Teolojik-Politik İnceleme ve Etika adlı eserleriyle dinî dogmalar ve duygulanımlar üzerine devrimsel çalışmaları ile tanınan Bento Spinoza, 17. yüzyıl Avrupa’sında, bilimsel aydınlığın ve dogmatik karanlığın keskin karşılaşmalarının, zirvedeki hesaplaşmaların yaşandığı bir süreçte doğdu, yaşadı ve öldü. Bahsi geçen yıllar, din ve mezhep savaşlarının, şiddetli teolojik tartışmaların, baskıcı dinsel hüküm ve yönetimlerin ve bunun tersine çok sayıda bilimsel buluşun, Aydınlanmacı-rasyonalist düşünsel çalışmaların ve ayrıca hegamonik ekonomik çarpışmaların, coğrafi keşiflerin, kolonyalist yayılmacılığın iç içe gelişim gösterdiği bir çağdı. Bu çağda fikir üretmek, hele de yüzyılların dogmalarına karşı görüş ileri sürmek, hem imkânları hem de barındırdığı ciddi tehlikeler yönünden özgün bir süreci anlatır. Özellikle bu tür yoğun, derin, kapsamlı ve radikal Aydınlanmacı bir sürecin, üzerinden onca yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ yaşanmamış olduğu bizimki gibi geç modern ülke insanları açısından daha da çarpıcı, ibretlik, ders verici yönleri olduğunu belirtmek gerek. Ayrıca zihinsel süreçlerin köklü dönüşümlerinin öyle eklektik, sığ, samimiyetsiz, kopyacı, taklitçi ve yapay değişimlerle mümkün olmadığını görmek için de bu süreçleri iyi tahlil etmek gereği ortadadır.
Bento Spinoza ismi, yaşadığı dönem boyunca büyük tartışmaların, kavgaların, felsefi ve teolojik soruşturmaların tam ortasındaydı. Hegel’in sonraları diyeceği gibi, nasıl ki, Spinoza felsefesi dikkate alınmadan felsefe yapılamaz idiyse, o süreçte de yukarıda bahsi geçen tartışmalar, içinde onun felsefi düşünceleri geçmeden yapılamıyor gibiydi. Yaşarken olduğu gibi ölümünün ardından da çok az yürekli insan, isminin Spinoza ile birlikte anılması cüret ve cesaretini gösterebilirdi. Bu yüzden gizli saklı ve biri hariç hepsi isimsiz basılan eserleriyle birlikte filozofun adı da tarihin tozlu sayfaları arasında iki yüz yıl kadar unutulmaya bırakıldı. Ki bu unutuluşta payı olanlardan biri de bizzat o çağın bir başka parlak filozofu olan Leibniz idi. Ancak Spinoza felsefesi, bu lanetli(!) yıllarda ve sonrasında dahi yine de Novalis, Schleiermacher, Jacobi, Mendelssohn, Goethe, Schelling, Hegel gibi birçok düşünürü, aydını olduğu gibi genç Marx’ı, Engels’i ve başkaca düşünürleri etkilemeye devam etti. Spinoza’ya dair ilginin yaygın anlamda yeniden canlanması için 1960 sonraları beklense de filozofun düşünsel gölgesi her zaman felsefe ülkesinin üzerinde salınıyordu. 60 sonlarında Martial Gueroult, Alexandre Matheron, Pierre Macherey, Charles Appuhn, Louis Althusser ve Giles Deleuze gibi filozofların olduğu gibi hakkında biyografik çalışmalar yapan çok sayıda akademisyenin de ilgi odağı oldu.
Bu, ufak tefek, dönek ve tanrıtanımaz Yahudinin(!) ataları, İspanya’da yaşarken katı dinî baskılar nedeniyle din değiştirip Morrano adıyla anılsalar da yaşadıkları yerde barınamamış ve Portekiz, Osmanlı, Brezilya gibi farklı coğrafyalara dağılmışlardı ancak Portekiz de yaşamak için bazı yönlerden sakıncalı bulununca, o zaman adı Hollanda Birleşik Eyaletleri olan ve hem dinî hoşgörü hem Aydınlanmacı fikirler, hem de ekonomik imkânlar yönünden avantajlar vaat eden topraklara taşınmışlardı. Filozof, Hollanda’da (1632-1677) doğmuş, büyümüş ve ölmüştür. Bu bilindik hikâyeye birçok Spinoza biyografisi ve kitap analizinde rastlarız. Maxime Rovere’in bir iddiası olarak sorun da hikâyenin bu başlangıç kısmından sonra başlar. Zira Rovere, söz konusu eserinde, çoğu Spinoza biyografisinin ve kitap analizinin içerdiği bilgilere pek uymayan yeni bilgiler olduğunu ileri sürer. Felsefe alanında çalışmalarını sürdüren Fransız çevirmen, yazar, akademisyen Maxime Rovere, Kolektif Kitap Yayınları’ndan çıkan Spinoza Tayfası (çev. Osman Senemoğlu, 2020) adlı biyografik/monografik roman türündeki eserinde, bu yeni bilgileri vermeyi ve mümkünse bazı yanlışları düzeltmeyi amaçladığını söyler. Bu bilgiler ışığında, Spinoza ilgilileri için, daha önce öğrendikleri bazı bilgilerin yeniden ele alınması gereği ortaya çıkabilir. Maxime Rovere, filozof hakkındaki yaygın bilgilerin bazılarının yanlış veya eksik ve hatta uydurma bilgilerden oluştuğunu belirterek, amacının bunları yeni bilgilerle doğrulamak olduğunu belirtiyor: “Aynı şekilde, filozof hakkında bildiğimi sandığım her şeyin baştan aşağı uydurma imgelerden oluştuğunu yavaş yavaş keşfettim: Spinoza, Yahudi cemaatinden fikirleri yüzünden ‘aforoz’ edilmemişti; hiçbir zaman mercek imal eden bir zanaatkâr olmadı; toplumdan dışlanıp tek başına da yaşamadı” (s. 494). Yazar, bu monografik çalışmanın on beş yıl boyunca, dünyanın dört bir yanından onlarca araştırmacının yaptığı çalışmalarla ortaya çıktığını anlatıyor. Çalışmaların bütününün somut veriler, belgeler, bilgiler üzerinden sürdürüldüğünü ve bu bilgilerin de dijital ortamlarda erişilebilirlik imkânları düzenlenerek gerek okurların gerekse de araştırmacıların hizmetine sunulduğunu belirtir ve bu belgelere erişim için de bir internet adresi verir.
Kitabın adının Spinoza Tayfası olması yazarın “yanlış-uydurma bilgiler” göndermesinin en başta yer alması isteğini yansıttığını düşünebiliriz. Zira yerli ve yabancı birçok Spinoza biyografisinde Spinoza’nın dinî görüşlerinden dolayı yirmi dört yaşında “aforoz” edildiği ve yaşamını tam bir izolasyon altında, bir köyde mikroskop camı perdahlayarak yalnız başına ve yoksul geçirdiği anlatılır. Maxime Rovere, kitabının adını Spinoza Tayfası koyarak en başta, onun yalnız yaşadığı savına saldırır. Zira kitabın adıyla, Spinoza’nın az veya çok bir tayfaya, yani yakın arkadaş grubuna sahip olduğu işaret edilir. Rovere, hem bu bilgiyi hem de eserini niçin roman türünde işlediğini eserin başında şöyle anlatır:
Spinoza’nın izlediği yol ve düşünceleri, şaşırtıcı dönüşümlerin çerçevesini oluşturur. Birey aracılığıyla kendisinin en soylu parçası olarak gördüğü özelliğin doğumunu ve ölümünü görmek mümkün hale gelir. Bu özelliğe Modern Akıl ya da Felsefe adını vermem onu soyutlaştırabilir. Sözkonusu kişinin, birlikte sevmiş, birlikte yolculuk edip beraber yaşamayı hiç bırakmadan birbirlerinden uzaklaşmış, tekrar tekrar kavuşup sonra ayrılmış kadın ve erkeklerden oluşan gerçek yüzünü ortaya çıkararak, onda -Akıl ya da Felsefe denen şeyde- insan yaşamına tat ve değer katan şeyleri bulabileceğimizi göstermek istedim. Böylece bu kitap roman biçimini aldı; ailelerin, aşkların, dostlukların kararsız evrimini izledi ve bakış açılarını çoğalttı (s. 13, 14).
Eserin bir monografi olduğunu söyledim ama bildiğimiz anlamda ne bir monografi ne de bir biyografi olduğunu da eklemem gerek. Çünkü eserin merkezini Spinoza fikri işgal etse de Spinoza’nın kişisel yaşamı anlatının merkezinde yer almıyor. Yazar, anlatının merkezine her daim Spinoza’yı yerleştirmeyerek onun düşüncelerinin veya genel olarak felsefi düşünceye dair parıltının, ona duyulan hayranlığın yazar ve okur olarak bizlerin gözlerini kör etmesini istemediğini söylüyor. Kısacası eserin bütününde Spinoza ve düşüncesini arayanlar hayal kırıklığına uğrayabilir zira yazarın, daha çok 17. yüzyıl Avrupa’sının Spinoza’nın her biri bir bilim adamı veya filozof olan çok yakın arkadaşlarının hayatları ve çalışmaları üzerinden fikrî ve politik devinimlerini, serencamını göstermek istediğini söyleyebiliriz.
Yazarın yanlış ve uydurma kabul ettiği bir bilgiyi ilk başta ele almak üzere kitabının adını Spinoza Tayfası koyduğunu söylemiştik. Bu anlamda ilk elden geçirilen bilgi, filozofun hiç de söylendiği gibi yalnız, tecrit edilmiş ve yoksul yaşamadığı savıdır. Eserde, Spinoza etrafında kümelenmiş çok sayıda isme, düşünürün dostlarına rastlarız: Başta eğitim sürecinin başlarında yer alan öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel, döneminin en önemli matematikçisi, geometricisi Johannes Hude; fizik, kimya, mekanik, gök bilimi ve fizyoloji bilimcisi Jan De Witt, Christiaan Huygens… Ünü birçok ülkeyi aşmış tıp doktoru Steno, Kerckrinck… Olağanüstü yeteneklerinin yanı sıra bir kimya dehası olan Van Den Enden ve kızları Maria Clara; önemli liberal düşünürler Pieter Balling, Schuller, Tschirnhaus, Van Gent Oldenburg, Johannes Bouwmeester… Teolog Juan de Prado, Saül Levi Morteira… Devlet adamı olan De Witt kardeşler; yayıncı-dil bilimci Meyer de Woordenschat gibi oldukça kalabalık bir grubun/tayfanın olağanüstü yaşamlarına tanıklık ederiz, eserde. Bu isimlerin dışında hikâyenin içine bir şekilde dahil olan Latréaumont, Leibniz, Newton ve Spinoza’ya yaşamı boyunca ilgiyle, özenle ev sahipliği yapmış Bayan Van der Spyck ve ailesi ile adını sayamayacağımız en az bir düzine insan daha vardır. Bu isimlerin her birinin hayatında gerçekleştirdiği çağını aşan müthiş başarılar, bilimsel buluşlar, tehlikeli serüvenler, aşklar, felsefi tartışmalar, sürgünler, saklanmalar, yakalanıp öldürülmeler vardır. Eser bu yönüyle birçok serüvenin baş döndürücü biçimde ve akıcı bir üslupla işlendiği, çarpıcı ve iyi kurgulanmış bir romandır. Spinoza, bu kişilerin hayatlarının bir yerinde ve onları mutlaka derinden etkilemiş biri olarak hep yer alır. Spinoza, genel olarak Amsterdam, Lahey ve birkaç küçük köyde, yukarıda adı anılan insanların bir şekilde hep içinde olduğu bir hayat yaşar. Bu isimler, düşünürün hayatında oldukları gibi felsefi gelişiminin de hep içinde olagelmiştir. Tıkandığı, saptığı, yanlışa düştüğü yerde bu arkadaşları tarafından eleştirilmiş, yönlendirilmiştir. Filozof görüşlerini oluştururken tıp doktoru arkadaşlarının; kimyacı, matematikçi, geometrici, dil bilimci, filozof, politikacı arkadaşlarının buluşlarını, düşüncelerini hesaba katarak ilerler. Bu görüşler üzerinde ciddi ve uzun tartışmaların olduğu toplantılar düzenlenir. Örneğin Teolojik-Politik İnceleme’den sonra filozofun düşüncelerindeki değişimler üzerinde bu tür tartışmaların ve buluşların da rolü vardır. Filozofun yakın arkadaşları, özellikle Teolojik-Politik İnceleme’den sonra yoğun olarak maruz kaldığı “sapkın, dinsiz, tanrıtanımaz vb.” türü saldırılarda filozofun koruyucusu ve kollayıcısı olmuşlardır. Spinoza’nın genel kanının aksine öyle uzun uzadıya cam perdahlamadığı, yoksulluk çekmediği ve bu arkadaşları tarafından her zaman maddi-manevi yardımlarla desteklendiğini görüyoruz. Tıp doktoru arkadaşı için özel olarak perdahladığı mikroskop camı ve arada bu ilmin gelişmesi için denemelerini saymazsak, cam perdahlamak çok da hayat hikâyesinin içine dahil edilebilecek önemli bir bilgi sayılmaz.
Maxime Rovere eserin başlarında filozofun aile soyağacını verir. İspanya’dan başlayıp, Portekiz ve Hollanda’da biten ailenin göç serüveni içinde filozofun Emanuel ve Pedro adlı iki aile büyüğü; ardından Hannah Deborah Marques ile ikinci evliliğini yapmış olan Spinoza’nın babası Miguel (namı diğer Michale) gelir. Ardından üçüncü kuşak olarak Spinoza, kardeşleri Isaac ve Gabriel ile birlikte kuzenleri gelir. Spinoza’nın ailesi ticaret ile uğraşır. İnişli çıkışlı ticari yaşamlarında babanın ölümünden sonra işler Spinoza ve kardeşlerine kalır. Eğitiminin yanı sıra baştan beri babasının işlerine yardımcı olan Spinoza ve kardeşi başlangıçta pek zorlanmasalar da zaman içinde bazı aksilikler yaşarlar ve iflasa sürüklenirler. Simsarların, usulsüz senetçilerin, tefecilerin, dalaverecilerin ve çetelerin arasına düşen Spinoza bir ticari girişimden sonra muhataplarından parasını bir türlü alamadığı gibi aynı insanlardan iki kez dayak yer. Maxime Rovere bu aşamada yaygın bir bilgi yanlışına daha değinmek ister. Yine birçok biyografik metinde Spinoza’nın Yahudilikten dönmesi ve tanrıtanımaz düşüncelerinden dolayı hem aforoz edildiği hem de bıçaklandığı bilgisi mevcuttur. Oysa Rovere, böyle bir bilgiye dair hiçbir nesnel veri bulunmadığını ileri sürer. İlkin bıçaklanma hadisesine yer verir:
Ve beklenen oldu. Nerede, ne zaman, nasıl, kim, neden tam olarak bilinmiyor. Tarih bazen o denli sis içinde kalır ki evlerin ana hatları bile zar zor seçilir. Bir sokakta… Belki bir kanal kıyısında. Bayle’ye göre olay bir komedi çıkışında gerçekleşmiş ve sanki gecenin içinde kaybolup giden şık giyimli ekâbir takımın gülüşleri duyulur gibiymiş. Colerus’a göre ise Portekizlilerin eski sinagogu önünde, heyecanlı kalabalığın yarı kapalı gözlerle Hautgracht rıhtımına akın ettiği sırada gerçekleşmiş. … Adamın biri tüm gücüyle Spinoza’nın üstüne atladı. Bento bir kama gördü, onu itti, darbeyle savuşturdu, bıçağın keskin tarafı elbisesini yırttı (s. 153).
Adam yakalanamaz, kim olduğu bilinmez. Rovere adamın hırsız mı, eski bir arkadaşı mı olduğunun bilinmediğini; Yahudiler arasında borca batmış, dinden dönmüş, yasadışı ticari işlere bulaşmış, tecrit cezası almış, etnik saldırılara uğramış birçok kişi ve buna neden olan olayın gerçekleştiğini, hatta Spinoza’nın babasının da daha önceleri etnik bir saldırıda yaralandığını söyler. Burada ortaya çıkan yeni durum, bıçaklama olayının dinden dönme veya tanrıtanımazlıkla ilgisinin kurulamayacağıdır. Bir başka şey de çok önemli olmasa da Spinoza’nın bu olaydan sonra bıçakla delinmiş paltosundan hiç ayrılmadığına dair bir bilginin de olmadığıdır. Spinoza da olaya dair bir notunda şunları söyler:
Gerçekten de en büyük tehlikelere açık yaşadığımı görüyordum ve ne olabileceğini bilmesem de tüm gücümle bir çözüm bulmak zorundaydım. Tıpkı ne etki yapacağını bilmediği halde, o ilacı kullanmazsa ölümün kaçınılmaz olduğunu hisseden ölümcül bir hastalığa yakalanmış birinin tek umudu olduğu için tüm gücüyle o ilacı araması gibi.
Bu olaydan sonra Spinoza’nın ticaretten tümüyle çekildiğini ve kendini tamamen felsefeye verdiğini görüyoruz. Olay öncesinde ise yaşamında felsefi görüşlerinden çok, sorunlu ticari girişimlerinin izleri görülür. İki sıkı dayaktan ve tehditlerden sonra da tümüyle ticaretten uzaklaşması, olayın neden kaynaklandığına dair belki bir fikir verir.
Spinoza, felsefeye dair çalışmalarına ilkin Descartes üzerine incelemelerle başlayıp, daha sonra “akıl”, “varlık” problemi üzerinde durduğunu biliyoruz. Bu dönemlerde düşünürün henüz düşüncelerinin tam biçimlenmediği ve daha en önemli eserleri sayılan Teolojik-Politik İnceleme ile Etika’nın yazılmadığını da biliyoruz. Rovere, tam da bu süreçte gerçekleşen aforoz (herem cezası) işleminin, yaygın olarak iddia edildiği gibi onun “Tanrı'nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve Tevrat'ın Tanrı'nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu" iddialarından dolayı alınmadığını, buna dair bir bilginin bulunmadığını iddia eder. Üçüncü olarak düzeltmek istediği bilgi bu konuyla ilgilidir.
Modern çağın en olağanüstü kopuşlarından biri kabul edilen hadisenin yaşandığı o sinagoga girince insan erken ya da geç gelmiş olmaktan kaygılanıyordu. Ortalıkta kimseler yoktu. Sessizliğe gömülü kurul odasının dibinde sakin sakin sohbet eden birkaç yaşlı adam fark ediliyordu. İçlerinden biri kağıda İbranice bir şeyler yazıyordu. Genç adam öksürerek “Özür dilerim!” dedi, “Spinoza’nın aforozu burada mı gerçekleşecek?” İşte bu hiç okunmamış bir metnin, ilgili kişinin hiç katılmadığı bir kararın, boş bir sandalyeye yöneltilen dışlamanın, tarihçilerin cehaletiyle baştan sona uydurulmuş bir törenin hikâyesi. Morteira’nın 1618’de Venedik’ten getirdiği metin -Kol Bo Harem- Yahudiliğin en karanlık güçlerini içtimaya davet etmesine rağmen bu güçler hiçbir zaman B. de Spinoza’ya karşı öfkesini haykırmamıştı. Genç adamın umarsızlığı, alacaklıların açgözlülüğü, Morteira’nın hayal kırıklığı, kanun adamlarının kayıtsız anlaşmaları, sessiz sedasız bir şekilde hiç kimsenin arzu etmediği bir olaya neden olmuştu. 27 Temmuz 1656’da Spinoza dosyası kapatıldı” (s. 166, 167).
Rovere, aforozun asıl nedeninin Spinoza’nın babasından kalan borçlardan kurtulmak amacıyla, bir avukatın verdiği akıl ile kendisini bağlı olduğu Yahudi kanunlarından ayırması ve Hollanda kanunlarına geçmesi olduğunu ileri sürer. Yazar, Yahudilerin Hollanda içinde olmalarına rağmen Talmud’daki dinî kanunlarla, Halakha kanunlarıyla işlerini gördüğünü, bu uygulamanın elli yılı aşkın sürdüğünü ve birçok hukukçunun da bundan şikâyetçi olduğunu belirtiyor. Avukatın, Spinoza’ya bir tek bu yolla kurtulabileceğini zira Hollanda kanunlarına göre hâlâ reşit sayılmadığını, dolayısıyla borçlardan da sorumlu olmadığını söylemesiyle filozof Yahudi kanunlarından ayrılır ve Hollanda kanunlarına tabi olur. Yazar, bu durumun o zaman için Yahudi ileri gelenlerince hiç de hoş karşılanmadığını, bu yolu deneyenlere karşı ciddi tepkilerin olduğunu ekler. Sonuç olarak, aforoz öncesi Spinoza’nın kendi toplumundan ve baş haham Mortera’dan herhangi ciddi bir tepki almadığı ve dolayısıyla aforoz nedeninin bu olmadığı şu bilgiyle de sabitleşir: “Zaten 1639 Uniao metninin 33. Maddesi bu konuda hiçbir tereddütte yer bırakmıyordu: Bir Yahudi için Yahudi Kanunu her şeyden önce gelmeli ve anlaşmazlıklar için yetkililere yapılacak her tür başvurudan önce Mahamad’ın hakemliğine gidilmeliydi; aksini yapanlara herem cezası verilirdi” (s. 168).
Sonuç olarak, yazarının belirttiği biçimiyle beş yüz sayfalık bu çalışmanın ortaya çıkması için beş yıl üzerinde çalışılması gerekti. Spinoza’nın yaşamının kronolojik dizimine uygun olarak kurgulanan eser, birtakım hayali diyaloglara rağmen bütünüyle tarihsel kaynaklara, arşivlere, belgelere dayanır. Çok güçlü bir altmetnin üzerine serpilmiş nesnel tarihi belgeler, eserin edebî tadından da hiçbir şey eksiltmiyor. Aksine sağlam gerçeklere dayalı bir kurgusal metnin hem gerçeğe hem hayale aynı anda imkân veren içkin doğası gereği, oldukça yaratıcı bir okuma serüveni sunduğunu söyleyebilirim. Ayrıca okur için Spinoza’nın duygulara dair görüşleri oluşurken gizliden âşığı olduğu arkadaşının kızı Maria Clara’ya dair tutkusunun, kıskançlığının izlerini sürmek, dost ve arkadaşlarının etkileyici yaşam serüvenlerine şahit olmak, Leibniz ile karşılaşmasına ve başkaca filozoflarla tartışmalarına dair bilgilerin ışığında düşüncelerine bakmak, oldukça heyecan verici bir deneyim olacaktır. Spinoza, son yıllarda ülkemizde de oldukça ilgi çeken bir filozof ve yukarıda işaret edilen yanlış bilgiler düşünür ile ilgili birçok çalışmada yer alıyor. Bu eserin bu yönüyle de birçok araştırmacının, felsefecinin ilgisini çekebileceğini, düşünüre dair yeni bir bakışa imkân verebileceğini düşünebiliriz. Eserin içeriğinin, Avrupa’nın Aydınlanma serüveninin içinde bizzat özne olarak yer almış, oldukça renkli, büyüleyici, ilham verici (örneğin Van Den Enden) kişilerini tanımak açısından da verimli bir düşünsel sürece yol açacağını düşünüyorum.