Aynı Gemide Olmak

Denizcilik deyimleri her dilde, pek çok değişik literatürde metafor olarak o kadar sık kullanıldı ki, onları düz anlamlarıyla kullanıp derdimizi anlatmak bile oldukça güçleşti. Örneğin, bugün kültürle tıkabasa dolmuş birine bir dostu “Yakında bir gemi yolculuğuna çıkıyorum,” dediğinde, bahsi geçen kişi dostunun yakında Kharon’un kayığına bineceği, Sessiz Gemi’yle birlikte bu zamandan demir alacağı, yani öleceği ihtimalini eleyip, gerçekten gemi yolculuğu yapacağını anlaması epey vakit alabilir. Ünlü filozof Thales örneğinde olduğu gibi, göklerdeki metaforlara gözümüzü dikmekten, çoğu zaman önümüzdeki sıradan anlamları göremeyip tökezliyoruz. Biz gemi metaforlarıyla uğraşırken gerçek gemiler bir şeyler getiriyor, götürüyor: İthal mallar, hayvanlar, mülteciler. Neyse, biz rotamızı takip edelim. Affedersiniz, asıl konumuza gelelim.

Son günlerde ülkedeki ekonomik bunalım sebebiyle en sık başvurulan metafor ise malumunuz “aynı gemide olmak”. Aynı ülkede yaşadığımız için bu zorlu süreçten hepimizin “aynı biçimde” etkilendiğini, birlikte hareket etmek zorunda olduğumuzu ima eden bu metafor, vatandaşlar olarak aramızdaki fikir ayrılıklarına bir süreliğine ara verip birbirimize (daha ziyade yönetenlere) destek olmamız gerektiğini öğütleyen bir parolaya dönüştü. Uyarının asıl muhatabının aslında bu ekonomik sorunlardan dış mihraklar, faiz lobisi, küresel ekonomideki genel daralma yerine derhal “dümendeki” yöneticileri sorumlu tutan “isyankâr mürettebatın”, yani muhalif olarak görülen vatandaşların olduğu çok açıktı. Sosyal medyada metaforun tüm sınırları yaratıcı biçimde zorlandı, kökensel metafor düğümlendiği diğer metaforlarla birlikte sonunda tanık olan herkesi içine alan bir “burgaca” dönüştü (elimde değil, benim adıma nazmediyor dil, duramıyorum): aynı gemide olmamız ama az olan bir kısım yolcunun lüks kamaralarda hâlâ keyif yapıyor, üsttekilere oranla ezici çoğunluktaki “kamarot/forsaların” ise tercih edilen geminin türüne göre ya makine dairesinde sıcaktan ya da kürekte yorgunluktan bitap düşmüş olması; kaptanın işi bilmemesi ve değişmesi gerektiği; Titanic gibi batarken büyük oyunu göremeyen bazılarının hâlâ müzik, yani “boş yapması”; yine birilerinin filikalarla gemiyi terk etmeye her an hazır olması, bazılarının küreklere asılırken diğerlerinin gemiyi fareler gibi içeriden delik deşik etmesi; şimdinin içi beton dolu gemisi yerine Bandırma Vapuru’nu tercih etme; geminin “çöl gemisi”, yani deve olması ve bununla Ortadoğu çöllerinde başıboş dolaşma (metaforun karesi); FETÖ mensubu olmalarından dolayı ülkeyi terk edenlerin denizaşırı, kendi deyimleriyle “Hicret” etmeleri (peki, ters metaforla tayyareye “uçan deve” diyebilir miyiz?); hemen buna mukabil 1922’de Vahdettin’in İngiliz zırhlısı Malaya’ya binip gemiyi terk etmesi; gemi batıkları (dış borcun bir yıl içinde ödenmesi gereken 226 milyar doları); aynı gemide olmadıklarını söyleyenlerin o halde vatandaşlıktan çıkarılmaları, yani denize atılmaları önerisi; cari ekonomik düzenle inatlaştığından dolayı lanetlenip sonsuza dek denizlerde dolaşmaya mahkûm edilen Uçan Hollandalı benzetmesi...

Bunların bazılarına sosyal medyada dolaşırken rastladım, bazılarını ise kendim kurguladım ama biraz daha araştıranların derinlerde bir yerlerde bunlara da rastlayacağını garanti ederim. Merhum Eco’nun dediği gibi, “benim aklıma gelen mutlaka başkasınınkine de gelmiştir”. Dilin bizim adımıza düşündüğü, çağımızın Büyük Aşkın’ı haline geldiği sıklıkla vurgulanıyor, zaten uzun zamandır farklı modellerdeki felsefi pusulaların kuzeyi muamelesi görüyor. O halde yaptığımı savunmak adına Roman Jakobson’dan tüm sevenleri için geliyor: “Dilde özel mülkiyet yoktur”. Gazaliciler kızacak ama adı henüz bir üniversiteye layık görülmemiş İbn-i Rüşd’ün fikirlerinden de bahsedebilirdik: Her şey faal akıldan türediğinden, kişinin fikirlerinin kendisine ait olması diye bir durum söz konusu değildir.[1] Elbette sözlerimin son yıllarda üniversitelerimizin en sevilen sporlarından intihalciliğe bahane olarak kullanılmasını istemediğimden, böyle densizlerin şerrinden akademimizi tektipleştirmeye çalışan sinsi dış mihrak APA*’ya sığınırım.

Her güncel gelişmeyle birlikte denizcilik jargonunu kullanmayı rahatlıkla sürdürebiliriz, nasıl olsa duruma uygun bir benzetme muhakkak insanlığın kolektif kütüphanesinde kayıtlı duruyordur, sadece münasip olanı bulunduğu yerden çıkarmak yeterlidir. Ancak bu göründüğü kadar kolay bir iş değildir; kendini yıllarca bir mon cher gibi eğitmenin sonucunda edinilmiş bilgi, görgü, feraset ister: Örneğin, evvela bu felaketlerin gemideki bir kaçak yüzünden başımıza geldiği söylendi (Rahip Brunson), sonra bu iddiadan vazgeçildi, zira denizcilik ilmihalinde gemiye uğursuzluk getirenin “herkesten habersiz binmiş” (casusluk) bir kadın olduğu hatırlandı, söz konusu sanık er kişi olmakla metafora pek uymadığından ve binlerce yıllık metafor da değişmeyeceğinden, muhtemelen yakında gerçeklik, olması gerektiği gibi göstergebilimsel düzene yeniden uyarlanacaktır, zira “dil varlığın evidir” (metaforu açıklarken metafor) ve bazen hayat sanatı taklit eder (Oscar Wilde).

Aynı gemide olma metaforunda kullanılan yerleşim planı alt-üst biçiminde bir ikili karşıtlığı esas alıyordu: Efendi-köle, lord-avam, ünlü İngiliz dizisindeki üst kattakiler-alt kattakiler (Upstairs, Downstairs) gibi çeşitlemeleri olan bu dikotomi daima ezen ve ezilen diyalektiğini, tarihsel sınıf mücadelesini merkeze alan Marksist şemayı kullanıyordu ve çok haklıydı. Burası cepte. Zihin jimnastiği niyetiyle yerleşim planı üzerinde biraz değişiklik yapsak ve bu sefer gemiye birbirine düşman iki kişiyi ama aynı güverteye koysak bir şey değişir miydi? Metafor bize başka bir hakikati açar mıydı? İtiraf etmem gerekirse, gözümü açan Hans Blumenberg oldu. Endişe Nehri Geçiyor adıyla Türkçeye çevrilen kitabının hatırı sayılır kısmı denizcilik metaforları ve tarihten ünlülerin denizde başlarından geçenler üzerinden düşünürken toplayıp önümüze bıraktığı çakıl taşlarından oluşuyor. Blumenberg orada bir Ezop fablını aktarır:

“Birbirine düşman iki kişi gemiye binerler; üstelik de aynı gemiye. Birbirinden olabildiğince uzakta durmak için, biri geminin pruvasına, diğeri de kıça geçer. Ve oldukları yerden kıpırdamazlar. Gemi ansızın bir fırtınaya yakalanıp batmaya başladığında, kıçta duran, gemicilerden birine geminin önce hangi taraftan batacağını sorar. Pruvadan, olur cevap. Madem bana önce düşmanımın öldüğünü görme fırsatını tanıyor, öyleyse kendi ölümüm de artık o kadar üzmez beni[2].

Şahsi fikrim, uzun zamandır hal-i pür melalimiz bu fablda kurulan sahneye çok benziyor. Pek çoğumuz nefret ettiklerimizin bizden önce yok olmasını bekleyerek, onlardan biraz daha fazla suyun üzerinde kalabilmek uğruna başına gelenlere katlanıyor, zehirli bir sebatkârlıkla direniyor. Birlikte batmaktan bahsediliyorsa, bunun ekonomik olmaktan önce, hasedin bu denli yaygınlaşmış olmasına bakarak toplumsal bakımdan çoktan gerçekleştiği söylenebilir. Haset duygusu üzerinde uzun yıllar sonunda çok geniş bir literatür oluştu. Pek çok Marksist de psikanalizin, etnolojinin vs. bulgularıyla önceden sahip oldukları fikirleri yeniden gözden geçirmeye, bazılarını terk etmeye, kuramı bu alanlardaki bilgilerin ışığında zenginleştirmeye çalışıyor; bu çabanın adı geçen bilimsel alanların ortaya çıkışlarıyla yaşıt bir tarihi var. Düşünsel alet çantamızda sürekli başvurulan temel kavramlar artık “kurban”, “günah keçisi”, “pharmakos”, “haset”, “ölüm dürtüsü”, “büyük Öteki”... Yokluğa, başkasında da yoksa katlanabilenlerin, ancak içlerinden biri başkasında olmayan bir şeye sahip olduğunda bunu mahvedip kimsenin faydalanamayacağı hale getirenlerin oluşturduğu bir topluluğun tüm direncinin, saldırganlığının emarelerini gündelik hayatta başımıza gelenlerde, iletişim kurduğumuz her mecrada birbirimize ettiğimiz hakaretlerde, mültecilerden bahsedildiğinde gösterilen tepkilerde, çocukların istismarında, ülkenin doğal güzelliklerinin yok edilmesinde, direnen ve itiraz eden insanlara reva görülen öldüresiye şiddette her an görmüyor muyuz? Bunun siyasal iktisadın dışındaki alanlardan bulgularla anlaşılması gerekli. Sosyal bilimci olmadığıma şükrediyorum: Uzun zamandır ülkeyi yönetenlerin bizleri daha iyi bir yaşam umudunu yitirmiş, elindeki tek tesellisi düşmanının batarken çaresiz çırpınışlarını görmek olan, mutsuz, haset dolu bir topluluğa dönüştürmeyi başardığını, artık tuzun koktuğunu kendime itiraf etmeye çekiniyorum. Üstelik bu gerçekle, nasıl elde ediliyorsa artık, somut veriler üzerinden yüzleşmek, tespitin ötesinde çözüm önerileri üretme ihtiyacı hissetmek müthiş acı verici olmalı. İktidar ve onun ideolojik aygıtları nostaljik de olsa, birilerine hafif de gelse üzerinde uzlaşılan “asgari müştereği” bile kirletmeye yeltendi: Bu ülkede Adile Naşit bile yakın zamanda berbat polemiklerin tartışma konusu yapıldı.

İktidara yakın olmanın sahte cesaretiyle palazlananlar önlerine çıkan herkesi kışkırtıp her birimizdeki saldırganlığı ortaya çıkarmayı hedefliyor, zira hissettikleri ve karşı tarafta görünce tanıyabildikleri, tanıdık geldiği için sayesinde kendilerini evlerinde hissettikleri tek motivasyon bu. Bugün internet semalarında en bilindik Almanca sözcüğün Schadenfreude olması tesadüf değil: Başkasının başına gelen felaketlerden keyif alma olarak özetlenebilecek, Almancada temel yeterliliği edindikten belki çok sonra karşılaşılabilecek bir sözcüğün ülkemizde şu sıralar bu denli popüler hale gelmesinin nedeni, alttan altta içimizde yer etmiş bir duygusal gerçekliği çok ekonomik biçimde ifade etmesi midir? Dilimizde buna karşılık gelen bir sözcüğün olmamasının nedeni, bizde böyle bir haletiruhiyenin yokluğundan ziyade, bunu dilde görünür kılacak kadar cesur olmamamız. Utangaç olanlar bunu bir diğer popüler sözcük Weltschmerz ile kombinliyorlar: “Burada artık yaşanmaz abi”nin daha felsefi, aynı kumaştan ama daha fazla cepli modeli.

Huzurunuzda kendime soruyorum, o karanlık “bu hale siz getirdiniz, şimdi çekin cezanızı” duygusuna yenilmeden ama öfkeden de delirmeden ne yapacağım? Bu kadar kuram, eleştiri, yorum geleneğinden sonra âdeta bir modern gibi her yazının hâlâ şifa niyetine öneriyle, sonuç olarak kabul edilecek bir tedavi önerisiyle bitmesi gerektiğini düşünenler, masadan doymadan kalkmış gibi hissedenler olabilir. Spinoza’ya uğrayalım, o illaki bir şeyler bulur buluşturur, ele güne karşı mahcup etmez bizi derdim ama bilindiği üzere, hamileri ve dostları De Witt kardeşler linç edilip bedenleri sokaklarda parçalandığında o da öfkeden deliye dönmüştü. Öyle yapmamış olsaydı, yapılabilecek en iyi şeyin, onun sözlerine atıfla “alay edip gülmeden, öfkelenmeden, sızlanmadan gücümüz yettiğince anlamaya çalışmak” olduğunu söylerdim. O aşama çoktan geride kaldı. O halde öfke bana, direnmek bana, doğru bildiğini yüksek sesle söylemek bana ama haset payı kim istiyorsa, kutsalının altında saklamayı kimin içi sindiriyorsa ona kalsın. Kişinin üstüne azgınca gelinirken kolay olmayacağı belli, ama benim danışmanlık aldığım şirket olan Platon&Spinoza’nın raporu, güzel olanın daima zor olduğunu beyan ediyor. Birilerinin payına düşen de bu, ne yapalım: Per aspera ad astra.



[1] Louis Althusser, Gelecek Uzun Sürer, çev. İsmet Birkan, Can, İstanbul, 1996, s. 225.

* American Pyschological Association. Uluslararası akademik yayınlarda en yaygın referans verme sistemi olarak bu derneğin belirlediği yazım ve alıntılama kuralları dikkate alınır (APA Style). Gustave Flaubert olsaydı kısaca şöyle tanımlardı sanırım: Akademi için metrik sistem.

[2] Hans Blumenberg, Endişe Nehri Geçiyor, çev. Cemal Ener, Metis, İstanbul, 2014, s. 15.