarılan kamu emekçilerinin ve özellikle de akademisyenlerin alanında gerçekleşti. İktidarın yeni eylemleri son derece inovatif ve alışılmadıktı. Bu eylemlere karşı yenilikçi ve daha önce benzeri görülmemiş türden karşı-eylemler geliştirilmesi de kaçınılmaz görünüyordu. İktidar varsa direniş vardı ve madem iktidar giderek şirazeden çıkıyordu, direniş de şirazeden çıkacaktı. Ancak dayanışma akademileri, sokak protestoları, toplantılar ve en çok da sözlerle ayakta tutulmaya çalışılan direniş ortamı arzu edilen güce ve etkiye ulaşmadı. Birer direniş eylemi olarak başlayan faaliyetlerin çoğu ya sönümlendi (7 Şubat KHK’sı sonrası DTCF ve Mülkiye çevrelerinde başlayan #HayırGitmiyoruz gibi) ya da “direniş” vasfını yitirerek –yani iktidarla varoluşsal bir çatışma içinde olmaksızın– varlığını sürdürdü (Dayanışma Akademileri gibi).

Bu dönemde başlayan direniş girişimlerinden bir tanesi ise yalnızca direniş olarak varlığını sürdürmekle kalmadı; diğer bütün eylemlerin arasından sıyrılarak görünürlük kazandı, KHK uygulamalarından doğan tepkiyi kendi etrafında örgütledi ve Türkiye muhalefetinin 2017’deki gündemini büyük oranda belirledi. Bu eylem, Yüksel Direnişi’ydi. Eylemin kendi içerisinde barındırdığı çeşitlilik, bileşenlerin çoğulluğu ve direnişin mekânsallığı bunu kolektif ismiyle, yani Yüksel Direnişi olarak anmayı gerektirirdi. Ancak direniş kolektif bir eylem olmaktan ziyade, bazı merkez personaların etrafında örülen bir kolektivite olarak ilerledi. Bu nedenle bugün bu direnişi daha çok direnişçilerin isimleri ve personalarıyla anar haldeyiz: Nuriye ve Semih.

Bu merkezileşmede Türkiye solunun direniş kavramıyla kurduğu sorunlu arzu ilişkisinin etkisi var.[3] Türkiye solu için kendi başına bir değer haline gelmiş olan direniş kavramı, Yüksel Direnişi’nin içerdiği pek çok eylemde neredeyse saf halde karşılanır vaziyetteydi. En “direniş gibi direniş” başından beri Nuriye Gülmen’inkiydi: cadde ortasında, yağmurda ve soğukta, herkesin korktuğu bir ortamda güvenlik güçlerine karşı tek başına duran bir kadın, bir aydın. Nuriye Gülmen’in yanında direnen başka bedenler de, farklı noktalarda ve farklı sebeplerle –ama her zaman kendi isimlerini taşıyarak– eylemin odağı haline geldiler.

Yüksel Direnişi’nin ortak noktası bedeni ve mekânı bir eylem sahası haline getirmesiydi. Bu mecrada daha ileri gidebilenler ve o kadar ileri gitmeye cesaret edemeyenler vardı. Bu ikinci grubun rolü, bedenini direniş sahası haline getirmeye cesareti olanlara, ileri gitmeye cesareti olanlara destek vermek olarak kurgulanıyordu. Halen devam eder görünen bu çerçeve içerisinde, direnişin merkez öneme sahip eylemi açlık grevi oldu.

Açlık grevi hayatın kendisini bir soru işareti haline getirmişti. İktidarın ve direnişin dikkatimizi ortakça çektiği mesele, her hayatın yaşanabilir (ya da yaşanmaya değer) olmadığıydı. Bazı hayatlar ölüme mahkûm edilebilirdi. Buna karşılık, ölüme mahkûm edilen hayatlar kendi mahkûmiyetlerini açlık grevi aracılığıyla bir eylem haline getirdiler ve karşılarına konulan meseleyi kamuoyunun önüne sürdüler: “Bizi açlığa mahkûm etmelerine izin vermek zorunda değiliz.”[4] Bu haliyle açlık grevi kamuoyuna sorulan bir soruydu –bizi açlığa mahkûm etmelerine izin verecek misiniz, yoksa elinizi taşın altına koyup buna bir dur diyecek misiniz?

Hayat kendi kendini sürdürebilir durumda değildi, sürüp sürmeyeceği kamunun eylemine bağlıydı. Bireysel görünse de açlık grevi bireysel bir eylem değildi –açlığa mahkûm edilmiş bedenlerin kamusallığı, kendini bu kamuya dahil gören herkesi eyleme çağırıyordu. Ve kamu bu çağrıya yanıt verdi. İnsanlar sokaklara indiler ve açlık grevinin onlardan talep ettiği gibi, ses çıkardılar. Bu ses açlık grevini bitirmeye yetmedi, zira açlık grevinin muhatabı kamu değil, karakamu idi. Açlık grevi ancak aylar sonra, meclis komisyonunun verdiği kararın sonrasında bitirildi. Ancak yine de, Nuriye’nin dediği gibi, “Biz kazandık, şüphemiz yok”.[5]

“Biz kazandık” –demek ki kamu eylemini yerine getirmiş ve hayatın bu eylemiyle hayatın sürmesini sağlamış bulunuyor. Ancak aynı kamu kendisinin gücüne ve eyleyebilirliğine bir kanıt olan bu momenti bugün unutmuş görünüyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki açlık grevinin ortaya attığı soru başka türlü cevaplanmış olsaydı –yani hayatın kaybedilebilir olduğu teyit edilmiş olsaydı– bu türlü bir sessizlik söz konusu olmayacaktı. Kayıplarımızı imgeler ve sözler arasında yaşatmayı bu kadar iyi bildiğimiz ve sevdiğimiz halde kendi zaferimizi hatırlamaktan imtina ediyoruz. Bu hikâyede eksik olan bir şeyler var.

Bu eksiklik bir şeyleri saklamaya çalıştığımız anlamına gelmiyor. Belki ne yaptığımızın farkında değiliz, belki dönüp kendimize bir bakacak takatımız yok. Ancak her durumda, şimdi hikâyeyi tamamlamak için uygun bir zemindeyiz. Yüksel Direnişi OHAL sürecindeki ortak tarihimizin en önemli dönemeçlerinden biriydi. Direniş boyunca söz konusu edilen ve bu konuda konuşmak isteyen herkesin elini kolunu bağlayan bir ahlâki mesele vardı –biz kabul etsek de etmesek de birileri bizim için direniyordu,[6] bizim için bedenlerini ortaya koymuştu. Şu an hiçbir beden bizim için açlık çekmediğine ve siyasetimizi bu aciliyet trenine bağlamadığına göre, şu an düşünmek zamanıdır. Direnişin bedenler üzerinde ne izler bırakmış olduğunu bilemeyiz, ama her gün geçtiğimiz sokaklar üzerinde kalan iz hepimizin. Yüksel Karakolu bizi hatırlamaya çağırıyor. Hatırlayalım.



[1] Bu çalışma henüz oluşumunu tamamlamamışken iki farklı dinleyici grubuna sunuldu. İlk sunum Paris’te yaşayan Türkiyeli bir çevre tarafından Gezi’den sonra kurulmuş bir ağ/mekân olan nogozon’da; ikinci sunum ise London School of Economics’teki Güncel Türkiye Çalışmaları tarafından düzenlenen bir sempozyumda gerçekleşti. Her iki sunuma katılan dinleyiciler ileri sürdükleri sorular ve sorunlarla bu çalışmanın ilerlemesine katkıda bulundular. Birbirinden çok farklı bu iki dinleyici grubuna, ancak özellikle de hiçbir mücbir sebep olmadığı halde bir cuma akşamı beni dinlemeye gelen, sunum sonrasında hararetli bir tartışma yürüten ve heyecanlarıyla beni bu çalışmayı sürdürmeye teşvik eden nogozon taifesine teşekkürü borç bilirim.

[2] Eylemin ne şekilde ve ne zamanlarda ilgi gördüğü özellikle sosyal medyadaki paylaşım hacimlerinden takip edilebilir. Bu konu yazının ikinci ve üçüncü kısımlarında daha yakından ele alınacaktır.

[3] Çok güçlü iktidara karşı kendi küçük imkânlarıyla boyun eğmeyen, diz çökmeyen direnişçi imgesinin yalnızca Türkiye solunda değil, Türkiye siyasi toplumunun tamamında bir arzu nesnesi haline dönüşmüş olduğu söylenebilir -ancak elbette farklı isimler altında.

[4] BBC Türkçe, 12 Mayıs 2017, “Açlık grevinde 65. Gün: ‘Bizi açlığa mahkum etmelerine izin vermek zorunda değiliz”, erişim tarihi: 3 Mayıs 2018. URL: https://www.youtube.com/watch?v=f811q958Ta8

[6] Yasin Durak, “Perilere İnanır Mısınız?”, 14 Temmuz 2017, erişim tarihi: 3 Mayıs 2018. URL: http://siyasihaber3.org/perilere-inanir-misiniz