Cehaletin Bilgisi-Bilginin Cehaleti: Kıpır Kıpır Hareketsiz Toplum

17-28 Ekim 2025 aralığında düzenlenen İzmir Kitap Fuarı'nda, Livera Yayınevi standında, Kim Bo-young’un Türlerin Kökeni adlı kitabının içine bir tabanca mermisi yerleştirilerek bırakılmıştı. Kitap aslında bilimkurgu türünde. Belli ki bu eylem, Darwin’in ünlü yapıtıyla karıştırılarak, o olduğu zannıyla gerçekleştirilmiş. Bu saldırıların vaka-ı adiye’ye dönüştüğü, fütursuzca yapılabildiği bir hâlin kalıcılığı dışında, artık apaçık görünen asıl sorunsala bakmak gerekir diye düşünüyorum; bilgi cehalet ilişkisine. Sokrates’in ünlü sözünü hatırlayalım: “Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum.” Şahsi bir cümledir karşımızdaki; bugünün şahsiliğini yitiren genel zihninin aksine. Kişisel sözün yerini alan klişeler, kalıplar ve daha da kötüsü fikirleri kovup o alana tam anlamıyla yerleşen kanaatlerle, düşünme eyleminin alil duruma düştüğünü söylemek çok da haksız olmaz. Sözlerin, kavramların şeyleşme sürecini neredeyse tamamladığı bir çağın içindeyiz kuşkusuz. Sokrates ironik cümlesini herkese karşı söylemişti. Şimdilerde herkes herkese söylüyor, şahsiliğini yitirmiş sözlerini. Genel zihin, bireyin zihnini massederek sözü şeyleştiriyor, kimliksizleştiriyor. Bu yüzden yukarıda sözünü ettiğim eylemin failleri, neye karşı eylem yaptıklarını aslında bilmeseler de düşman saydıkları bir zihnin sembolüne saldırıyorlar; üstelik bilgilerinden son derece eminler. Cehaletin bilgisi! (Cehalet, İlber Ortaylı’dan alımlanarak indirgenen ve mottoya dönüştürülen basit bir kavram değil, karmaşık bir ilişki ve ilintiler ağı.)

Evrim teorisi, ortaya çıktığından bu yana tüm dünyada saldırıların hedefi oldu. Yaratılış inancı, varlığını sürdürebilmek için mantık sınırlarının dışında argümanlarla savunuldu, savunuluyor. (Başrollerini Spencer Tracy ve Frederick March’ın oynadığı o harika film, Inherit the Wind, geliyor hemen akla.) Yaratılış inancı, gelişen bilim karşısında mevzi kaybetmeye başlayınca, kendine hemen bir payanda buldu: Akıllı Tasarım. Bilime karşı, sözde bilim. Bilimsel bir teori olarak sunulsa da aslında yaratılış inancının yeni sürümü denilebilir belki de. Eski cehaletten yeni cehalete (Çiler Dursun, “yeni” yerine “güncel” cehaleti öneriyor, belki de “güncellenen” demek daha da doğru olur.) bir mutasyon oluşumu aslında; özü pek de değişmemiş, zamanın ruhuna da uygun. Bilgi adıyla vaftiz ettiğimiz çağ ve türlü adlar verdiğimiz toplum (örneğin smart toplum) cehaletin yeni sürümlerini hayata geçiriyor olabilir mi? Burada, bu yazı boyunca rehberliğinden yararlandığım Şükrü Argın’ın bir yazısından alıntı yapmak istiyorum (Cehalet Sarmalı: ‘Smart Toplum’ ve ‘İdiot Bireyler’, Doğu Batı dergisi, sayı 96):

“‘Smart Toplum’ ifadesine gelince… Bu -bir bakıma- söz konusu Google sloganında geçen (hiç kimse herkesten akıllı değildir) ‘herkes’ zamirinin karşılığı olarak görülebilir: içinde hiç kimseyi barındırmayan, yani kimsesiz bir ‘herkes’tir bu ya da Heidegger’in ifadesiyle, Dasein’ın kendisini teslim ettiği bir ‘hiç kimse’dir.” Yaratılış inancına sahip olanların, o ideolojinin, Dasein kavramını, dünya içinde ve ötekilerle birlikte olan bir varlık olmanın ötesinde, her iki dünyada da (bu dünya-öte dünya) var olan bir varlık olarak görmeyi arzuladıklarını, algıladıklarını, sunduklarını düşünecek olursak günümüzün çifte cehaleti daha iyi anlaşılır: Bilmemek ve bilmediğini bilmemek. (Bir de bilgiyi deforme etmek var tabii; amaca uygun olarak.)"

Bilgi ve cehalet; iki düşman kardeş; aynı düzlemde ve yüz yüze. Cehalet, bir anlamda bilginin doppelganger’idir desek aşırı yorum mu olur; sanmam. Günümüzde bilgi ile enformasyon arasındaki anlam kayması, enformasyonun manipülatif olarak kullanılabilmesi, sürekli güncelleştirilen bir cehaleti körüklüyor. Düşünme alışkanlığını giderek yitiren toplum, enforme ettiği her şeyi bilgi olarak kaydediyor, kabulleniyor, benimsiyor. Bu enformasyon o kadar hızlı, o kadar üst üste ki, düşünme, anlama zamanı bırakmıyor. Düşünce dünyasının uzak doğulu yükselen yıldızı Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu kitabında tefekkür (Hannah Arendt’in deyişiyle Vita Contemplativa) alışkanlığının kayboluşunu enformasyonun hızına bağlıyordu. Fransız düşünür Gilles Lipovetsky, bu hızın zamana tekabülü olarak Hipermodern Zamanlar ifadesini kullanmıştı. Burada hızın ötesinde, durdurulamaz, tabiri caizse, gemi azıya almış bir akım söz konusudur. Öyle ki kavramlar dahil her şey hızla eskir, önemini yitirir, yeni denilen her şey neredeyse anlar içinde eskir. Hatta bir şeyle siz yeni karşılaştığınızda, o eskimiştir bile. Yeni tip (güncel, güncellenen) cehalet dediğimiz olgu ise bu kaostan istifade ederek yaygınlaşır, etkisini arttırır. Hız kavramına girince, Paul Virilio ve çalışmaları akla geliyor doğal olarak. Virilio’ya göre, küresel enformasyon teknolojisinde öne çıkan, daha doğrusu çıkarılan şey zamandır. Bir anlamda mekânsız ve hızlandırılmış bir zamandır söz konusu olan. Bunun olgusal sonucu olarak da “hızlandırılmış gerçeklik” ortaya çıkar. Postmodern dönemde, yoğunluğu ve hızı arttırılmış bir gerçeklik algısı yaratılmıştı. Bildiğimiz dünya zamanı ve mekân kavramı parçalanarak hem sağlamlığını hem de doğallığını yitirmiştir; bu algının sonucu olarak. Artık zaman ve mekân dışı bir gerçeklik egemen kılınmış, daha da ötesi dayatılmıştır. Bu durumda birey için, değil derin düşünmek, düşünmek bile neredeyse imkânsız hale geliyor ve kendi yerine düşünen bir sistem, hem de minnetle kabulleniliyor.

Sürece egemen olan hızın, bünyesinde bir yandan da tuhaf bir yavaşlığı barındırdığı gözden kaçırılır çoğu zaman. (Hartmut Rosa. Yabancılaşma ve Hızlanma.) Burada bir kez daha Şükrü Argın’a başvuracağım:

“Zira Hartmut Rosa’nın isabetli bir biçimde işaret ettiği gibi, çağımızın hız veçhesine işaret eden tuhaf bir yavaşlık hali de vardır. Rosa, toplumsal hızlanma (socia acceleration) ile yapısal rijidite (societal rigidity) arasında ilk bakışta hissedilen bağdaşmazlığın, Paul Virilio’nun inertio polaire ifadesinin harika tercümesine borçlu olduğumuz ‘frenetic standstill’ (hummalı kımıltısızlık) metaforu sayesinde giderilebileceğini düşünür ve hızlanan hummalı toplumsal, tarihsel olaylar selinin, fikirlerin ve derin toplumsal yapıların kımıltısız seyri üzerine kifayetsiz bir örtü çektiğini söyler. Bu hummalı örtü ‘kifayetsizdir’; çünkü dikkatle bakıldığında altında yatan görece sakin fikirler ve derin yapılar açık biçimde seçilebilir.” (İnertio polaire meselesini biraz açmak gerek sanırım. Buna kutupsal atalet ya da eylemsizlik momenti deniyor. Virilio, mekânın, toprağın ve bedenin ‘şimdi ve burada’sının yeni teknolojiler tarafından nasıl yeniden tanımlandığını ve bunun küreselleştirme tezinin basitleştirilmiş versiyonlarını nasıl geçersiz kıldığını inceleyerek, teknolojinin ataleti nasıl modernitenin tanımlayıcı koşulu haline getirdiğini gösteriyor. Anlık bir şimdiki zaman, mekânın ve toprağın egemenliğini kırmış, devre dışı bırakmıştır. Gerçekleşen, gerçekleşmesi beklenen şeyler için artık bir yere gitmeye gerek kalmamıştır.)

Bu anlatımı biraz daha sadeleştirmek, hatta basitleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu amaçla ben de başka bir metafor önerebilirim: Ördeğin aslında yüzemeyişi. Ördekler suyun yüzeyinde sakin bir tavırla süzülürken, suyun altında ayakları hummalı biçimde çalışır. Yüzmesini, yol almasını sağlayan görünen kısım değil, suyun altında görünmeyen ve çaba içindeki kısımdır. Devrimlerin başlangıcı da böyleydi diye düşünülebilir mi? İlk ağızda o hareket yüzeyde değil suyun altında olduğu için, muktedirler halka dikkatli bakmadıklarından olsa gerek, dalgalanma başlangıçta fark edilememiş, devrim kendi yolunu almıştır. Ancak bu çağda durum tersine dönmüştür diyebiliriz: Yüzeyde, suyun üzerinde büyük hız ve hareket varken (dizginlenemez dinamikler) aşağıda kımıltısız yatan karanlık bir yapı vardır. Rosa, bu durumu modernite ile ilişkilendiriyor; kendi yazdıkları bağlamında. Şükrü Argın da bu kımıltısız yatan derin yapının kapitalizm olduğuna işaret ederek, endüstri ya da post-endüstri, bilgi ya da enformasyon toplumu, yani adına ne derseniz deyin, kapitalist sistemin geçerli olduğunu söylüyor, haklı olarak. Bu durumda ördek suyun üstünde kıpır kıpırken, suyun altında hareketsizdir ve aslında yüzmüyor yani yol alamıyordur; ama aldığını zannediyordur. Aşağıdaki derin yapı (kapitalizm) onu enformasyon ve onun birimi olan imgeler sağanağıyla paralize etmiş, zihinsel olarak çok hareketli olduğunu zannederken, kımıltısız kalakalmıştır. Deneyimleyerek düşünmenin yerini, imge ve ikonlar almış, deneyimlenin değil görülenin doğru sayıldığı görsel bir habitat oluşmuştur. Faşizm, kapitalizmin bir uzantısı olarak tam da bu habitat içinde yükselir, gelişir: Kıpır kıpır görünen ama zihnen hareketsiz bir toplum. Kendisine püskürtülen her enformasyona, her imaja tepki verir bu tip toplumsal yapı. Ancak ne kaynağın geçerliliğine bakılır ne de doğruluğu, nedenleri üzerine durup düşünülür. Sosyal medya mecraları kullanılarak olumlu ya da olumsuz bir tepki hızla, mümkün olduğunca çabuk veriliverir; kendi pozisyonunu da duyarlı ve muhalif olarak konumlandırarak. Diğer yandan neredeyse anlar mertebesinde o konu eskimiş, tepki verilecek bir başkası ortaya çıkmıştır bile. Bu döngüsel yapı, farklı gibi görünen konulara, şartlanmış, öğretilmiş tavırlardan oluşan, birbirinin kopyası davranış biçimlerini tekrarlarla sürekli kılar. Bu durumda yüzeyde hummalı biçimde kanat çırpan, ama oynatmadığı, oynatamadığı ayaklarıyla, suyun altında hareketsiz kalan ördek, artık yüzemediği, yol alamadığı için, zihinsel anlamda batarken oksijenini yitirmiş, fikir üretemez olmuştur diyebiliriz. Kendisine aktarılan, benimsetilen veri yağmurundan edindiği bir kanaati vardır yalnızca.

Bu saptamaları yaparken, pergelin ayağını geniş tutmak gerek; bilimden gündelik yaşama. Bilimselliğin dar bir erişimde kalmasının ve toplumun gözünde önemini yitirmesinin temel nedenlerinden biri teknolojiyle olan karanlık ilişkisi, bu bağlamdaki üretimin artan bir hızla kurumsallaşması, topluma kapatılması ve ticarileşmesidir. Bilginin cehaleti! (Oysa dijital çağ, başlangıçta her şeye erişebilirlik, sınırsız bir bilgi edinme özgürlüğü vadediyordu. Bu durumda toplumsal bir zekadan söz ederken, bireyin bir anlamda aptallaşmış, daha doğrusu aptallaştırılan bir konuma yerleştirildiğinden söz edemez miyiz?)  Geniş halk kesimleri, oluşan bilginin ve gelişen teknolojinin yalnızca son kullanıcısı olarak konforundan (bedelini ödeyerek elbette) yararlanmakla yetinecektir. Ancak bu üretimlere hiçbir şekilde ulaşamazlar; merak etmemeyi de öğrenmişlerdir zaten. Her üretim, patent ve telif hakları formuyla sıkı biçimde korunarak, kapalı devre bir sistem içinde kontrol edilmektedir. Sıradan insanlar için bilgiye erişim de müdahale de mümkün değildir; dolayısıyla anlamak da. Buna karşılık inanca dayalı bilgiye ulaşmak son derece kolaydır ve çeşitli mecralarda sürekli anlatılır; hatta o jargonla söyleyecek olursak, tebliğ edilir. Metafizik bilgi (Elbette Aristotales’in yazdığının, felsefede kullanılışının dışında, daha kült bir bilgiden söz ediyorum. Çok geniş bir anlama sahip olan bu kavramları kullanırken dikkatli olmak gerektiğinin farkındayım.), herkesin ulaşabileceği kolaylıkta ve anlaşılırlıkta sunulurken, hakikatin ancak bu düzlemde bulunacağı iddiası, deyim yerindeyse, toplumun gözüne sokulur. Bu sunumu yapanlar, bilim insanlarının aksine, toplumla her an iç içedirler. Dikkatli bakılırsa (Dikkatli bakma alışkanlığını, görme gücünü kaybetmiş bir topluma bunu söylemek ne kadar geçerlidir?) kült metafiziğin egemen olduğu bir alanda, bu sınırsız imkânlar oluşturulurken, hakikat olarak sunulurken, asıl sorunsalın imaj ve ikonların diyalektik düşüncenin yerini almasının olduğu görülecektir. (Mevcut dinlerin çeperinde, yeni bir inanç sistemi olarak, New Age başlığıyla başka bir spiritüel alan oluştu. İngiliz sosyolog, antropolog Paul Heelas, bu yapıyı “şifa dini” olarak tanımlıyor. Şifa, taşıdığı geniş anlamla, kurumsal dinlerde de geçerli bir sözcük olarak her toplumda hemen karşılığını buluyor; her türlü suistimale aralık kapısıyla.) Gelecek korkusunun durmadan yaygınlaştırıldığı bir dünyada, kaos ve karmaşa kaygısı bilinçte bir deformasyon yaratır. Yüzyıllar içinde sarsılmaz bir kurumsallığa ulaşan dinler, spiritüel disiplinler, rasyonel zihni rafa kaldırmış, sorgusuz sualsiz inanmanın rahatlığını toplum bilincinin yerine ikame etmiş, kaosun bitmesinin tek yolunun katıksız inanç olduğu sürekli işlenmiş, işlenmektedir; kader inancıyla birlikte. Ancak kurumsallaşmış dinlere bakarken insanın ağrısını dindirme gücüne sahip olduklarını da unutmamak gerek. Marx’ın söylediği gibi “kalpsiz dünyanın kalbi” olma özellikleri de vardır.

Gerçek bilimin görülme olanağının sınırlanması, yalnızca belli gruplara ait bir imtiyaza dönüşmesi, dahası ticaretin gölgesini taşıması, bu alandaki boşluğu sözde bilimin (pseudo-science) imgeleme gücüyle doldurmasına fırsat yaratıyor. Epistemik bir krizden söz ediyorum aslında; görsel bir rejimin sonuçlarından. Toplumda, neredeyse tüm kurumlara karşı epistemik güvensizlik oluştuğunu biliyoruz. Bu durum iki sonuca yol açar: Komplo teorilerinin yaygınlaşması ve boşluğu dolduran misenformasyonlar ki en az dezenformasyonlar kadar vahim sonuçlar doğurabilir. Boşluğun dolgusu olarak kullanılan imaj, bir algı aracı olarak toplumsal zihinleri başka bir şeye yer bırakmadan dolduruyor, kapatıyor adeta. Birkaç örnek üzerinden bu durumu açalım: Küresel ısınmanın etkileri giderek ağırlaşırken, bunun bir yalan olduğu algısı şaşılacak derecede basit biçimde sunularak algı mekanizması çalıştırılır. İnsan kaynaklı iklim değişikliği konusundaki bilimsel verilere karşı çıkan, bunları komplo olarak gösteren ABD Cumhuriyetçi Senatörü Jim İnhofe, kendi kanıtı olarak, kış mevsiminde elinde tuttuğu bir kar topunu Amerikan Senatosuna fırlatmıştır. (Bu kadarını Hermann Göring bile düşünemezdi herhalde.) Bu algı operasyonlarının ilklerinden biri de tütün endüstrisinin sigaranın sağlığa zararlı olmadığını gösteren sözde bilimsel araştırmaları medya yoluyla yaymasıydı. (Bu günlerde Brezilya’da yapılan COP30 toplantısında, iklim krizinin artık teorik bir sav değil, gerçekleşmiş olgusal bir durum olduğu kesinleşti. Aşılmaması gereken, geri döndürmenin çok zor olduğu 1,5 santigrat derecelik ısınmanın da aşıldığı ilan edildi. Bu haber bazı gazetelerde yer bile almazken, bazı gazetelerde de dip kıyı bir haber olarak yer aldı.) Günümüzde yapılan çalışmalardan bazıları sosyal medya mecralarında dolaşıma girmiş doğru ve yanlış haberler üzerine ürkütücü sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Yanlış bilginin, diğer tüm bilgi kategorilerindeki doğrulardan, çok daha hızlı, geniş ve kalıcı biçimde yayıldığı açığa çıkarıldı. İskoç asıllı düşünür Alasdair MacItyre, yanlış bilginin açığa çıkarılmasının da bir işe yaramadığını gösteren çalışmalar yapmıştı. Buna göre insanların, fayda sağladıkları siyasal inançlarının sağlam kanıtlarla çürütülmesine karşı güçlü bir direnç gösterdikleri, hatta o inanca daha sıkı sarıldıkları saptanmış. (Çevremiz bunun örnekleri ile dolu değil mi?) Çünkü rasyonel değil, duygusal bir bağ, ilişki söz konusudur. Rasyonel bilgi yerine duyumsal inanç, hem siyasal aidiyetin hem de günlük yaşamın momenti haline gelmiştir. Sistem, bizi gözlerken arzuladığı yapıyı siyasal ayağını da oluşturarak adım adım gerçekleştirmekte, öngörülerini geleceğimiz olarak zihnimize yerleştirmekte; bunun farkında olunmasına rağmen, durdurulamayan bir dinamik olarak.  

Birçok parçadan oluşan büyük resme, başka yönleriyle de bakmaya çalışacağım. Örneğin Foucault’nun bir dönem Kafkaesk görüntüsüyle bir metafor olarak dile getirdiği panoptikon kavramı da artık geçerliliğini yitirmiştir demek mümkün sanırım. Orada gözetleyenin görünmezliğinden kaynaklanan kabullenilmiş, içselleştirilmiş bir denetim söz konusuydu. Bu noktada Tolga Yıldız’ın, Birikim dergisinin Kasım 2025 sayısında yer alan bir yazısından ("Gözetimden Simülasyona; Dijital Kapitalizmin Yeni Tahakküm Biçimleri ve Yabancılaşma Rejimi") alıntı yapmak istiyorum:

“Ancak dijital kapitalizm, bu modeli (panoptikon) aşarak yeni bir paradigma yaratmıştır. Artık ortada merkezi bir kule ya da gözlemci yoktur. Gözetim, algoritmalar aracılığıyla dağılmış, otomatikleşmiş ve sürekli güncellenen bir tahmin rejimi haline gelmiştir. Bu algoritmalar yalnızca geçmişi kayıt altına almaz, davranış örüntülerini çözümleyip geleceği programlar.”

Yani birey kendi seçimlerini hayata geçirdiğini zannederken, modelleme yoluyla aktarılan, sistem kodlarını uyguluyordur. (Belki burada, içten gelen ve görünür olmaktan haz alma bağlamındaki omniptikon kavramını da anmak gerekir.) Siyasetin rasyonellik yerine duyumsal/duygusal bağlar oluşturarak yürütülmesi, dijital kapitalizmin davranış örüntülerini çözümleyerek bireyi bir anlamda programlaması, bilimsel çalışmaların, şirketlerin ve akademisyenlerin oluşturduğu imtiyazlı bir sınıfa bırakılarak erişimine sınırlamalar getirilmesi, inanç sistemlerinin sözde bilimle el ele vererek, kolay ulaşılabilir olma olanağını da sonuna kadar kullanarak çarpık bir hakikat algısı oluşturması, diyalektik düşüncenin yerini imaj ve ikonların alması… Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde, kapitalist sistemin, neo-liberal olarak giydiği yeni kıyafetle, yönlendirerek yönetme arzusunun artık daha belirgin biçimde gerçekleştiği sonucu ortaya çıkmıyor mu?

(Bu tablo otokrat yönetim biçimleri ve sağ iktidarlar için biçilmiş kaftandır kuşkusuz. Doğası gereği kapitalist sistem de bu tip yönetimleri arzular, destekler. Otokratik yönetimler, kendilerine duygusal ve duyumsal olarak bağladıkları kitleyi yalnızca siyasal bağlamda değil, sosyo-kültürel bağlamda da biçimlendirip yönlendirebilirler. Bilime karşı sözde bilim ve inanç sistemlerini, sanata karşı geleceğe değil geçmişe bakan anakronik bir anlayışı devreye sokarlar. Diyalektik yöntemleri dışlayarak, imaj ve ikonlarla bir illüzyon yaratırlar. Fikri sevmez, üniversite özerkliğinden hoşlanmazlar. Toplumların kanaatlerle yetinmesini ister ve bu kanaatleri algı yaratarak kendi istedikleri yönde oluştururlar. Popülizm büyük güçtür bu yönetimler için. Tersi bir durumla karşılaştıklarında ise içeride ve dışarıda düşmanlar yaratarak, komplo teorileriyle durumu kontrol altında tutmayı sürdürürler. Akademisyen yazar Michael Haeleers, popülizm ve komplo teorileri arasında söylemsel bağlar kurmuştur: Popülist yönetimler, antagonistik bir söylemle, seçkinler diye kodladığı bir kesimi, sıradan insanların düşmanı ilan eder. Bu seçkin sınıfın (başta entelektüeller) halktan bilgi sakladığını, gerçekleri kasıtlı olarak örttüğünü ısrarla vurgularlar ve bu dezenformasyon bir kamplaşmanın ilk ayağını oluşturur. Bu durumun topluma karşı kurulmuş bir komplo olduğu tekrar tekrar servis edilerek, halk yönlendirilir, seçkinler (!) düşmanlaştırılır. Dillerden düşmeyen post-hakikat kavramı da olguların geçerliliğinin yerini, duygu ve inançlara dair temelsiz bir güvenin aldığını, doğru bilginin göreceli hale geldiğini, epistemik bir kriz olduğunu işaret etmiyor muydu?  Yazımın başındaki olay da böyle bir krizin sonucudur işte. Darwin ve tezi, bu tezi benimseyenler, dini, inancı yıkmak isteyen birer düşmandırlar bu zihniyet için. Dünyanın birçok yerinde, dünyanın düz olduğuna inananların oluşturduğu düz dünyacı platformlar bilime karşı örgütlenmiyor mu; inanılmaz görünse de. İkna edilemiyorlarsa şiddet yöntemleriyle uyarılıp, baskı altına alınmalıdır bu inanç karşıtları. Kitabın içine bırakılan kurşun, bu anlayışın sembollerinden biridir ve bu görüntü zannedildiğinden çok daha derin, karmaşık bir örüntünün yüzeye çıkmasıdır. Yazı boyunca, bu olayla ilk bakışta ilintisiz gibi görünen veçhelere değinerek bu örüntüye işaret etmeye çalıştım.)

Kapitalist sistem, bireyin öğrendiklerini, bildiklerini kontrol altına alarak, kısıtlayarak onun yaşam alanını dönüştürebilme gücünü hem politik hem kültürel bağlamda, her geçen gün biraz daha elinden alıyor ne yazık ki. Bir kayıtsızlık momentumuyla sinik bir toplum modeli oluşturuluyor, kendi sorunları dışında dünyaya ilgisiz bakmak bir sendroma dönüşüyor neredeyse. Hakikatin bilgisi değildir artık, ortada dolaşan. Bunu, olup bitene dair söylenenin, olup biteni karşılayamamasından anlayabiliriz. Bu durumda hakikat sembolik bir kavrama dönüşüyor ve yerini duyum ve duygunun oluşturduğu bir imaja bırakıyor. Bir anlamda hakikat efekti, hakikatin kendisi olarak algılanıyor. Toplumun bir bölümü bu düzenden memnun değildir ama düzeni değiştirme bilgisinden, arzusundan, bilincinden yoksun bırakıldığı için, yalnızca memnuniyetsizdir, cılız itirazları vardır. Ancak memnuniyetsizlikten bir değişim çıkmaz, çıkamaz. Olsa olsa sosyal medya mecralarında bir sözde muhalif sızlanma çıkar. (Oturulan yerden itiraz etme, rahatını bozmama bir tür hareketsizlik değil mi?) Konformizmin çekiciliği bireyi sarınca, muhalefet yapmak oportünist bir yankıdan ibaret kalır. Kitaba bırakılan kurşuna tepkiler de böyleydi; birkaç gün sosyal medyada yankılandı ve unutularak yeni konuya odaklanıldı. Tanıl Bora, ironik bir soru soruyor: “Memnuniyetsizliğin kalorisi nedir? Ondan bir şey umulabilir mi? Bu zayıf filiz, yine de çiçek açar mı?” Yanıtı da benden olsun: Ne kalorisi vardır memnuniyetsizliğin ne ondan bir şey umulabilir; ne de o filiz çiçek açar.