İran, anayasasında idamı meşru gören ülkelerin başında geliyor. İran resmî makamları için idam bir yanda sindirme, diğer yandan ölümü bir vahşet senaryosu gibi meydanlarda sergilemedir. Böylece düşmanlarına güçlü olduğunu, halkına ve dostlarına da garip bir haz duygusu aşılamaktadır. Asılan her bir kimse ulus-devlet ve buna bağlı devletin dinsel güruhunu doruğa çıkarmaktadır. BM’nin 2016 yılında yayımladığı özel bir rapora göre İran, ortalama her yıl bin kişiyi idam ederek öldürmektedir. Bu, her yıl yapılan ve artık bir güç gösterisine dönen toplu bir katliamdır.
İran’da asılanların yaş ve cinsiyetleri söz konusu edilmemektedir. Kadın ve çocuklar hiçbir hukuk ve insani değer tanınmadan meydanlarda asılmaktadır. Asılanların suç hanesi Şii- Caferi hukuku üzerinden değerlendirilmektedir. Buna göre Allah’a karşı işlenen suçlar için idam öngörülmektedir; bu suçların başında şunlar gelir: zina, içki içmek ve cinayet. Bazen suçun infazı, yerini diyete bırakmaktadır. İdam edilecek kimse kan parası vererek idamdan kurtulmaktadır. Siyasi suç ve buna bağlı idam ise çoğunlukla Kürtlere uygulanmaktadır. İdam dışında recm (taş ile öldürme), kırbaçlama, ampütasyon (organ kesme; genellikle cinsel organ kesme) gibi onur kırıcı işkencelerde İran kendine bir zemin bulmaktadır.
Bu uygulamalar, 21. yüzyılda yeni bir faşizm dalgasını hatırlatıyor. İran’da yapılan idamlara dost ülkeler ve akraba hukuku içinde yer alan kimseler de sessiz kalmışlardır. Tirajları 20 bini geçmeyen Kürt ve kimi sol gurupların çıkardığı yayınlar dışında İran Kürtlerinin asılması haber değeri dahi taşımamıştır. Monarşi yerini mollalara bırakmış olsa da bu değişmemiştir. Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin başkanı Qadı Muhammed’in (1947) “aryenlerin güneşi” şahların şahı (monarşi) tarafından asılması ile “bundan böyle her gün aşure, her gün Kerbela” diye slogan atan Humeyni ve izleyicilerinin Abdurrahman Qasemlo’yu Viyana’da (1989) öldürmesi aynıdır. Son yıllarda meydanlarda asılan kimseler de yine aynı yönetimin, hiç değişmeyen anlayışın kurbanlarıdır. İran, özellikle Humeyni ile başlayan süreçte Kürtlere ikiyüzlüce yaklaşılmıştır.
Humeyni, monarşiyi Kürtlerle birlikte yıktık diyordu ama çok geçmeden infaz mangaları kurmakta geç kalmıyor, 40 binin üzerinde Kürt’ü yalnızca Kürt ve Sünni oldukları gerekçesiyle öldürüyordu. İran’da her başa gelen ılımlı din ve dile saygılı olduğunu söylüyor ama sonuç değişmiyor. İdamlar 2000’li yıllarda artar ve kimi küçük çaplı tepkilere neden olurken 2013’te başa gelen Hasan Ruhani, yine ılımlı, Sünni Kürtlere karşı insan hak ve hürriyetlerine saygılı olacağını söylüyordu ama çok geçmeden 2014’te, 100’ün üzerinde Kürt idam ediliyordu ve yaklaşık 200 kişinin dosyası da devletin arşivinde duruyordu.
İran’da insanlar asılırken Türkiye’de küçük çaplı adımlar atılmıştır. Ancak bunlar çözüm yolu önermemekten yoksundur; Facebook ve Twitter üzerinden verilen tepkiler ve nihayet, kimi basın açıklamaları sonuç alıcı değildir. Yeterli tepki vermemek İran’ı idam konusunda daha bir cesaretli kılmıştır. Hatta 2013 yılına kadar resmî kimi makamlarca gerekçeler sunulurken, artık idam için bir gerekçe dahi verilmemektedir.
Son olarak asılan Ramin Hüseyin Panahi, Zanyar Muradi ve Luqman Muradi öldükleri son âna kadar aktivist olduklarını söylemişlerdir. Ama İran hukuku için bu insanların Kürt ve Sünni olmaları asılmaları için yeterli görmüştür.
İdamlara karşı Türkiye’de ne sağdan ne soldan bir ses çıkmaktadır. Cılız da olsa kimi Kürt partilerinin ve HDP’nin iyi niyetli ısrarları vardır ama bunlar basın açıklaması formunu bir türlü aşmıyor. Örneğin İran’ın en büyük dostu Türkiye’dir ve Türk devletinin yetkili/etkili siyasi mercilerinden idam konusunda Meclis düzeyinde bir çalışma yapılmıyor, gündeme dahi gelmiyor. Böylece asılanlar, zamana bırakılmakta ve İran, sanki “zorunlu idam” eden bir ülke profili çizmektedir. Sanki idam, İran’ın tek umudu ve Kürtler, bu umudu beslemek zorunda kalan kurbanlarıdır. Hatta biraz iyi niyetli çıkışlarla, kardeş katli gibi ifadeler kullanılmaktadır. Tarih ise her kardeşlik sloganının, bir kardeşin ölümüne imza anlamına geldiğini hatırlatmaktadır.
Gerçekte İran devasa bir mülkiyet kavgası içindedir. İran’ın derdi suç ve suçlu değildir; derdi, hakimiyet ve buna bağlı kendi mülkiyetidir.