Beyin, bilinç ve duygular üzerine çalışmalarını sürdüren çağdaş nörobilimci Antonio Damasio, 17. yüzyılın etkili filozofu Spinoza’nın nörobilimin öncüsü olduğunu ileri sürer. Spinoza’ya göre, insanın tabi olduğu üç temel duygulanım vardır. Bunlardan biri keder, diğerleri sevinç ve arzudur. Duyguyu şöyle tanımlar Spinoza: “Duygu derken, bedenin etki gücünü çoğaltan ya da azaltan, bu güce yardımcı ya da onu engelleyen bedenin değişik hallerini ve aynı zamanda bu haller hakkındaki fikirleri kastediyorum.”[1]
Sevinç duygusu, insanın yaşam gücünü ve etkinliğini çoğaltırken, keder, yaşam gücünü, etkinliğini, direncini azaltır.[2] Varlığını sürdürme arzusunu ise “conatus” kavramında açıklar. Bir nevi içsel güçtür conatus, kendi varlığında sürüp gitme çabasıdır.[3] İyi karşılaşmalar, conatusumuzu çoğaltırlar. Her birimiz âşık olduğumuzda, faydalı bir bilgiye eriştiğimizde, dayanışma içinde olduğumuzda, ürettiğimizde canlı capcanlı hisseder, kendimizi dünyaya ve başkalarına açarız.
Ve bir bedenin kudretinin neye yetip yetmeyeceği bilinmez, der Spinoza.
Beden akışlarımız konuşma, yürüme, yeme içme, çalışma, cinsel pratikler gibi birçok pratik etrafında kurulur ve şüphesiz aile, toplum, iktidar tarafından şekillendirilir. “Uygun adım marş!” epey şey söyler. Fakat tüm uygun adımlara rağmen, bedenin gücü bugün dahi belirsizliğini korur. Ve iktidarlar bu belirsizlikten çekinirler. Zira sınırlandırılmamış, etkin bir beden baştan çıkıp pek çok şey yapabilir. Kitleler, yönetilebilir olmak için halk, vatandaş, bir sınıf ve kimlik sahibi yapılarak sınırlandırılmalı, kederlenerek gücünü yitirmelidir.
Spinoza, kederin üzerimizdeki olumsuz etkilerinin despot ve rahip tarafından da bilinip kullanıldığına yüzyıllar önce işaret etmiş ve eklemiştir: “Doğada hiçbir şey yoktur ki bir başkası ondan daha güçlü ve daha cesur olmasın. Var olan her şey ne olursa olsun, onu yok edebilecek kadar güçlüsü de vardır.”[4]
Evet; güç, zayıflık, cesaret, çatışma, yenilgi ve yengi vardır! İktidarların hükmeden, diğer sesleri bastıran, kederlendiren ritimleri vardır. Bir iktidar, Barthes’ın işaret ettiği gibi, her şeye bir ritim dayatabilir: yaşama, zamana, düşünceye, dile, bedene… Böylece başka tür bir yaşam kurma, başka bir mekâna, zamana sıçrama olasılığımız elimizden alınabilir. Şüphesiz üzüntü ve keder yeryüzüne yeni düşmemiştir. Her geçmiş ve geçen gün, bedenlerimizi, hayatiyetimizi, var olma çabamızı kısıtlamaya devam eder. Nitekim bunca savaş, milyonlarca ölüm, yıkım, hastalık, yoksulluk ve baskı görmüş 20. yüzyıl öznesi ve bu öznenin çocukları elbette üzüntülü, kederlidir.
Peki ya bugünün, 21. yüzyılın öznesi? Erken bir sorudur belki de. Yine de üzerine düşünülemeyeceği anlamına gelmez. Yaşayan Fransız felsefeci Catherine Malabou, bu soruya yönelik bir değerlendirme ve önermede bulunur.[5] Bugün iktidarların güç kullanmak için ihtiyaç duyduğu ve telkin ettiği şey kayıtsızlıktır. İnsanların yaşama, olup bitene dair kayıtsızlığı, iktidarın güç için kullandığı haldir. Bu kayıtsızlıkla oynar iktidarlar. Kayıtsızlık, bir üzüntü veya keder değildir. Kayıtsız oluşa dahi kayıtsız kalmaktır. Tüm duygulanım biçimlerinin yitmesidir. Üzüntü ve keder başka bir şeye dönüşebilme kapasitesine sahipken, kayıtsızlık, herhangi bir duygulanımın, dönüşebilme kapasitesinin yok edilmesiyle sonuçlanır. Merak kapasitemizin son bulmasıdır.
Aristoteles’ten beri bilinir. Merak ilk tutkudur. İnsanı uyandıran ilk şey. Merak, Latince admiratio kelimesinden türer. Admiratio, bir şey karşısında, o şey ki güzel veya beklenmedik veya bilinmedik bir şeydir, şaşırmak, heyecanlanmaktır. Her insanın sahip olduğu şeydir, zira her insan kendini dünyaya, bir başkasına açar. Merak olmadan, insan sadece dünyaya kapanmaz, aynı zamanda kendini de hissedemez. Kim olduğunu bilmek için insan, duygulanabilmeli, kendiyle bir başkasıymış gibi temas edebilmelidir.
Bugün, duygular üzerine çalışmalar yapan nörobilimciler, kayıtsızlığın, merak duygusunun karşıtı olduğu savına varıyor. Ağır beyin lezyonları ve travma geçirenlerin, merak duygusunu, bir başkaya açılma kapasitesini kaybettiği gözlemleniyor. Nörobilimciler, bütün duygulanımlardan kopuşa yol açan yeni bir durumdan, insanın kendinden kopuşundan, bir kesilmeden söz ediyor.
Bu kopuş, Alzheimer hastalarında net olarak görülür. Damasio gibi nörobilimciler, bu halin sosyal travma geçirmiş veya tecavüze, tacize maruz kalmış kişilerde veya evsizlerde ya da çok ağır depresyon geçiren kişilerde de görülebildiğine işaret ediyor.
İşte bugünün öznesi, kopuş ve kayıtsızlık içinde, bir karar almakta anlam bulamayandır. Bugün sadece travmatize olmuş insanlar için değil, belki de her birimiz için, duygulanımla anlam arasında gizli bir yarık oluşmuştur. Günümüzün öznesi, etkilenmeyen, merak etme kapasitesini kaybetmiş olandır. Dolayısıyla, mesele artık sadece yaşama gücümüzün kederle azaltılması değil, bir kopuş ve umursamazlık içinde, kendi gücümüze dahi kayıtsız olmaktır. Bu durum, anbean aldığımız haberler ve uğradığımız şoklarla, duygularımıza soğumayla, empatiyi kaybetmekle, siyasete ilgisizlikle kendini gösterir. Siyaset de bundan yararlanır, zira böylelikle, direnme, karşı çıkma gücümüz elimizden alınmıştır. Bugün iktidarlar, travmaları ve kayıtsızlık halini iyileştirmek yerine, bundan avantaj sağlamaya çalışır.
Politik şiddet, ardı ardına şoke eden haberlerle, anlam verilemez kazalar gibi hissedilir. Sosyal olarak travmatize olmuş insanlar, deprem gibi doğal afetler sonucu travmatize olmuş kişilere benzer. Catherine Malabou’nun bu tespitlerine katılmamak güç. Bugün, güneydoğu illerimizde meydana gelen feci deprem sonrası yaşadığımız dehşet, sadece depremin ve ölümün dehşeti değil, öncesi ve sonrası travmalarımıza, yaralarımıza da dairdir.
Peki bu politik şiddete, kedere, kayıtsızlığa karşı durulabilir mi?
Şiddeti azaltmak, öncelikle anlamlandırabilmekte gizli değil midir? İnsan, şeylere ancak isim vererek hükmedebilir. Psikologların kendimizin efendisi olmaktan kastettiği şey de benzer olmalıdır. Karşılaşıp bildiğimizle ilişki kurabilir, mesafelenebilir, bilinmezin bizi çepeçevre sarmasına karşı koyabiliriz. Ölüm karşısındaki yasımız, ölümün insan doğasının bir parçası olduğunu bildiğimizde azalmaz mı örneğin? Bildiğimizde, acı da olsa yerli yerine oturur şeyler, katlanılabilir hale gelir. Nedenleri kavrayıp adlandırabildiğimizde içimizdeki travma ve acıyı da uyandırabilir, yönetebilir, etkin bir güce dönüştürebiliriz. Politik olarak içine düşürüldüğümüz kederin, kayıtsızlığın, şiddetin sebeplerini görebilmek de benzer bir etki yapabilir. Spinoza felsefesine uygun bir yaklaşımdır bu: İnsan, eylem ve duygularının nedenlerini kavrayabildiğinde, onlar üzerinde etkili kararlar verebilir, eylemlerini değiştirebilir; yaşam böylece dayatılan bir şey olmaktan çıkıp insanın dönüştürebileceği bir şeye evrilir.
Ve dahası, kültür duygularımızda bir yer bulabiliyorsa kalıcıdır, der Damasio.[6] O halde, şeylerin sebeplerini görmeye çalışıp arzu etmediğimiz yaşam ve eyleme biçimlerinin, şiddetin, kederin, kayıtsızlığın varoluşumuzun ve kültürümüzün bir parçası olmasına direnebiliriz. İktidarların ruh hallerimizi, arzularımızı yönlendirmesine ve ele geçirmesine karşı durabiliriz.
Bu direnişin bir yanı bu kavramlar etrafında kurulan düşünceler, teoriler, örgütlenmelerdir elbet. Diğer yanı ise, yaşamın içinde kendini sürekli serimler. Ağaca bakışımız, suyu kullanma, eti tüketme biçimimiz ekoloji konusundaki duyarlılığımıza işaret eder. Bir kız çocuğuna, tanımadığımız bir oyuncuya uygulanan baskı ve tacizlere ilişkin tutumumuz feminist anlayışımızı şekillendirir. İmar yasalarına ilişkin tavrımız, depremzedelere uzattığımız el, sorumluları çağıran tok sesimiz yaşama olan ısrarımızı ortaya koyar. Çocuklara, engellilere, hayvanlara, kırılgan tüm varlıklara göstereceğimiz özen yaşamla münasebetimizi belirler. Baskılanmış güçlere kendi ifade alanlarını tanımak, başka bir cinsi kimlik, dil veya tavır taşıyan, başka bir inanç ve yaşam biçimi süren insanlara, beğenmesek de, menfaatlerimiz çatışsa da alan açmak, sınırlarımızı bilip durmak, yaşama, evrensel hak ve değerlere dair yaklaşımımızı belirler. Yaşamın, içerdiği tüm varlıklarla sürekli bir birliktelik, değişim ve oluş süreci olduğunu benimsemek bir yaşam felsefesini içselleştirir.
Sıkça toplumların değer kaybından söz ederiz. Toplumlar, bireylerden ibarettir oysa. Bugün bireysel yaşantılarımızda hangi değerleri önemseyip yaşatıyoruz? Dürüst ve adil miyiz? Yapıcı olmaya ve toplumsal dayanışmaya inanıyor muyuz örneğin? Yoksa kötülük, öfke, vicdansızlık ve utanç karşısında günbegün bizler de alçalıyor muyuz? Yoksa ancak yer yarıldığında, dehşet veren ölümler karşısında mı kendimizle ve olup bitenle temas edebiliyoruz? Olup bitenler bir gecede olup bitmiyor oysa.
Bugün görünen o ki, kayıtsızlığımızı bir an olsun aşabilmek için dahi, bir sarsıntıyla, bir felaketle, bir dehşetle uyanmak gerekiyor. Başkalarını ve ihtiyaçlarını ancak dehşete düştüğümüz zaman mı fark edebiliyoruz… Duyarlılık eşiğimiz bugün felaket ve ölüm arasında bir yerde midir? Toplumsal dayanışma duygumuzu ve etkinliğimizi harekete geçiren şey, yeryüzünün ansızın kırılması ve inşa ettiğimiz betonların altında kalan nice yaşam mıdır? O kırılmaya kadar kayıtsız kalmış vicdanımızın sesini veya gizliden gizliye duyduğumuz suçluluk duygusunu bir parça bastırmak ve nefes alabilmek için mi el uzatıyoruz? Yoksa kolektif bilincimizde, arketipimizde hâlâ yaşayan bir kurban ayinine, biz de buradayız diyerek katılmanın bir yolu mu bu sadece? Eğer böyleyse, kutsadığımız yaşam değildir ve ayin sona erdiğinde, döneceğimiz yer bellidir.
Esas soru şudur öyleyse: Bizi sürekli aşağı çeken keder ve kayıtsızlık yerine, yaşama dönük bir sevinç duygusunu, kendimiz ve diğerleri için bir var olma ısrarını, günlük hayatlarımızın içine yerleştirebilir miyiz? Öfkemiz, hayal kırıklıklarımız, iniş çıkışlarımıza rağmen iyicil duyguları Damasio’nun isimlendirdiği gibi bir arka plan duygusu yapabilir miyiz? Yaşamın olağan akışı içinde herkes için adil ve iyicil olan taleplerimizde ısrar edip direncimizi ve dayanışmamızı sürdürebilir miyiz?
Zor göründüğünde anımsamalıyız. İnsan varlığı ve yaşam çok şey görmüş, yine de tükenmemiştir.
Uykulara sığınsa da şair, bilir. Hayat, uyumalar ve uyanmalardan ibarettir.
[1] Spinoza, Etika, çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Yayınları, 2020, 9. Baskı, 3. Kitap, Tanım 3, s. 131.
[2] Bu konu etrafındaki değerlendirmeler için ayrıca bkz. Gilles Deleuze, Spinoza: Düşüncenin Hızları, çev. Sadık Erol Er/Celal Gürbüz, Çizgi Kitapevi 2021, s. 15 vd.
[3] Spinoza, Etika, s. 137 vd.
[4] Spinoza, Etika, 4. Kitap, Aksiyom, s. 201.
[5] Bkz. Malabou, “From Sorrow to Indifference”, Provost’s Lecture Series, 2013, https://www.youtube.com/watch?v=KoAd1lQ1bXM
[6] Bkz. A. Damasio, Descartes’ın Yanılgısı: Duygu, Akıl ve İnsan Beyni, ODTÜ Yayıncılık, 2021, 1. Basım; A. Damasio, Looking For Spinoza, Vintage Books, 2004.