“Biz İki Bacaklı Rahimleriz, Hepsi Bu”

Günlerdir kabuğumuzun çıtırtılarını dinleyip, evden kaçış hayalleri kurarken, kadınların ve çocukların artan şiddet türlerine maruz kalışlarını izliyoruz. İzlemek kahredici. Elbette yeni değil bu durum. Ancak tanık olmanın en zor veçhesindeyiz.

Salgın öncesinde sokaklara çıkıp, basın açıklamaları yapıp, mahkemelerde kadınların, çocukların, queer bireylerin yanında olabiliyor, sesimizi duyurabiliyorduk. Şimdi, şu anda, olan bitene seyirci kalmakla donatılmış bir evrene tıkılıp kaldık. Kadın örgütleri ev içinde artan şiddete dikkat çekmek için, yardım isteyebilecek kadınlara videolar hazırlıyorlar. Bazı telefon numaraları var, kadına yönelik şiddet için hep müphem olan… Arasan bir dert, aramasan başka bir dert. Telefonda, karakolda aşağılanmamanın hiçbir garantisi yok. Çoğu evde telefon edebilecek mahremiyet de yok.

Kadın örgütleri sosyal medya için hazırladıkları afişlerle, erkek şiddetine maruz kalan kadınların karakolda, hastanede yanında olmaya çalışıyorlar. Ama yetmiyor, yetmeyecek de bu dayanışma. Sokağa adım atmak bile büyük risk. Üstelik erkek egemen dünya hâlâ çok güçlü. Sokakların, özgürleşmenin ve her türlü hak arama mücadelesinin yok edildiği bu dönemde tüm dünyada kadına yönelik şiddet vakalarında artış var. Özel hayat, karantina koşullarında giderek kötüleşiyor. Bunun yanı sıra, kadının erkeğe her türden uyumunu, biat edişini öneren ve uygulayan devasa bir tarih ve fikir var ardımızda. Evin tekinsizliğini arttıran bu uyumlanma stratejileri, -aileyi, anneliği, yaşlı bakımını ve bir bütün olarak ev içi emeğini kutsallaştırma- salgın, savaş ve benzeri konjonktürlerde artarken, Mor Çatı gibi kadın dayanışma örgütlerinin işlevini bir kez daha öne çıkarıyor.

Salgın öncesinde de polis kadınları “biz bir şey yapamayız” diyerek eve gönderiyordu. Şimdi de öğreniyoruz ki kadınlar fiziki muayene için hastaneye dahi götürülmüyor, hakları konusunda bilgilendirme yapılmıyor veya eve dönmeleri için caydırıcı ifadeler kullanılıyor. Zaten kötü olan uygulamaların virüs bahanesiyle tamamen tıkanmış ve kötüleşmiş olduğunu görüyoruz. Polis başından savmak için "virüs var, her gün 15 kişi geliyor uzak durun kimin ne olduğunu bilmiyoruz" gibi ifadeler kullanıyor. Hatta daha da ileri giderek, "şikâyetten vazgeç, evine git veya arkadaşına git, sığınaklar kapalı, sığınaklar daha kötü" gibi sözler söylüyorlar. Bu süreçte başvuranlardan edinilen bilgiye göre, polis 6284 sayılı Kanun ile ilgili "bunu valilik yapıyor oraya gitmeniz gerekiyor" diyerek yine yanlış bilgiler veriyor. 6284’ü sadece ikamet ettiği ilçedeki karakoldan alabileceği de yine daha önceki dönemlerde olduğu gibi kadınlara verilen yanlış ve caydırıcı bilgilere bir başka örnek.[1]

Hal böyle olunca egemen stratejiler, söylemler iyice gevşiyor, pişkince açıklamalar ardı ardına geliyor. Kendimizi ve çocuklarımızı korumak için mütemadiyen iyileşmeye çalışıyoruz. Geçtiğimiz hafta çocuk istismarının ve kadına yönelik şiddetin tartışıldığı, insanı dehşete düşüren iki örnekle karşılaştık. Bu örnekler de yeni değil ne yazık ki. İlki İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muttalip Kutluk Özgüven’in, Akit TV'de 12-17 yaşın ilk çocuğu doğurmak için ideal olduğunu söyleyerek, çocuk istismarını savunduğu konuşmasıydı. İkincisi ise, Gazi Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı Orhan Acar’ın, video konferans görüşmesi sonrası kamerayı kapatmayı unutup "Kızların resimlerini de görüyoruz böylece çaktırmadan," sözleriyle gündeme gelmesiydi. Bu örnek, dijital şiddetin ve aşağılamanın son derece sarih bir haliydi.

Hayat, erkek egemen dünyanın zihninde nasıl ilerliyor ve yaşanıyorsa, o halin kadınlarda oluşturduğu fikir ve duygulanımlar; rehavetin ve pişkinliğin karşısına “öfkelenme hakkı”nı koyuyor. İnsan bazen öfkesini de, başka pek çok duygusunu da kendisi köpürtür. Bu köpürmenin bireysellikten farkının belki de tek göstergesi, kendiliğinden ya da kolektif sorunsallara eşlik eden duyguların kamusal alanda açığa çıkış biçimidir. O nedenle her kocasına, müdürüne öfkelenen kadın, örgütlü bir feminist olmuyor. Öfke diniyor, hayat bir kere daha kadınların üzerine yıkılıyor.

Örneğin Nevin Yıldırım’ın baltasında cisimleşen öfke, ortaklaşmanın da öfkesi olabildiği için Yıldırım kadınların mahkemelerde, sokaklarda adını andığı bir imgeye dönüştü. Çilem Doğan’ın fuhşa zorlanmasında, Özgecan Aslan cinayetinde ve adı duyulmayan kadına yönelik şiddet örneklerinde, “demagojiye yer bırakmayacak” denli olaylar yaşanmış olsa da, kadınların kolektif tepkileri -öfkeleri ve feminist bilinçleri- bu olayları, kamu vicdanının kırılma noktaları haline getirebildi.

Prof. Dr. Muttalip Kutluk ve Gazi Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı Orhan Acar’ın açıklamalarına karşı oluşan tepki, her daim işleyen bir başka mekanizmayı aklımıza getiriyor. Bu toplumda öfkelenmeyi erkekler öğreniyor. Biz öfkemizi kontrol edebilmekle malul yetiştiriliyoruz. Ve bu deneyimin erkeklere sunulan bir avantaj olduğunu bilerek tüm eşitsizliklerle mücadele ediyoruz.

“Süper Kadın Irkının” Kolektif Zekâsı ve Belleği

Türkiye’de kadın hareketi ve mücadelesi, pişkinlikle yapılan açıklamalara duyulan öfkeyi damıtmakta becerikli bir harekettir. Son bir haftada Muttalip Kutluk ve Orhan Acar’ın sözleri üzerine yazılar yazıldı, görüş bildirildi. Taçlı Yazıcıoğlu’nun Birikim Güncel’deki yazısı; “stigma” kavramı, piyasa ve kadınlık gibi temalar üzerine odaklanıyordu.

Bunun en son örneğini birkaç gün önce yaşadık. Hepimizin bir yarası ya da kutsalına dokunan şu stigmaları iyi tanımanın gerektiği, en son kız çocuklarının evlilik yaşının, yine bir erkeğin, yine akademisyen bir erkeğin, yine konu üzerinde hiçbir bilimsel ya da toplumsal söz söyleme hakkı olmayan bir akademisyen erkeğin, malum retorikle konuşması üzerine belli oldu. Seçilen mecrayı da göz önüne alacak olursak, böyle bir konuşmanın gideceği yeri bilen, hangi toplumsal mekanizmaları harekete geçireceğini hesaba katan o laflar, çoğumuzun içini dağladı. Ama dokundu işte, bir stigmaya daha dokundu, kız çocuklarına, çocukluğun kutsallığına, toplumumuzdaki en stigmatize edilen leke olan namus leitmotivi ile, yine biri, öyle biri, oraya dokundu ve toplumsal belleğin zayıflığına güvenerek, pası attı ve geri çekildi.

Kadın örgütlerinin belleğine kazınarak yerleşen, Prof. Dr. Muttalip Kutluk’un Akit TV canlı yayınında “Kadın-erkek rolleri ve ilişkiler” üzerine yürüttüğü tartışmada söylediklerine yakından bakalım:

13 yaşında, hem aklen belli bir noktaya gelmiş, hem vücuden belli bir noktaya gelmiş bir insan sen '10 yıl boyunca çocuk doğurmayacaksın, kadınlığını yaşamayacaksın' diyorsun. Süpermen'i bilmem ama süper kadın diye bir ırk var. Bu da 13-16 yaş arasında. İstediğiniz doktora sorun, en üstün nitelikli insan bu yaşlardakiler... Hadi biraz büyütelim 12-17 olsun; çok muazzam rejenerasyon kabiliyeti var, vücudu mükemmel falan. Yani bu yaş ilk çocuğu doğurmak için ideal bir yaş olarak belirlenmiş.

Cümlelerin içeriklerini kendime tek tek açıklamaya kalktığımda, Margaret Atwood’un feminist distopyası Damızlık Kızın Öyküsü isimli romanındaki şu sözler aklıma geldi: Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu.

Romanda damızlık kızların sürekli izlendiği, baskı altına alındığı, roman kahramanlarından Offred’in içinde biriken öfkeyi ve düşüncelerini pratiğe dönüştürmek için harcadığı çabaya tanık oluruz.

Kanatlarımızla, at gözlüklerimizle yukarı bakmak zor, tamıyla görmek zor, gökyüzünü, herhangi bir şeyi. Gene de bunu yapabiliyoruz, her seferinde bir anlığına, başın yukarı ve aşağı, yana ve geriye doğru hızlı bir hareketiyle. Dünyayı kaçamak anlarda görmeyi öğrendik.[2]

Akit TV’deki konuşmasında “Süper Kadın Irkı” derken, sapkın fantezi dünyası dökülüveriyordu ağzından er kişinin… Bir tek salyaları görünmüyordu. Ve Offred, zihnimde durmadan konuşuyordu; “Dünyayı kaçamak anlarda görmeyi öğrendik.”

Prof. Dr. Muttalip Kutluk konuşurken hem rahat hem de sahibi olduğu şehevi mülkün farkındaydı. Her rahim taşıyan iki bacaklı, erkeğin mülkü çünkü… Üstelik konuşmasında halkın kolayca anlayamayacağı bir kavram da kullanıyor. Rejenerasyon. Daha çok üremeye gönderme yaparak, canlı organizmanın doku ve hücre yenilenme hızını, küçük bir kızla cinsel ilişkiye girmenin ne kadar makul olduğu teziyle birleştirerek destekliyordu.

***

Korona virüs salgını; evin tekinsizliğini açığa çıkaran, kapitalizmin insanı öfkelendiren yanlarının gözümüze çomak sokarak görünür olduğu, bir büyük resim haline dönüştü. İnsanlarla aramıza sınır koymamızı öneren salgında, sınırlarımızı mütemadiyen ihlal eden başka bir zihinsel arka plan her zamankinden kuvvetle çalışıyor.

Ey erkekler, hem mesafelenin hem istediğiniz gibi saldırın!

Kadınların, çocukların, göçmenlerin, engellilerin ya da queerlerin yaşadığı bu zulüm çok tedirgin edici. Dekanlardan profesörlere, mahalle bakkalından babalarımıza uzanan bu sapkınlık ikametgâhının aktüel sözcükleri; “Dekan”, “Profesör”, “Kızların resimleri” gibi örneklerden oluşuyor. Dolayısıyla pişkinliğe duyduğum öfkemi bastırmaya gerek görmüyorum. Hatta bu yazının yazılış nedeni de büyük oranda öfkemden kaynaklanıyor. Ama önce öfke, sonra…

Er kişi buyuruyor:

“Zekâmızı kullanalım!”

Biz kadınlar, kolektif zekâmızı kullanıyoruz ve size diyoruz ki:

“Siz hayatlarımızı zindana çevirirken biz o zindanı başınıza yıkacağız!”


[1] “Koronavirüs Salgını Süresince Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele İzleme Raporu”, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, s. 2-3.

[2] Merve Deniz Pak, “Feminist Distopyada İktidar, Baskı Ve Direniş: Damızlık Kızın Öyküsü”, IBAD Sosyal Bilimler Dergisi, Özel Sayı/2019, s. 9.

Fotoğraf: Halkevleri