Geçen haftasonu birçoğumuz; bünyesinde Habertürk, Show TV, Doğa Koleji, İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi göze çarpar kurum ve kuruluşlarla birlikte 121 şirketi toplamış Can Holding’e el konulması haberiyle uyandık. Tahmin ederim ki yine pek çoğumuz için bu haber, normal olmayanlara karşı duyarlılığımızı çoktandır kaybettiğimizden kayda değer bir şey ifade ediyor değildir. Tabii mevzubahis duyarsızlığın bir başka sebebi de bunun ve buna benzer olayların; iktidarla ilişkisini bugünün şartlarında etik ve ideolojik düzlemde keskince kısıtlamış, mecbur kalmadıkça ona değmek istemeyen -yani iktidar halesinin dışında kalan- muhaliflerin çok önceden terk ettiği bir mevzide gerçekleşiyor olmasıdır. Örnek olarak bugün ortalama bir muhalif için yeni merkez medya; çoktan kaybedilmiş, örtülü de olsa rejimin borazanlığını yapmakta oldukları zihinlerde netleşmiş yapılardan ibarettir. Doğal olarak da çoktan terk edilmiş bu mevzinin idari ve hukuki varlık alanı artık dikkatleri çekmez. Buradan yola çıkılırsa aslında bir tarikatin, futbol takımının yahut müzik grubunun; cemaatini, taraftar grubunu, hayran kitlesini birinci dereceden ilgilendirecek bir gündem de dikkat çekici değildir. Ancak bunlardan farklı olarak iktidar halesini saptamayı ve içindekilerle dışındakileri ayırdı icap eden şey; bunun vergi temelli mecburi bir ortaklaşalık arz etmesidir. Zira devlet ve içindeki sistemler; iktidar halesinin varlık şekline bağlı olarak esneyip genişleyerek tabii görevlerini aksatabilirler ve bu da hepimizi ilgilendirir. İçerinin tanımı kişiden kişiye değişebilir; içeride olmaklığın birincil koşulunun iktidarla bireyin kurduğu maddi/manevi menfaat ilişkisi olduğu savunulabilir, bir diğer yönden ise iktidarın sunduğu yaşam tarzına itiraz etmemenin dahi buna yettiği düşünülebilir. Ama buna karşın dışarının tanımı bana göre nettir; hükumet eden gücün tasavvurundan vareste bir yaşam alanı. Bu; iktisadi, sosyal ve siyasi yönlerden ele alınmalıdır. Çünkü muktedir bu faktörler üzerinde etki alanına sahiptir. Kuvvetin dengeli olarak bölüştürüldüğü bir hukuk devletinde; hukuk muktedirin de üstünde olacağından teoride hukuki alanda bir dışarı-içeri ayrımı yapılamaz, fakat fiili durumda güç çok merkezileşmişse hukuken de dışarıdalık oluşmuş demektir. Aslında net bir "içeri“ tanımı yapamamamızın sebebi de buna benzer, güç dengeli dağılmışsa içerisi ve dışarısı toplumda gitgide marjinalize olma eğilimindedir, arada büyükçe bir gri alan oluşur. Muktedir lehine/aleyhine dengesiz dağılmış güç; dışarıyı yahut içeriyi güçlendirerek gri alanı tasfiye eder. Bu da çizdiğimiz sınırların akışkanlığını gösterir.
2000‘lerin başında Türkiye’de iktidar, oldukça parçalı bir yapıdaydı. Yürütme erkinin; birden fazla elde dağılarak cılızlaştığı, belli belirsiz sisi andıracak kadar müphemleştiği söylenebilir. Dolayısıyla, aslında o zamanlar üzerinden değerlendirme yapılacak yekpare bir merkezin dahi tam manasıyla bulunuyor olmadığını ifade etmek mümkündür. Zaten ite kaka gitmekte olan koalisyon hükümeti toplumun gözünde muteber değildi ki çok geçmeden de kuskunu yokuşta koptu. Böylesine parçalı bir iktidarın toplumda sahici bir kutuplaşma yaratabilme kabiliyetinin çok sınırlı olması ve temerküz edememiş gücün merkez tarafından taliplere vaat edilecek avantajları üretememesi sebebiyle içeride yahut dışarıda olmak da bugünkü manasıyla çok şey ifade etmiyordu, neredeyse içerisi ile dışarısı birdi. Elbette ki Türkiye’de devletin her daim asgari bir yozlaşmışlık seviyesinde olduğu söylenebilir, merkezileşmemiş dahi olsa gücün nimetlerinden nemalananların varlığı faşedilebilir, ancak bununla beraber aradan geçen yirmi beş senede durumun kıyas kabul etmeyecek başka bir boyuta eriştiği de kabul edilmelidir. Neticeten 2000 senesinde iktidar halesinin dışında olmaklığın, yeterince katlanılabilir ve boğuculuktan hayli uzak bir ferahlıkta olduğunu söyleyebiliriz. (Yalnız bahsettiğim halenin direkt siyasi destekçi sayısıyla ölçülebilir bir varlık olmadığını belirtmem gerekir. Bu; seçmen sayısı, medya tabanlı kitle kontrolü, yargıya hakimiyet, kaynaklara erişim gibi kavramların hegemonik bir kombinasyonundan doğar. Bir parti, seçmeni %50‘nin üzerindeyken yargıya söz geçiremeyebilir; başka bir parti %30 seçmenle neredeyse bütün kuvveti elinde toplayabilir.) Bu devre, 21. yüzyıl Türkiye’sinde dışarı-içeri geçişkenliğinin toplumsal cepheler tarafından en az kınandığı, ayıplandığı devredir.
2000‘li yıllar ise gücün gitgide merkezileştiği fakat halen yekpare bir merkezin varlığından söz edilemeyecek bir zaman dilimi olarak hatırlanabilir. Çünkü iktidarın içindeki yapılar eskiye nazaran çok daha bütünleşik olsalar dahi birbirinden farklı ajandaları olan büyük parçalardı, onlar çalkantılı geçmişin yol açtığı iktisadi, sosyal ve siyasi boşlukları dolduruyorlar iken şartların henüz bir mal kavgasına mahal vermediği iklimde işler yolunda gözüküyordu. Bu dönemde, ayrı parçalar olmalarına rağmen müşterek müesses nizama karşı kader ortaklığı içerisinde olan hükumet içi yapılar çok az çatıştığından iktidar halesi en makbul şekilde genişledi ve güçlendi. Yani içeridekiler azımsanmayacak avantajlar elde ettiler, bu halenin dışındakiler ise bu avantajlardan mahrum kaldılar. Tabii siyasi kapsam halkası; henüz doğal sınırına gelmediğini gösterir şekilde genişledikçe, açık olarak dışarıdakilerin içeri girmesi için güçlü bir teşvik de arz eder. Bu bakımdan, o günlerde iktidarda olan partinin kemik kitlesini oluşturduğu zaman aralığının neden bu ekspansiyon dönemine rastladığı da anlam kazanır. Bu devre, 21. yüzyıl Türkiye’sinde dışarı-içeri geçişkenliğinin en yüksek olduğu devredir; fakat gücün geçmişe nazaran artmış temerküzü ve bunun sebep olmaya başladığı toplumsal kutuplaşma, cepheyi terki eskiye göre daha yüz kızartıcı bir hale getirmiştir, çünkü içerisi ve dışarısının sınırları görünürleşmeye başlamıştır. Bu görünürleşmenin önemli bir sebebi de 1990‘ların sonundan itibaren halkın önemli bir kısmının merkez siyaseteti aciz bulması neticesinde uç seçeneklere yönelmesi -ki uç seçenekler de taç giyen baş misali merkezleşti- ve bunun yol açtığı ideolojik gerilimdi. Bu devre içerisinde sosyal medya platformlarında „arkadaş listemde x partili istemiyorum“ cümlesini duymak/okumak mümkün hale geldi.
İç ve dış şartların da etkisiyle pastanın artık büyümeyeceği, obezleşen tarafların birbirlerinin elindekilere göz diktiği ve dolayısıyla bu ekspansiyonel balayının sona ereceği gerçeği; 2011 genel seçimleri öncesinde dönemin başbakanına takdim edilen bir isim listesiyle kesinlik kazandı. Bu tarihten sonra her iki taraf da zaten bir süredir kerhen katlandığı kader ortağını hızlıca tasfiyeye girişti ve amansız bir bilek güreşi başladı. 2013‘te zirveye ulaşan bu bilek güreşi, yavaş yavaş sönümlenecek ve zaman de jure olanın lehine işleyecekti. Bu süreçte iktidar, gücün temerküzüne hayati bir önem atfetti ve uzun vadeli sonuçlarını hesaba katmaksızın bekası için vites arttırdı. İçeridekiler ve dışarıdakiler ayrımı derinleştirildi, toplumsal kutuplaşma ilk defa bilinçli olarak bu kadar körüklendi. Artık bu dönemde merkezileşmiş gücün içeridekilere ne denli imkanlar sağladığını, bu imkanların -17-25 Aralık’ta- onlara karşı bir hukuki silah olarak kullanabilecek raddeye gelmesinden anlamaya başlıyorduk. Yine bu dönemdeki iç harbin sonucunda içeriden dışarıya atılanlar oldu ve içeridekiler konumlarını muhafaza edebilmek için dışarıyı taciz etmeye başladılar; bu taciz, bürokraside ve sosyal hayatta fark edilir hale geldi ve böylece içeri-dışarı geçişkenliği ciddi bir şekilde düştü. Fark etmeseler de bu tarihten itibaren ana muhalefet için Anadolu’nun kapıları ciddi manada kapanmaya başladı, çünkü özel teşebbüsün çok kısıtlı olduğu yörelerde insanların geçim kaynağı büyük oranda devletti ve hükumet de hayatta kalmak için devletleşiyordu, bunu yaparken de toplumsal kutuplaşmayı bilinçli olarak arttırıyordu. Dolayısıyla iktidar partisi taşradakilerin vazgeçemeyeceği bir dayanak haline gelmeye başlamıştı, bu da içeriye doğru örtülü ama uzun vadeli tek yönlü bir göçü mecburi kılmaktaydı.
Üç-dört senelik sancılı sürecin sonunda rejim değişikliğiyle beraber daha sancılı bir sürece girildi ve güç artık lineer değil logaritmik olarak merkezileşmeye başladı; gerek bürokraside gerek askeriyede gerek toplumsal oyun alanında ciddi tasfiye süreçleri başladı ve içerisi dışarıyı işgale başladı. Bu tarihten itibaren artık -içeriyle ters düştüğünüz takdirde- dışarıda aktif bir oyuncu olamazdınız. Tabii iyice boşalmış olan iç kadrolar da dışarıdan yeni bir bürokratik dolgu malzemesiyle takviye edilmek zorundaydı, öyle de oldu. İşte bugünün milli güvenlik rejimi bu şekilde teşekkül etti.
Aradan geçen 7-8 senede bu sefer içerinin ekspansiyonundan ziyade enflasyonuna şahit olduk. İçerisi, refahın erozyonunun ve derinleşen gelir eşitsizliğinin tabiatı gereği barındırdığı kaymak tabakaya sonsuz avantajlar sağlarken kitlesinin çoğunluğunu oluşturan kısıma da ölmeme imkanını sunmakta. Tabii bu piramit, gücün neredeyse tam temerküzüyle ve şaşalı kitle kontrolü gereçleriyle inşa edildiğinden ideolojik taban bezmemekte ve -onurlu- yaşayabilmek için ikna olmaktadır.
Bugünlerde ise bana kalırsa güç temerküzünün son fazındayız; bir bütün halindeki merkez, muhalefeti daha fazla rantın ve hesap vermeden yapılabilecek potansiyel fiiliyatın önündeki can sıkıcı bir pürüz olarak görüyor, onu etkisiz hale getirerek „dışarısız“ bir toplum yaratmak istiyor. İşin yine medya ayağından örnek verecek olursak ülkemizde muhaliflerin üç dört tane televizyon kanalına sıkıştırıldığını ve bu kanalların da sürekli olarak sansüre uğratılıp taciz edildiğini görebiliriz. Elbet ki bu tacizin sebebi, bütünüyle siyasi bir gıcıklık değil. İçerinin böylesine şiştiği toplumlarda marjinalleştirilmiş olan dışarısı, içerideki memnuniyetsizler için ciddi bir cazibe merkezidir. Köşeye sıkışmış yapılarının doğurduğu bir can havliyle muktedirlere yönelik daha doğrudan söylemler üretip, daha tehlikeli hedefler haline gelirler. Bu bakımdan yıkılmış çoğu iktidarın muhalefetle savaşta „duracağı yeri bilmemesi“ klişesi, aslında varlığını sona erdirecek bir toplumsal yankıyı alt etme mecburiyetinden ileri gelir. Türkiye gibi dinamizmiyle meşhur bir ülkede iktidar bunu arzu ettiği raddede ve uzun vadeli bir şekilde gerçekleştirebilir mi bilinmez fakat esasında zaten dışarının ve dışarıdakilerin medya dışında da yeterince daraltıldığını söylemek mümkündür. Bugün Türkiye’de güç öylesine merkezileşmiş ve bir odağa bağlanmış durumdadır ki toplumsal her aktör; maddi yahut toplumla bir iletişimde artık devlete, dolayısıyla iktidara -en azından zihnen- temas etmek zorundadır. Bu zaruretin özellikle gençler tarafından daha fark edilebilir olduğunu söylemek yanlış olmaz, 19 Mart sonrasındaki "rejimi doğru tahlil etmek“ geyiğinin de kabaca genç muhaliflerden yaşlı muhaliflere yönelen bir fikir dalgası olduğu söylenebilir. Örneğin 2024 Türkiye’sinde yerel seçimlerde iktidar tarafından tecrübe edilecek ciddi bir kaybın genel seçimi tetikleme ihtimali eski rejimden kalan algıların bir tek tezahürüydü.
İktidarın gücü, böylesine konsantre bir şekilde elinde topladığı senaryoda elbette içeriye girenlerin sadakatinden şüphe edilebilir. Hatta son zamanlarda rasyonel bir güç dengesi tahlilinin arkasına saklanarak iktidarı ve eylemlerini meşrulaştırmakta olan yeni bir söylem de gelişmekte. Muhakkak ki bu, sürdürülmeye gayret edilen muhalif kinin kaçınılmaz normalleşme ile olan savaşından bir kesittir. Güç dengelerini doğru okumak kuşkusuz ki önemlidir; fakat bana göre doğru olan, artık iyiden iyiye sertleşen bu zecrin kınanmadan normalleştirilmesinin kesinlikle yanlış ve art niyetli olduğunu savunmaktır. Her şey bir kenara bırakılacak olursa içerisinde yaşamakta olduğumuz devre; aktif siyasi muhalifliği imkansızlaştırmakta, iktidar halesinin dışındakileri ise içeridekileri içeride tutabilmek için cezalandırmaktadır. Bugün içeri-dışarı kutuplaşması öyle bir noktaya gelmiştir ki, bir kısmımız siyasi gündem içerikli soruların sorulduğu sokak röportajı videolarını yalnızca çıkacak kavgaları izlemek için açar haldedir.
Tabii içerinin makul sınırlarını aşıp dışarıya böylesine göz diktiği bir toplumsal senaryoda; içeride doğal dışarılar oluşmaya başlar, çünkü işin tabiatı gereği- tek parti rejimlerinde parti içi hiziplerin önemi hatırlanmalıdır- olması gereken budur. İşte aslında başta bahsettiğim ve muhaliflerin bugün duyarsızlaştığı iç kavgalar bunun açık bir ispatı halindedir denilebilir. İçeri dışarıyı yutarken alışılageldik bir siyasi düzlemde dışarıyla olan kavgaların gündemi işgal etmesi beklenir, fakat özellikle 2020‘den itibaren iktidarın içeriyle olan kavgaları da en az dışarıyla olanlar kadar ilgi çekici hale geldi. Bu gücün aşırı temerküzünün ve rejim dönüşümünün açık bir göstergesi olarak dış kavgaları döven iç kavgalara işaret etmektedir. Bu iktisadi düzlemde gerçekleşti, gerçekleşiyor ve gerçekleşecek; fakat seçimlerin bir meşruiyet sağlama aracı olmaktan çıkarılma hedefi güdüldüğü Erdoğan sonrası Türkiye’de -eğer plan başarılı olursa- çekirdek içi kavgalar nasıl bir istikrarsızlık yaratacak ve bu hayali ihtilafat nasıl nihayete erdirilecek, fazlasıyla merak uyandırıcı!





