1980’lerde, kabaca, ne oldu? Cinsel devrimin parlak bir dönemi olarak, antibiyotikler, doğum kontrol hapları ve yasal gebelik sonlandırma uygulamasını hayata geçiren yasalar sayesinde, “aykırı” cinsel davranışlara karşı muhafazakâr caydırma silahları olarak hastalık ile gebelik korkusu bertaraf edilmişti. İşte, AIDS'in korku dolu bir “silah” olarak ortaya çıkışıyla, ifade bulmaya ihtiyaç duyan bastırılmış bir ahlâkçılık hortlamış oluyordu. Bu hastalık, homofobi lehine saldırgan bir taşkınlık ve daha genelde cinsel devrimin “fazlalıkları” olarak algılananlara karşı nefret ifadelerinin patlak vermesi açısından bulunmaz bir fırsat doğurmuştu. Nasıl bulaştığının tam olarak bilinmediği erken dönemlerde, bütün toplumsal uzamları yatay kesen tehditkâr bir heyula olarak dolaşıma girdi: Örnekse, AIDS bahsindeki ilk sinema yapımı olarak anılan An Early Frost (1985) filminde temel duygusal tema, bulaşmaya dair yerli yersiz korkulardan oluşuyordu. Michael (ve sonrasında Victor) karakterlerinin deneyimleri, çevrelerindeki insanlardan ve hatta sağlık çalışanlarından gördükleri “bilgisizce ve dışlayıcı bir sakınma”ya, “sanki bir gizil buyruğun dayattığı bir kaçgöç tavrı”na maruz kalmaktan ibaretti... Medya, hukuk, muhafazakâr politikacılar, yardakçı uzmanlar ve hatta kilise işbirliğiyle, söz konusu AIDS paniği kısa sürede yaygınlaştı. 1980'lerin başında, ana-akım Batı medyasının “kepaze eşcinselleri, uyuşturucu bağımlılarını ve fahişeleri avlayan” bu hastalık hakkındaki sansasyonel başlıklarla eğlenmediği tek bir hafta bile yoktu. Sonuç olarak cinsellik bir kez daha, dehşet verici bir ölüm fikriyle bağdaştırılmış oluyordu. Eşcinsel erkeklerin henüz salgının erken yıllarında bir araya gelebilmesinde ise, Simon Watney'in saptamasıyla, hakaretamiz medya sansasyonalizminin o “aptalca gaddarlığının” etkisi[1] yadsınamaz.
Michel Foucault da, AIDS'e bağlı nörolojik komplikasyonlar nedeniyle yaşamını yitirmişti. Arkadaşı Edmund White, 1981 yılında Foucault'yu AIDS konusunda uyarmıştı. Aldığı yanıt ise, White'ın naklettiğine göre, şu olmuştu: “Ah, aman ne güzel, Edmund: Siz Amerikan püritenleri, her zaman hastalık icat ediyorsunuz. Siyahları, uyuşturucu kullananları ve de eşcinselleri tefrik etmeye, seçerek ayırmaya yarıyor bu; ne kadar mükemmel!”[2] İlave edelim ki, Hervé Guibert'in, AIDS'in neden olduğu psişik ve somatik acının açık bir tasvirini sunduğu Hayatımı Kurtarmayan Arkadaşa (À l'ami qui ne m'a pas sauvé la vie, 1990) başlıklı kurgusal kitabında, kitabın esas kahramanının sözünü ettiği Muzil ismiyle temsil edilen kişi Michel Foucault'dur. Orada, dolaylı olarak, ilk defa AIDS’ten bahsedildiğini duyan Foucault’nun nasıl da kahkaha attığına yer verilir: “Yalnızca eşcinselleri etkileyen bir kanser, gerçek olmak için fazla güzel olurdu bu, ölesiye gülünecek bir şey.”
Sahiden de AIDS, 1980’ler ABD’sinde, âdeta bir 9/11, bir Katrina kasırgası, bir Japon tsunamisi yahut da bir Haiti depremi gibi ulusal boyutları aşan bir yankıya sahiptir. Örnekse, 1991'de yayımlanan bir bilimsel çalışmada, AIDS'in yapacağı öngörülen yıkımın vebanınkini katbekat aşacağı düşünüldüğü için, nitelemek üzere doomsday (kıyamet günü) tabirine başvurulmuştu. Dahası, aynı metinde, dünyanın geri kalanını yok etmiş bir nükleer felaket sonrasında kıtaya doğru hızla yaklaşan bir nükleer bulutu bekleyen tehdit altındaki Avustralyalıları anlatan 1959 yapımı bir Amerikan filminden (On the Beach) analojiyle, ölümün kaçınılmazlığı vurgulanıyordu.[3]
Ronald Reagan ve şürekâsının (başta senatör Jesse Helms gibi figürler olmak üzere) akıl almaz tavırları, ataletleri ve de tüyler ürpertici çıkışları bilinir. ACT UP (AIDS Coalition to Unleash Power) kurucularından LGBTİ aktivisti Larry Kramer şunu söyleyecekti: “Bizler yoktuk. O Ronald Reagan ki, 1987 yılına kadar 'AIDS' sözcüğünü telaffuz bile etmedi.” Reagan’ın AIDS hakkında ilk halka açık konuşmasını yaptığı 31 Mayıs 1987’ye kadar ABD’de yirmi binden fazla kişi AIDS’e bağlı hastalıklardan yaşamını yitirmişti ve AIDS’le yaşayan insanlar toplumsal yapının tüm kurumlarınca ya yok sayılıyorlar ya da hasbelkader basında yer aldıklarında da, ölmekte olan can çekişen insanlar olarak tamamen aciz biçimde gösteriliyorlardı. Sevilen, yitirilen insanlar için yas tutmak imkânsızdı ve bu dönemde sanatçılar hastalığa yakalanmış yakın çevrelerinden insanların kaybından duydukları acıyı tam da bu durumdan yola çıkarak bedeni doğrudan göstermeden, imleyerek ele alacaklardı.[4] Örnekse Félix González-Torres (1957-1996) de, AIDS’ten ölen hayat arkadaşı Ross'un yokluğundan duyduğu hüznü, beyaz çarşaflı, çift kişilik dağınık yatağının fotoğrafını New York kentinin reklam panolarında sergileyerek göstermişti (Untitled, 1991).[5] Buna şu da dahildir: Tersinden bir okumayla, Foucault'nun da, sözgelimi Britanyalı sanatçı Bruce Chatwin'in de (1940-1989), HIV/AIDS ile yüzleşmemeleri, adını anmaktan kaçınmaları, yaşadıkları hastalıkları zaten bilinen terimlerle ifade etmekle yetinmeleri, hastalığın kendisinden ziyade dolayımlarıyla, ismiyle veya aktüel süreçleriyle hemhal olmaları gibi unsurlar bir tür ortaklaşılmış metafor gibi düşünülebilir. Bunu Steve Finbow yazıyordu. “Metafor şayet Aristoteles'in Poetika'sında tanımlandığı biçimiyle alınacak olursa, Foucault'nun zattüresi veya Chatwin'in Çin'de kendisini ısıran bir yarasadan kaptığını söylediği mantar enfeksiyonu, birer HIV/AIDS metaforu olarak düşünebilir,” diye not düşüyordu.[6] Sessizliğin içkin metaforu.
AIDS krizinin sistemik bir okumaya ve dolayısıyla sistem-karşıtı muhalif bir odağa evrilebilmesini sağlayan etmen, esasında bizleri bu gibi ihtilaflı krizlerin doğasına taşır. Öyle ki, bir toplumsal tehdidin nedensel kaynağının net olarak tanımlan(a)madığı bu gibi durumlar, kimin suçlanacağına veya sorumlu tutulacağına ilişkin bir tartışmayı da beraberinde getirir. Sözgelimi, birileri tarafından yapılmış, müsebbibi net olan musibetler, suçlanacak bir sorumluyu da otomatikman teşhir eder. Diğer taraftan, başkaldırı hareketlerinin tarihine eğilen James M. Jasper'ın yazdığı gibi, AIDS gibi nedensel suçlamaları pek açık olmayan tablolar, siyasi ihtilafların da konusu olacaktır. Bir zamanlar doğal felaketler olarak kabul edilen pek çok netice için, şimdi insanları suçlayabiliyoruz ve yönetimlerin bizleri korumasını umabiliyoruz. Bilim insanlarının hastalıkların nedenleri hakkında daha çok bilgi üretebilmiş olmasıyla ve kolera, tifo, çiçek, tüberküloz gibi Mahşerin Dördüncü Atlısı olarak ölümcül salgınlarla mücadelede mesafe katedilmesiyle, yine kamu sağlığı, aşılama ve önleyici tedbirler gibi devlet programlarının oluşturulmasıyla toplum sağlığını tehdit eder hale gelen birtakım unsurlara karşı seferberlik ilan ederek insanları bu tehditlerden korumak devletlerin görevi telakki edilmiştir. Bu nedenle, 1980'lerde AIDS'in ortaya çıkmasıyla ACT UP başta olmak üzere protesto grupları, Reagan hükümetini söz konusu hastalığı göz ardı etmekle suçlayabildi ve hastalığın ortaya çıkmasına ilişkin reel anlamda hiçbir nedensel suçu olmasa da, devlet başkanı olarak sorumluydu. Toplumsal ve doğal nedenler ile sorumluluk arasındaki sınır, siyasal olarak tartışmalıdır ve tartışıldıkça da yaratıcı kazanımlara gebedir. ACT UP gibi gruplar da, belki paradoksal olarak, bu tür sorunların çözümünde topluma düşen sorumluluğu artırabilmek için, bir neden olarak “doğa”nın sınırlarını genişletmeye çalışır. Buna göre yardımı hak edenler, özellikle masum kurbanlardır. Bir yandan AIDS aktivizmi eliyle suçlanabilecek ve böylece utandırılarak çare bulmak üzere harekete geçirilecek kuruluşlar ya da oluşumlar arayışına girilirken, muhafazakâr gruplar da, aksine, kurbanları suçlamak ve hükümetin çözüm konusundaki sorumluluğunu kısıtlamak amacıyla “eşcinsellik” ya da “gelişigüzel cinsellik” olarak gördükleri AIDS'in toplumsal nedenleri üzerinde ısrar etmek isterler.[7] Sağ kanat vaizler, AIDS'i, frengiden kansere kadar pek çok başka hastalığı da betimleyen ahlâkî renk ile resmederler, salgını eşcinsel günahkârlara verilen Tanrısal bir ceza olarak algılarlar ve bu yaklaşım ile önceki arasındaki voltaj, çok geçmeden nesnel bir kriterin olmadığı ve kaçınılmaz olarak sistemik sonuçlar doğuracak agresif bir etik-politik mücadeleye evrilir. Hayal kırıklığı, öfke ve infial giderek toplumun “doğa”sını sorunsallaştırır hale gelir, bir gece içinde binlerce insanı aktivizmin tam ortasına çeker ve “Alışın!” diye haykırır.
Hem Judith Butler hem de Douglas Crimp, AIDS dönemine tarihlenen eşcinsel melankolinin sesini, sonu gelmek bilmeyen genç erkek ölümlerinin yasını tutabilmek için gereken kolektif dili kaybetmesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu durum, melankoli ile aktivizm ikilisini tefekkür etmek için kaçınılmaz bir gereksinimi düşündürüyordu. Crimp, 1989'da yazdığı Mourning and Militancy başlıklı denemesini, yasın ve hüznün, militanca bir duygulanım olduğunu zikrederek sonlandırıyordu. Yas tutmayı yasaklamaya ve geylerin insanlık-dışılaştırılmasına yönelik onca çağdaş gayretin karşısında, militan hüzne doğrudan bir çağrıydı bu. Ne olursa olsun, çağdaş liberal demokrasilerde siyasal öznellik gibi oluşumlarına dair güçlü değinileriyle de bilinen siyaset bilimci Wendy Brown'ın “yaralı ilişiklikler” (wounded attachments) kavramı imdada çağrılırsa, bir toplumsal aidiyet ve kamusal içerilme olanağı olarak gey kimliğinin oluşumunda, söz konusu “kayıp[lar]” motifinin imzası yadsınamaz.[8]
Sahiden de kayıplar ve yas motifi, alternatif toplumsallığın kurucu harcı olmuştur ve bu harç karılırken, gözden kaçırılamayacak bir uğrak da, sanatsal üretimler olarak karşımıza çıkacaktır. Félix González-Torres'in, AIDS’ten ölen hayat arkadaşı Ross'un yokluğundan duyduğu hüznü, beyaz çarşaflı, çift kişilik dağınık yatağının fotoğrafını New York kentinin reklam panolarında sergileyerek gösterdiğinden söz etmiştim. İşte, burada sözü devredebileceğimiz Edward Bacal da, çağdaş dünyada deneyimin yitimi ve katılımın olanaksızlığı izleğine itirazla, AIDS krizi bağlamında üretilen sanatsal verimleri, Nicolas Bourriaud’dan mülhem bir “ilişkisel estetik” (esthétique relationnelle) tartışması yürüterek irdeliyordu.[9] Buna göre AIDS aktivizmi, “protesto estetiği”nden “topluluk estetiği”ne, oradan da “ilişkisel estetik”e varan bir seyir izlemiştir. Orada Bacal, topluluğun “birlikte-olma estetiği”nden dem vururken, bunun politik arka planını şöyle resmediyordu:
“Yaygın olarak erişilebilen algıların ve etkilerin temeli, yalnızca öznelliklerin ve bedenlerin nasıl ortaya çıktığını değil, AIDS'li insanların öznel ve fiziksel varoluşunu tıkayan hegemonik yapılara nasıl ve ne biçimde karşı çıktıklarını yeniden tanımladığı ölçüde politiktir. Bu nedenle, buradaki siyasetin etkisi, yalnızca eylemciler tarafından didaktik olarak halka aktarılmaya çalışılan mesajların içeriğinde değildir; fakat tam da söz konusu mesajların ilk etapta iletilebilmesini sağlayan ortak deneyimin temelini yeniden tanımlanmasında yatar. AIDS aktivizmi, o halde, ortak duyumsallıkları açığa çıkarmanın ve bu duyumsal olanakların geniş planda toplumsal düzlemde söz sahibi bir konuma yerleştirilmesinin aracı haline gelir. Bu 'birlikte-olmanın duyumsal dokusunun dönüşümü', böylece AIDS'le insanların toplumsal sistemden dışa-atılmasına (abjection) direnir. Zira verili kamusal alanın dışlayıcı doğasına itiraz ederek, onu, bedenlerin ve konuşan öznelerin içinde yeniden ikamet edebileceği şekilde yeniden yapılandırır. Özetle bu, AIDS'le birlikte beden fenomenolojisinin öznel bir beden olarak ve bundan öte, ancak başka biri sayesinde tanımlanabileceği bir kişi olarak meşruiyet kazanmasıdır. Bu bağlamda, dışlanan bir atık olarak yarı-beden, topluluğun deneyimi ve oluşumu için hizmet eder hale gelir.”
Devamında, Bacal, bir kurucu motif olarak kayıplara odaklanmaktaydı:
“AIDS'le yaşayan öznenin öznelliği olmayan madun (subaltern) pozisyonu, böylelikle, başkasının totaliter tahakkümünü engelleyen bir pozisyonu ima edebilir. Başka bir deyişle, bu pozisyon nihayetinde topluluğun varlığını sağlar: Kendilik ile başkasının paylaşılmış bir mütekabiliyet (mutuality) ağında bir arada bulunması, öznellik ile bedeni kapsayan kendilikten feragat edilmesini (vis-à-vis başkasının mevcudiyetini) şart koşan bir karşılaşmaya denk gelir. (…) Jean-Luc Nancy, ‘Gerçek ölümlü varlıklar topluluğu ya da topluluk olarak ölüm, onların imkânsız birliklerini (communion) kurar,’ diye yazıyordu. Bununla alakalı olarak da, sadece, AIDS krizinin (kendisinden ziyade) altında yatan durumları dikkate almalıyız: Gey topluluğundan on binlerce kayıp, yine ölümün soğuk teni karşısında hayatta kalmak için cebelleşen bir o kadar daha insan ve neredeyse tüm diğer geyler için, doludizgin bir hayat yaşanıp yaşanmayacağına dair bir belirsizlik hissi… İşte o zaman, kayıp üstüne, bizatihi kendi kaybı üstüne bir topluluk inşa etmenin ne anlama geldiğini soruşturabiliriz; o ki bu topluluğu yaratmaya ve sürdürmeye çalışanların çoğu, yarattıkları o şeyin bir parçası olabilecek kadar bile yaşayamamışlardı. AIDS aktivizmi, ölümün yaşam verdiği bir vücut bulma halidir, yaşama yürüyen ölümdür. Hal böyleyken, AIDS aktivistlerinin 1980'lerin sonlarında bir başına gerçekleştirdikleri sayısız kazanımları gerçekleştirme motivasyonunun, başkaları tarafından merak edilerek kurcalanması da boşuna değildir.”[10]
Beri yandan José Esteban Muñoz, söz konusu aktivizm projesinin komünal doğasına ışık tutuyordu. Tek tek bireysel kayıplardan ziyade, topluluk yönelimi çerçevesinde biçimlenen bir grup kavrayışına vurgu yaparken, komünal yasın, doğası gereği, okunmak için son derece karmaşık bir metin olduğunu; zira şu veya bu kayıp için değil, daha ziyade bir “bütün” olarak yas tutulduğunu söylüyordu: “Başka bir şekilde ifade edilirse, parçaların olumsal ve geçici bir koleksiyonu olarak, tam da o parçaların kaybının deneyimini idrak ediyoruz.” Bir dizi ayrışmamış parça olarak, olumsal bir bütünlükte kavuşuluyordu ve tam da toplumsal tanınma, bu komünal kaybın suretinde edinilen bir şeydi. Muñoz, melankolinin, queerler için olduğu kadar renkli/siyah insanlar için de, bir patoloji değil ama gündelik varoluş ve hayatta kalım mücadelesinin tamamlayıcı bir cüzü olduğunda ısrarcıdır. Bu anlamda Freud'a şerh düşerek olumlayıcı politik potansiyellerini teslim edecektir. Ona göre melankoli bir yıkıcı güç, içinde diğer her şeyi masseden bir haletiruhiye değildir. Kendimizi yeniden ve başka biçimlerde kurmamıza yarayacak bir kolektif mekanizmadır aynı zamanda.[11]
Bu gibi kolektif mekanizmaların kurulması, ölümden daha serin bir sözcük olarak yalnızlığı erittiği ölçüde, öz-güçlen(dir)meyi zenginleştirerek korunmaya değer bir yaşama açılacaktır. Yıldırım Türker, AIDS'ten korunma bahsine bu noktadan bakmayı öneriyordu:
“Hayatımızı, varoluşumuzu kabul etmeyen, bizleri görmezden gelen heteroseksüel dünyanın bize yönelik bir sözü olabilir mi? (...) Sessiz ve sedasız ölüm. Oysa benim geylere önerecek bir dünyam var. Örgütlenme ve politik mücadele. İşte tam da bu noktada onlara korunmadan söz açabiliyorum. (...) Aşk ve korunma, hayatımızda yan yana gelmesi en güç kelimeler değil mi? Aşkımızı göze aldığımızda, aşkımıza cüret ettiğimizde toplumsal erkten ve statükodan soyunmuyor muyuz? Hele hele aşkımızı dile getirdiğimizde, saklanmayı reddettiğimizde çoğunluk korunacak bir hayatımız kalmamış olduğunu görmüyor muyuz? (...) Aşktan gözümüz döndüğünde prezervatifleri çıkarıp atıvereceğiz. Oysa korunmak, bizim zannedegeldiğimiz gibi aşka karşı bir şey değil. Aşkımızı evcilleştiren, küçük düşüren bir şey değil. Birbirimize aşkımızı, tutkumuzu göstermek için ölümü göze almamız gerekmiyor. Bu noktada kahramanlığın tanımını doğru yapmalıyız. [K]ahramanlık intihar değildir. Kahramanlık bir araya gelip, kendi adımızı kendimizin koyup kendi tarihimizi kendimizin yazmasıdır. Yalnız olmadığımızı anladığımız anda, korunmaya değer bir hayatımız olduğunu da fark edeceğiz.”
1980'lerin sonlarında uç veren ve dayanışmacı-özverili direngenliğin yıldızlı nişanelerinden biri olarak ACT UP oluşumları da, yaşamsallaştırdığı kolektif-komünal nosyon itibarıyla sivriliyordu. 1992'de kurulan Tedavi Eylem Grubu’nun (Treatment Action Group) öncü ismi Peter Staley (d. 1961) şunu söylüyordu: “Hastaları savunmak, onların avukatlığına soyunmak ACT UP ile doğdu: Gerçekten de, bir yanda ‘fildişi kulesi’ ile beyaz laboratuvar önlükleri vardı, öbür yanda ise acı çekmekte olan hastalar... AIDS aktivizmi bütün bunları değiştirdi.”[12]
Aynı zamanda ACT UP'ın önde gelen simalarından da olan Staley'in, How to Survive a Plague (2012) filminin sonlarına doğru sarf ettiği cümleler, bu yönüyle, pekâlâ Nietzsche'yi yankılar ve bir kolektif özgürlük ütopyasına kulaç atar gibidir: “Yok olma ve imha tehdidi karşısında, öylece teslim olunmaması için, bilakis ayağa kalkmak ve tıpkı şimdiye dek hep yaptığımız gibi dövüşmek için, kendimizle ve birbirimizle ilgilenmek, dünyaya inanılması güç şekilde gösterdiğimiz o insanlık ve iyilik adına mücadele etmek için...”
[1] Nitekim Watney'i sitayişle anan Derek Jarman da, günlüğünün 1989 yılına tarihlenen satırlarında Independent, Mirror, People gibi yayınları ciddi serzenişlerle zikrediyordu; bkz. Modern Nature, University of Minnesota Press, 2009, s. 3-213.
[2] Bkz. “Edmund White recalls a night at the opera with Michel Foucault in 1981”, The Telegraph (telegraph.co.uk), 28 Şubat 2014. Ekleyelim ki, Foucault'nun partneri de olan Daniel Defert [d. 1937], filozofun ölümünden sonra Fransa'da AIDES adlı ilk AIDS bilinçlendirme örgütünü 1984 yılında kurmuş olan öncü bir aktivistti ve farkındalık kampanyaları ile danışmanlık faaliyetinde bulunan örgütün 1991'e dek başkanlığını yürütmüştü. Defert, bunu yaparken, her ikisi de 1982 yılına tarihlenen, Britanya'daki Terence Higgins Trust (THT) ile ABD'de Larry Kramer'ın öncüsü olduğu Gay Men’s Health Crisis (GMHC) gibi oluşumlardan ilham almıştı.
[3] Bkz. T. Ersoy, “Tıp Dilinin Metaforu İçin Deneme”, İatokrasi: Tıp ve Kültür içinde, İstanbul: Sorun, 1998, s. 87.
[4] Sırası gelmişken ekleyelim ki, bağışıklık yetmezliğinden ölmekte olan ama ziyaretine gidilemeyen, öldükten sonra yası tutulamayan eşcinsel âşıkların ve yoldaşların trajedisine Judith Butler da değiniyordu; Madrid Complutense Üniversitesi'nde verdiği Performativity, Precarity and Sexual Politics başlıklı dersinde (Haziran, 2009). Yine örneğin, “eşcinsel melankoli” üzerine yazdığı satırlara bakılabilir: İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. F. Tütüncü, İstanbul: Ayrıntı, 2005, s. 126-142. AIDS’ten ölenlere yönelik yasın kamusallaştırılması ve politikleştirilmesi, ona göre, eşcinsel melankolinin yaygın kültürel riskine karşı koyabilecek bir kolektif ödev ve kazanımdır.
[5] Esra Yıldız, “Queer ve Sessizliğin Reddi”, Cogito, sayı 65-66 (“Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram”), 2011, s. 395-408, 401. Torres'e ilaveten: Performatif okumalar, video işleri ve sanat yerleştirmeleriyle AIDS’i kimlik politikaları bakımından tartışmaya açan en ilham verici isimlerden biri de, sanatçı ve aktivist Gregg Bordowitz’dir (d. 1964). Son olarak, AIDS'in sanatsal yaklaşım ve üretimleri nasıl değiştirdiğine dair olarak, Harvey Milk Enstitüsü'nün kurucusu ve Queer Nation örgütünün de öncülerinden olan aktivist sanat tarihçisi Jonathan David Katz'ın (d. 1958) eserlerine bakılabilir.
[6] Notes From The Sick Room, Repeater Books, 2017.
[7] J. M. Jasper, Ahlâkî Protesto Sanatı: Toplumsal Hareketlerde Kültür, Biyografi ve Yaratıcılık, çev. S. Öner, İstanbul: Ayrıntı, 2002, s. 191-192. Ayrıca bkz. J. M. Jasper, Protesto: Toplumsal Hareketlere Kültürel Bir Giriş, çev. A. Önal, İstanbul: Ayrıntı, 2017, s. 124-127, vd.
[8] Brown, bu kavramla, psişik mağduriyetin veya sakatlık hallerinin (states of injury), yani marjinalizasyon ve dışlama formlarının geç-modern liberal demokrasilerde ırksal, etnik ve toplumsal cinsiyet kategorilerine/kategorilerini hem eşlik hem de idame edeceğini, bunun da özgül olarak devlet hukuku ve söylemsel oluşumlarla ilişkili bir seyir izlediğini iddia ediyordu. Bkz. States of Injury: Power and Freedom in Late Modernity, Princeton University Press, 1995, s. 52-76.
[9] Borriaud, aralarında Félix González-Torres’in de bulunduğu birtakım sanatçıların sanatsal pratiğinin temel niteliği olarak gördüğü “ilişkisel sanat”ı, 1990’ların başlarında sanatsal üretim biçimi olarak mevcut toplumsal duruma bir karşı-yanıt olarak okumuştu: “Karşılıklı eylemliliği içine alan yapıtlar aslında keskin bir biçimde modern söylemden ayrılır. [Ç]ağımız insanı uzlaşma, ilişki kurma ve ortak var-olmalar üzerine kafa yormakta ve olası ilişki alanları keşfetmeye çalışmaktadır.” Bkz. İlişkisel Estetik, çev. S. Özen, İstanbul: Bağlam, 2005, s. 58.
[10] E. Bacal, “Bodies Being-Together: AIDS Activism and the Aesthetics of Community”, Trans-Scripts, 3/7, 2013, s. 98-109, özellikle, s. 101-103.
[11] David L. Eng ve Shingee Han, “A Dialogue on Racial Melancholia”, D. L. Eng ve D. Kazanjian (ed.), Loss: The Politics of Mourning içinde, University of California Press, 2003, s. 343-371; s. 363-366. Ayrıca bkz. J. E. Muñoz, “Photographies of Mourning...”, Disidentifications: Queers of Color and the Performance of Politics içinde, University of Minnesota Press, 1999, s. 57-74; 73-74.
[12] “Heroes in the Fight: Meet Peter”, San Francisco AIDS Foundation (From the Experts), sfaf.org, 2014.