Göç kuzeyin korkusu olmayı sürdürüyor. Her gün kitlesel halde güneyden kuzeye göç eden on binlerce insan, doğal sınırlar olan çölleri, dağları, nehirleri, denizleri aşıp, insan eliyle çizilen sınırlara dayanıyor. Geçmişte sınır taşlarıyla bilinen sınırlar artık tel örgülerle, duvarlarla, teknolojik araçlarla çevrili ama hâlâ geçirgenler, gelip sınır diplerine dayananlar bir şekilde, en son teknolojinin kullanıldığı dijital ve betondan duvarlardan oluşan sınır sisteminin çatlaklarından diğer tarafa geçmenin yollarını bulup sınırlar ötesine geçiyorlar.
İklim değişikliği, kapitalist üretim ilişkilerinin yaratığı ekonomik sistem, bölgesel savaş ve çatışmalar sürdüğü sürece kitlesel göçler de durmayacak. Dünya önüne geçilmez bir dönüşüme girmiş durumda, önümüzdeki yıllarda kuzey ülkeleri başta olmak üzere dünya daha da kozmopolit bir hal alacak. Saf olanın hızla melezleşeceği bir süreç çoktan başladı. Bu sadece ırksal bir melezleşme değil, dil, coğrafya, siyaset, edebiyat, sanat, eğitim, var olan her şeyin melezleştiği bir dönemin ergenlik evresindeyiz. Bu melezleşmenin artık önüne geçilemez ama bugünün ulus-devletlerinin yöneticileri akıllarını başlarına alır, dünyanın hayrına, bu süreci daha iyi yönetebilirse insanlığın ve dünyanın geleceği, belki daha az zararla kurtulabilir.
Antroposen, yani İnsan Çağı olarak adlandırılan, insanoğlunun Dünya’ya olan etkisinin en üst düzeye çıktığı, Sanayi Devrimi’nden bugüne devam eden dönem, küresel ölçekte yarattığı iklim, çevre, ekolojik ve ekonomik krizlerle, dünyanın sonunu getirebilir. Antroposen çağın yarattığı krizler, tıpkı buzul çağı sürecindeki gibi küresel bir göçe sebep olmakta, o dönem binlerce yıl süren göç süreci, mevcut teknoloji ve imkânlarla daha da hızlanmış durumda.
Bu göç süreci ulus-devletler ve onları yönetenler açısından bir kâbusa dönmüş durumda, bu sürecin gerçekliğini idrak edemeyenler, göçmen/mülteci karşıtı güçlü bir dalga yaratmış durumdalar. Bunların başını, en sağdan, ırkçı–faşist hareketler çekse de, liberaller, muhafazakârlar, demokratlar, solcuların da içinde olduğu popülist siyasetçiler, bu dalganın yaratığı şehvete kapılmış durumdalar. Göçmen/mülteci karşıtlığı siyasi partiler ve siyasetçiler için bugün önemli bir seçim aracına dönmüş durumda. Son yıllarda Macaristan, Polonya, Hollanda, Slovenya gibi ülkelerde göçmen karşıtı partiler iktidara geldi, kuzey ülkelerinde, özellikle son birkaç yıldır, göçmen karşıtı partiler ve hareketler güçleniyor. Belki de önümüzdeki seçimlerde Donald Trump, bu dalga sebebiyle yeniden ABD başkanı olacak.
Göçmen karşıtı dalganın gücü, kuzey ülkelerindeki hükûmetleri göç, sığınma ve iltica konularında yeni düzenlemeler yapmaya zorluyor. Pek çok kuzey ülkesi gibi Fransa da 2023 yılının sonunda yeni bir göçmen karşıtı yasayı onayladı. Özünde bu ülkeler çıkardıkları bu yasalarla, altına imza atıkları Cenevre Sözleşmesi başta olmak üzere mülteci ve göçmenlerin hukuki durumuna dair sözleşme ve protokollerin etrafında dolanmaya, bu belgeleri kadükleştirmeye çalışıyorlar ve insanlığın başta BM olmak üzere evrensel hukuk ve insan haklarına olan inancını yitirmesine sebep oluyorlar. Peki yeni gelenlere karşı mevcut ıraksaklaştırma politikaları da dahil olmak üzere, yeni çıkan bu yasalar ve düzenlemeler, sınırların güvenliği için geliştirilen onca teknoloji, harcanan paralar, “göçmen sorununu” -ki onlar göçü günümüzün en büyük sorunu olarak görüyorlar- önleyebiliyor mu? Tabii ki hayır, olsa olsa insan ticareti ve kaçakçılık piyasasının fiyatını artırıyor. Bu durum, göç yollarını ölüm güzergâhları haline getiriyor. Her yıl on binlerce insan çıktığı yolda, hedefine ulaşamadan hayatını kaybediyor. Ama yüz binlercesi sınırlara, yasalara aldırmadan, varacağı yere varıyor.
Bugün, küresel ölçekte eşitsizliklerin arttığı bir dünyada göç ve göçmenlik hızla artıyor. Yeni gelenler ulaştıkları yerlerde, mevcut göçmen karşıtı hareket tarafından ne kadar ötelenip, toplumsal hayatın dışına itilmeye çalışılırsa çalışsın, yeni bir hayat kurmayı sürdürüyor. Varmak istedikleri yere vardıktan sonra, kurulan yeni hayatta, her ne kadar mevcut politikalar onları görünmez kılmak istese de, günümüz dünyasında bu gerçekleşmesi imkânsız bir çaba olarak kalacak. Çünkü, her ne kadar, onları oraya doğru iten küresel ve bölgesel krizler olsa da, onları çeken etmenler de var ve bunların başında, kapitalist piyasanın çarkının dönmesi için gerekli ucuz işgücü ihtiyacı geliyor. Yeni gelen yedek ve ucuz işgücü olarak var olduğu sürece, emek piyasası değer kaybedecek, yoksulluk aşağıdan yukarıya doğru ilerleyip, eskileri de içine çekecektir. Bugün başta orta sınıflar olmak üzere, yoksullar ve emekçiler içinde göçmen karşıtı harekete önemli bir yöneliş var. Ve özellikle popülist sağ siyasetçiler ile ırkçı faşist düşünce bu toplum kesimleri içinde güçleniyor.
Mevcut göçmen karşıtı dalga sebebiyle, dünyada göçmenlerin koşulları hızla kötüleşiyor ama sığınmacı sayısı da artıyor. Kayıt dışına itilme, kayıt dışı emek piyasasını genişletiyor. Artık günümüz dünyası emeğin de hareket halinde olduğu, “hareketli emek” dönemine girmiş durumda. Vasıfsız emekle birlikte, eğitimli-kalifiye emeğin de sınır ötesi hareketi gün geçtikçe artıyor. Sınıraşırı emek, sınırını aşıp girdiği emek piyasasını da dönüştürüyor. Emek piyasası hızla bu ucuz ve yedek işgücüne yöneliyor. Emek piyasalarındaki bu dönüşüm geçmişte, bölgesel ve küresel savaşlardan sonra olurdu, şimdiki sebepleri değişti; bunların başında kuzeyin tükettiği güneyin kaynaklarının artık yok olması ve geriye insan emeğinden başka bir şeyin kalmaması geliyor.
Tabii ki küresel göçün tek sebebi bu değil; iklim değişikliği, ekolojik yıkımın gün geçtikçe daha da insan ve canlıların yaşamlarını etkilemesi sebebiyle, iklim ve çevre adaleti kavramlarının içeriği, bu etkilere maruz kalan özneler tarafından yeniden doldurulur. Kuzeyin yüz yıllardır desteklediği yerel iktidarların insan hayatını hiçe sayan politikaları, iktidar savaşları, lokal ve bölgesel çatışmalar insanların “yaşama hakkını” ortadan kaldırıyor. Bu ülkelerdeki diktatöryel ve despotik rejimler, vatandaşlarının insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmalarını engelliyor, adalete erişim, insan hakları, demokrasi ve insan onuruna yakışır bir yaşam isteği ve daha pek çok sebep insanların her şeyi geride bırakıp yollara düşmelerine sebep oluyor. Yeni gelenlerin vardıkları ülkelerde, yıllar geçtikçe, sığınmacı ya da misafir olma düşüncesi sona eriyor ve onlar da yaşadıkları ülkelerin diğer vatandaşlarına eşit olma mücadelesi vermeye başlıyorlar.
Bugün dünyada o “eşit olma mücadelesi” yeni bir dalga olarak yükseliyor. Bu yıl, 23-25 Ocak tarihleri arasında Cenevre’de düzenlenen “Dünya Göç ve Kalkınma Formu” kuzeyden ve güneyden yüzlerce aktivist, sivil toplum örgütü ve hükümet temsilciliğine “ev sahipliği” yaptı. Forum kapsamında yapılan onlarca oturum ve toplantı, kuzeyli ev sahiplerinin beklentilerini ne derece karşıladı bilemem ama özelikle yeni kuşak göçmenlerin yaşadıkları ülkelerde “eşit olma mücadelesinin” ilan edilmesi açısından oldukça önemliydi. Göçün kaynak ülkelerinden gelen gençler ve kuzeye göçle gelenler, özellikle de genç kadılar, her vesileyle “Geleceği istemiyoruz, bugünü istiyoruz!“ cümlesini haykırdılar. Melezleşen dünyada artık yeni ve yaratıcı bir kuşak var, kayıtdışı atölyelerde, tarımsal işletmelerde, fabrikalarda emekçiler, ofislerde, sivil toplumda, mağazalarda çalışanlar, kendi işlerini kuranlar, eğitimlerini sürdürenler var, bu kuşak hayatın içinde, her yerinde yer alıyor.
İçinde doğup büyüdükleri, sürekli değişen dünyanın gerçekliğinin farkındalar, buna kendi hayatlarıyla tanık olmuşlar, bu yüzden daha güçlüler. Türkiye’de iyi eğitim almış Türkiyeli ve Suriyeli gençler, onlara bu ülkede onurlu bir yaşam şansı vermediğimiz için bu ülkeyi bırakıp gidiyorlar. Gittikleri ülkelerde yeni bir yaşam kuruyorlar.
Güneyden kuzeye yönelen göçmen işçiler, körfez ülkelerinde, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da ve diğer ulaştıkları yerlerde, düşük ücretlere, emeğin ucuzlaşmasına karşı örgütlenmeye başlıyorlar. Göçmen işçi sendikaları, dernekleri ve inisiyatifleri dünyanın her tarafında filizleniyor. Emek piyasasının göçmen emeğini ucuz tutmak ve onları sömürmek için ulusal yasa ve kanunlarda sürekli değişiklikler yapması, onları vazgeçirmiyor. Geldikleri ülkelerde içerisine girdikleri emek piyasasını tanımaya ve onun içine yerleşmeye başladıklarında kendi emeklerinin o emek piyasaları için ne denli değerli olduğunu ve sistemin onlara ihtiyacı olduğunu anlamaya başlıyorlar. Kayıtdışı alanlardan çıkıp, sosyal güvenlik sistemlerine dahil olmak için çeşitli yollar deniyorlar. Geçerli sistemin sürekli kayıtdışına ittiği mevcut durumu zorluyorlar ve dünyanın farklı yerlerinde sosyal güvenlik sistemlerinde delikler açılıyor. Sendikaların güç kaybettiği bu dönemde, ülkelerde göçmen işçi sendika girişimleri oluşmaya başlıyor. Küresel ekonomik krizlerin sıklaştığı günümüz dünyasında, “eşit olma mücadelesi” emek piyasasında daha da güçleniyor. Özellikle bu talep genç kadınlar ve kadın hareketinin enerjisiyle yol alıp güçleniyor. Bu girişimler, taban örgütlenmeleri olarak, göçmen işçilerin emek piyasası içindeki haklarını ararken, taban hareketleri içinde yer alan kadınların yoğunluğu, başta kadın hakları olmak üzere göçmen toplumunun içindeki kırılgan kesimler için de çalışmalar yapmaya başlıyor ve bu durum diaspora oluşumunu da hızlandırıyor. Genç kuşak göçmenlerde ana vatan kavramı zamanla silikleşmeye başlasa da diaspora kaynak ülkeyle de iletişimini sürdürüyor ve bu durum göçün sürekliliğini sağlıyor. Bir yandan da geride bırakılana sağlanan maddi destek -ABD’den Latin Amerikalı göçmenlerin ailelerine gönderdikleri para 2023 yılında yaklaşık 155 milyar- bu sürekliliği sağlıyor. Örneğin bu ilişki, Meksika ile ABD arasında çok güçlü bir ağ yaratmış durumda ve bugün bu ağın içinde binlerce kurum ve aktivist yer alıyor. Bu ağ hem ABD seçimlerine hem de Meksika seçimlerine, bazı eyaletlerde etki edebilecek bir güçte.
Diasporanın kaynak ülkeyle kurduğu ilişki diğer yandan da kendi kültürlerini korumayı sağlarken, diğer yandan da onuna bulunduğu ülkede de var olma direngenliği de sağlıyor. Yeni gelenin kendi kültürüyle var olma talebi, yerel toplumun/eskilerin belki de en çok rahatsız olduğu konulardan biri olmayı sürdürüyor. “Gelip kültürümüzü bozdular!” serzenişi en sık duydukları cümlelerden; bunu bir göçmen sanatçı şöyle ifade ediyor: “Bizim açık yaramız orası, yerliler oraya dokundukça oradan sürekli kanıyoruz ve kültür kimliğimiz olmaya başlıyor.” Yeni gelenden kendi kültürünü inkâr etmesini beklemek ya da bunu ona dayatmak imkânsızı istemekten başka bir anlam taşımıyor. Bu kimlik onları gündelik hayatta yalnızlaştırıyor, göçmen gettolarının içine itiyor. Günümüzde göçmenler içerisinde kültür sürekli farklı biçimlerde kendini yenileyen ve var olan bir faktör olarak varlığını sürdürüyor. Ama melezleşen dünya onları da değiştiriyor ve bu değişime daha çabuk uyum sağlıyorlar. Göçmen sanatçılar ve göçmen edebiyatçıların eserleri bugün kozmopolitleşen dünyanın ipuçlarını en çok görebileceğiniz alanlardan biri.
Peki melezleşen ya da kozmopolit bu dünyada yükselen yeni dalga, göçmen karşıtı hareketi sönümlendirebilecek midir? Dünyada göçmenlerin yaratığı “taban hareketleri” filizlenmeye başlıyor, bu dalganın özellikle göçmenler içerisinde güçlendiği eşit olma talebi ve mücadelesinin, salonlardan alanlara ve sokağa yönelme nüveleri, son dönemde Fransa, Almanya gibi ülkelerde görülmeye başladı. Bunun güçlenmesi, eskiler ve yeni gelenlerin bir arda yaşayabilmesinin koşullarını müzakere edebilecekleri alanların genişlemesi gerekiyor. Bu birlikte yaşam alanlarının genişlemesi, dünyanın geleceğini kurtarır mı? Bilemem ama antroposen çağ dünyayı hızla yok oluşa götürüyor. İklim ve ekoloji krizlerinin en az sorumlusu yeni gelenler.
Dünyanın geleceği ancak eşitlikçi, insan hakları ve adaletin tahsis edileceği, çevrenin korunduğu, iklim adaletinin sağlandığı bir sitemle sürdürülebilir ve kozmopolitleşen geleceğin dünyasında bu ancak eskilerle yeniler birlikte yaşamayı becerebilirlerse mümkün olur…