Gücü olan inşa eder. İnşa etmeye muktedirdir. Tüm coğrafyalardan ve muhtelif siyasi rejimlerden, narsistik ve çoğunlukla megalomanyak olduğunu tarih boyunca gördüğümüz güç simgesi yapılar, bir yandan iktidarı temsil ederken, diğer yandan iktidarın itaat ettirme arzusunu dillendirir (hatta buyurur). Bülent Batuman, bu yapıları ve mekânları, Milletin Mimarisi: Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekân Siyaseti adlı eserinde[1] “suç mahallini” (isterseniz “şoför mahalli” de aklınıza gelebilir) çağrıştıran ince bir ifade ile “güç/iktidar mahalli” olarak adlandırıyor.
Batuman, 1994 Belediye seçimlerine kadar uzanan, 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile ivmelenen ve halen içinde olduğumuz, İslâmcı siyasetin egemenliği altındaki dönemin yalnızca siyasi değil, toplumsal, kentsel ve mimari, iç içe geçen karmaşık ve yoğun tarihini titizlikle analiz ediyor. Bülent Batuman’ın farklı alanlara (siyaset, toplum bilim, kent ve mimarlık) hâkim kapsamlı anlatımın ayrıca önemi, Türkiye’de yaşananları dünyanın seyri içinde ele almasından geliyor. Soğuk Savaş yıllarına egemen olan seküler milliyetçiliğin yerine Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte İslâmcı milliyetçi siyasetin geçişini, yalnızca Türkiye değil, Asya, Uzak Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika ile birlikte, geniş İslâmi coğrafya içinde ele alıyor. Genel olarak, İslâmcı, milliyetçi ve otoriter olan bu rejimlerin siyasi yükselişlerine paralel, mekânı ve toplumu yeniden biçimlendirmede -kimi zaman ayrışsalar da- büyük oranda ortak refleksler ve icraatlar sergilediklerini ve bu yönde mimarlık ve mekânı araçsallaştırdıklarını ortaya koyuyor. Bu da bize kendimizi yalnız hissettirmiyor.
Bülent Batuman, bu karmaşık hikâyeyi yalın bir biçimde, cami, konut, kentsel/kamusal mekân ve kamu yapılarına ayırdığı dört bölüm altında inceliyor. Hikâyenin başrolünde Türkiye olmakla birlikte, diğer İslâmi coğrafyaların zamandaş aktörlerinin maceralarını anlatı boyunca takip ediyor. Birinci, ikinci ve dördüncü bölümler (kaba bir özetle), milliyetçi otoriter İslâmi rejimlerin ideolojilerini inşa ettikleri binalar ile cisimleştirmedeki başarılarını anlatırken, üçüncü bölüm, bu başarı öyküsünün ortasındaki kaçınılmaz başarısızlığı ve iktidarları çileden çıkaran sınırlarını sergiliyor.
Bülent Batuman’ın söz konusu üç bölümdeki anlatısı yalnızca yapıları ve yapılı alanları, İslâmcı rejimlerin güç temsilleri olarak aktarmakla sınırlı kalmıyor. Batuman, refah devletinin çöküşü ve neoliberal ekonomi politikaların yarattığı güvencesiz iş ortamında, İslâmcı ideolojinin kendi tabanını dayanışmacı ağlarla nasıl desteklediği ve bir “refah sistemi” yarattığını vurguluyor. Özellikle belediyeler üzerinden işleyen dayanışmacı ağ, İslâmcılığın kentlerdeki başarısının esas unsuru. Bu ideolojik (ve aynı zamanda ekonomik) birlik ve beraberlik, milleti İslâm’la perçinleyerek yeniden tanımlamaktadır. Bu yeni tanım emperyal dönemin ümmetinden ayrı, milli devletin parçasıdır. İslâmcı millet tasavvuru (başlığa taşınan adıyla “yeni İslamcı ulus”) içinde yer aldığı neoliberal ekonomide kente dayalı “metalaştırma” ve “İslâmlaştırma” politikalarını el ele yürütürken, inşaatı da başat aktör haline getirmektedir.
Bu inşa serüveninde Batuman, 21. yüzyılın İslâmcı “iktidar mahallerinin” neredeyse uluslararası ortak bir mimari dile ulaştığını örneklerle sergiliyor. Kendi kendini şarklılaştıran bir biçim dilidir bu. Ötekinin kendine bakışını kabullenmekte ve hatta sahiplenmektedir. Ancak şarklı olmak da yeterli değildir. Modernlikten uzak duramayışı, akıllı binalar yapmakla övünmesinde görülür. Hatta, modernliğe karşı duramayışını “fazla modern” oldukları için ret edilen camilerin, reddedilme sebeplerinde bile görülebiliriz. Modern oldukları için değil, fazla modern oldukları için reddedilmektedirler. Batuman işaret etmese de aslında, Ziya Gökalp’in medeniyet-hars ikilemi 21. yüzyıl versiyonu ile halen karşımızda durmaktadır ve kolay kolay da geçmeyeceği anlaşılmıştır.
İslâmcı klasizmin, Batuman’ın sunduğu şekliyle, türlü milliyetçi versiyonları ile birlikte uluslararası bir mimari koda dönüşmüş olduğu bir gerçek. Burada Batuman’ın İslâmcılığa yaptığı vurgunun değerini kabul etmekle birlikte, benzer örneklerin Müslüman nüfusun çoğunlukta olmadığı ülkelerde de görüldüğünü göz ardı etmemeliyiz. Mermer ya da beton katkılı beyaz kaplama malzemelerin, cam giydirme cephelerle bütünleştiği bu yavan klasizmi sözgelimi Gürcistan’da da görmek mümkün. Modernleşmekte geç kalmış olmanın yanı sıra, kimliği olağan bir süreç değil, statik ve mutlak bir değer olarak algılamak, içinden çıkılamaz bir bunalım yaratmaktadır. Bu haletiruhiye ile (bir nevi aşağılık kompleksi ile) talep edilen mimari eserler İslâmi kimlik kaygıları dışında da doğabilmektedir. Söz konusu yavan klasizm, geç kalmışlık duygusuyla şiddetlenen kimlik problemlerine mimarlık ve inşaat piyasasının sunduğu ağrı giderici bir ilaç gibidir. Etken maddeleri bellidir: anıtsallık, simetri, azamet, giydirme cam ve kaplamalardaki basitleştirilmiş klasik detaylar. Bu noktada mimarların ve inşaat piyasasının talep edilen estetik ile arz edilen ürünün estetik dili arasındaki ilişkiyi ve (varsa öncelliği) çözmek için, daha fazla mikro tarihe ihtiyacımız olduğunu belirtmeliyiz. Mimarlara, inşaat firmalarına, sermaye ve siyasetle olan ilişkilerine, moda olan malzemelere, inşa tekniklerine, malzeme ve tekniklerin uluslararası dolaşımına, aktörlerin uluslararası dolaşımına ve pratiklerine yönelecek bu yeni araştırmalar için Batuman’ın tartışması önemli ışıklar tutmaktadır.
Batuman’ın inşa furyasına dair anlatısı İslâmcı milliyetçiliğin yükselişi ile Kocatepe’den, Çamlıca Camisi’ne, yargıya yapılan müdahalelerden Adliye binalarına, sayıları 63 binden bir milyona ulaşan imam hatiplilere ve okul projelerine, kentsel dönüşüm projeleri ve TOKİ ile inşa edilen milyonlarca konuta, yeni İslâmcı konut çevrelerinde itina ile korunan zengin-yoksul ayrımına, pek çok önemli tartışmayı içeriyor. Batuman’ın İslâmi değerlerin devletin toplumu denetim altında tutabilmesine elverişliliği ve konut alanlarının gündelik hayatın İslâmlaştırılmasındaki yeri üzerine tespitleri de son derece can alıcı. Ancak, İslâmcı muhafazakâr siyasetin, konut alanları dışında da günlük hayatımızı ve mekânlarımızı dönüştürdüğünü her gün adım adım izliyoruz. Başkentte bir devlet üniversitesinin yüzme havuzunda kadınlara özel seans ayrılması, muhafazakâr kadınların bu imkândan yararlanabilmesi için bir fırsattır elbette. Ancak havuz ile giriş holü arasındaki camların opaklaştırılması, havuzu seyrederek vakit geçirmek için hazırlanan koltukların sırtını havuza, yüzünü karşı duvara yerleştirilen aynalara çevrilmesi, tam da günlük hayatımıza sirayet eden muhafazakârlaşmadan yalnızca bir örnek. Muhafazakâr siyasetin, hayatın neşesini silen, bunaltıcı müdahalelerinden yalnızca biri. Bu örneklerin kamuya açık alanlarda zamanla etkisini daha kuvvetle hissettireceğini de tahmin edebiliriz.
Şimdi gelelim İslâmcı rejimlerin gösterişli başarı öyküsünün tam ortasında diken gibi duran başarısızlığa. Bülent Batuman kentsel/kamusal mekân bölümünde, Lefebvre’den ilhamla kentlinin kamusal mekânı temellük edişine (appropriate) odaklanır. İslâmcı siyaset, her ne kadar cami, konut ve kamu yapılarının (okul, adliye binası ve nihayetinde kendi “sarayının”) inşası ile mekânın tüm üretim imkânlarını, buradan yarattığı faydaları ve denetimini elinde bulunduruyor olsa da kentsel kamusal mekânı bir direnç mekânı olarak muhalif kentlilere kaptıracaktır. Bu Batuman için muhalefetin “kentsel devrim”idir. Batuman, farklı muhalif damarların Gezi’de bir araya gelerek patlamasını, kentsel mekânı temellük ederken gösterdikleri bedensel performansları (yoga, meydanın temizliği vd.), yarattıkları komün hayatını, ürettikleri mekânları (çadırlar, barikatlar) ve bu mekânları kullanımlarını, farklı ideolojik gruplardan, farklı sınıflardan, farklı çevrelerden insanların, bir araya gelmeye alışkın olmayan muhafazakâr kadın ve erkeklerin aynı mekânda karşılaşmalarını anlatır. Kısaca mekânın yine Lefebvre’in kavramları ile “toplumsal üretimini” açar. Bedenler mekânı sahiplenerek yeniden üretirken, ürettikleri mekânın sebep olduğu pratikler bedenlerin alışkanlıklarını dönüştürür. Batuman beden ve kamusal mekân analizini diğer bölümlerde yaptığı gibi burada da dünyadaki salınım içinde tartışır. Gezi öncesi Tekel direnişi, Kahire’de Tahrir meydanı ve Wall Street’in işgali bu dalgalanmanın benzer titreşimleridir.
İktidarlar nasıl uluslararası benzer bir mimari dil ve kodda buluşuyorsa, muhalifler de dirençlerinde benzer tepkiler ve reflekslerle ortak bir deneyim yaşamaktadır. Buradan yola çıkarak, iktidarların binalarıyla/anıtlarıyla fiziksel olarak cisimleşmesinin yanında/karşısında, kentsel muhalefetin ve direncin hafızamızın önemli parçaları olan hatıralarımızı inşa ettiğini söyleyebiliriz. Hangisinin toplumsal hafızada daha kalıcı ve etkileyici olacağını kim iddia edebilir?
Batuman’ın kentsel kamusal mekâna dair analizleri Gezi gibi muhalif direnişlerle sınırlı değil. 15 Temmuz 2016 olayının ardından, iktidarın halka, tam da Althusser’in ifade ettiği gibi, seslenişini ve meydanlara çağırışını da konu alır. Bu davetli eylemleri Gezi olaylarının taklitleri olarak yorumlar. İktidar, cami inşasında nasıl Osmanlı döneminin taklidine yöneldi ise, halkın katılımını arzuladığı kitlesel gösterilerde de Gezi taklit edilir. Muhafazakâr zihinlerin taklide meyilli oluşunun bir başka ispatıdır bu.[2] Özgür düşünme, yaratma ve üretmenin yerine var olanı tekrar, ezber ve taklit muhafazakâr zihne daha uygundur.
Batuman kitabında, iktidarın kültürel alanda gerçekleştirdiklerinden duyduğu tatminsizliğe de değiniyor. Hatırlarsanız, iktidar, siyasi hegemonyayı kurduğunu, ama kültürel alanda başarılı olamadığını geçtiğimiz yıllarda ifade etmişti. İslâmcı (muhafazakâr) zihin yapısının özgür düşünce ve yaratıcılıktan çok, taklitten hareket ettiği aşikâr ise, iktidarın kültürel alanda açabileceği yol ve bu düşünce dünyasının üretebileceklerinin sınırları da aşikardır. Yaratıcılığı insanüstü gören ve hatta yasaklayan, ezberi ve sonsuz tekrarı (sözleri anlaşılmadan tekrar edilen dualar gibi) erdem olarak kabul eden bir düşünce ve hayal dünyasının taklitten kendini kurtarma şansı zayıf olmalı. Taklit ise, orijinalin başarısının ötesine geçebilme olanağına pek de sahip değil. Her ne yaparsa yapsın, yaptığı her zaman orijinali hatırlatacak ve onunla kıyaslanacak. Taklit edilenin zaten, Batuman’ın işaret ettiği gibi, şarkiyatçı bakışın parçası olması da cabası. Dolayısı ile iktidarın kültürel alandaki hedeflerinin var olandan uzaklaşması oldukça zor görünüyor.
Batuman’ın en önemli vurgularından biri yine Lefebvre’e dayanarak, kentleşmeyi özellikle nüfus hareketinden doğan bir birikim olarak görmemesinden, sanayi sonrası toplumu “kent toplumu” olarak kabulünden geliyor. Bu bakış, İslâmcı siyasetin kent çeperlerine dönük politikalarını, tarıma desteği azaltırken metropolitan alanın tanımını değiştirerek 16.500 köyün büyükşehir mahallesine dönüştürülmesini “kent(sel)leşme” ve bir İslâmi kentsel devrim olarak görüyor. Yarı kırsal alanların kent üzerinde söz sahibi oluşunu, yani siyasallaşmasını, kent çeperlerinden alınan oylarla, kentin belediye meclisinde çoğunluk sağlayışını kentleşme ve bu gelişimi İslâmi kentsel devrim olarak yorumlamak sanırım daha fazla tartışmayı gerektiren, değerli bir konu. Bu yazıyı daha fazla uzatmadan, basitçe, siyasal olan kentseldir ya da kentleşme siyasallaşmadır tartışmasından da önce, öncelikle kentleşme ve kentselleşme tanımlarımız üzerine biraz daha düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Kent çeperlerindeki yarı kentsel çevrenin, seçimlerde kullandıkları oyla belediye meclislerinde çoğunluğu kazanması, taşranın kentleşmesi (ve hatta siyasallaşması) değil, yalnızca kentsel siyasetin taşrayı başarıyla araçsallaştırması olarak da okunabilir.
Son olarak gelelim Batuman’ın yönelttiği “İslâm demokrasi ile bağdaşır mı?” sorusuna. Bu soruya cevap bulmak da bir o kadar zor. Batuman’ın otoriterliği İslâm’a içkin bir eğilim olarak görmemesi umut verici. Ancak elimizde Yeryüzü Sofrası’nda sergilenen barışcıl ve eşitlikçi örneklerden fazlaca yok. Bilakis yabancılara karşın düşmanlık telkin eden söylemler kamuoyunda çok daha etkin. Türkiye’de devletin mevcut kontrol mekanizmalarının İslâmcılığın otoriter bir rejime dönüşme şansını kolaylaştırdığı Batuman’ın haklı olduğu önemli noktalardandır. Ancak farklı İslâmi düşünce yapılarının devletle ilişkisi daha fazla tartışmayı gerektiriyor. İslâm’ın demokrasi ile bağdaşması hepimiz için elbette “hayırlı” olur; ne diyebiliriz ki… İnşallah…
[1] Şahika Tokel’in Türkçe çevirisi ile Metis tarafından Eylül 2019’da yayımlanan eserin orijinali, 2018 yılında Routledge’dan New Islamist Architecture and Urbanism: Negotiating Nation and Islam through Built Environment in Turkey adı ile yayımlanmıştı.
[2] Bu konuda daha detaylı bir tartışma için şu yazıya bakılabilir: Gurallar, N., “Muhafazakâr veya Özgürlükçü Farklı Zihinsel Yapıların Estetik Karşılıkları, İktidarın Estetik Tercihi ve Mimarlarla İlişkisi”, Dosya 34, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Mayıs 2015, s. 42-45, http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/dosya34.pdf