Siyasal Düşünceler Tarihi Ne İşe Yarar?


Siyasal Düşünceler Tarihi denildiğinde aklınıza ne geliyor? Ya da herhangi bir şey geliyor mu? Bu alana aşina olmasanız dahi muhtemelen Aristoteles’i, Machiavelli’i ve Wollstonecraft’ı duymuş, hatta belki Hobbes’un Leviathan’ını veya Marx’ın Komünist Manifesto’sunu okumuşsunuzdur. Son birkaç on yılda tarih metodolojisi yönünden çok ciddi şekilde eleştirilmişse de, Siyasal Düşünceler Tarihi aslında halen daha bir dizi böyle isim ve metin ile büyük oranda sınırlı bir disiplindir. Bu açıdan hayli enteresan bir özellik de sergiler.

Modern bilimin ana özelliklerinden birisi olan uzmanlaşma genelde isimlere veya metinlere göre değil, belirli araştırma alanlarına göre yapılmış bir işbölümüdür. Oysa siyasal düşünceler tarihi çoğu zaman çok daha sınırlı ve dar bir literatür içerisinde dönüp durur. Tarih bölümlerinden çok siyaset bilimi bölümlerinde çalışıldığı ve okutulduğu haliyle bu disiplin, aslında “siyasal iyi” fikrinin çevresinde oluşturulmuş bir kanonun tekrar tekrar okunmasıdır. Siyasallığın değeri ve siyasal iyinin ne’liği soruları çevresinde gelişen tartışmaların, Antik Yunan’dan başlayarak 20. yüzyıla uzanan bir coğrafi-tarihsel uzamda yapılmış bir seçkide takip edilmesi, değerlendirilmesi ve bugün ile ilişkilendirilmesi disiplinin temel pratiğidir.

Bu pratik, özellikle disiplin ile yeni tanışan öğrencilerde, “Neden siyasal düşünceler tarihi alanında hep Batılı düşünürleri inceliyoruz, bizim düşünürlerimizin söylediklerine baksak daha doğru olmaz mı?” sorusunun sorulmasına da yol açar sıklıkla. Yerlilik ve millilik söylemiyle kendisine meşruiyet zemini kuran iktidarın desteklediği bir kültür atmosferinde fikirleri coğrafyalara ve coğrafyaları da kolektif kimliklere kopmaz aidiyet bağları ile bağlamak sıradanlaşmıştır. Bu bağlamda sözünü ettiğim soru da çok basit bir yanıt talep eder aslında: “Evet, asıl olan elbette bizim fikirlerimizdir. Başka coğrafyaların fikirleri ise kendi bahçemizde tali birkaç düzeltme yapmamıza olanak sağlamalarının ötesinde, ancak bizim olan fikirleri daha iyi anlamak bakımından, kültürel sınırlarımızın netleştirilmesine ve kendimizi bir kolektif kimlik içerisinde onama ve yüceltme ihtiyacımızın dindirilmesine hizmet ettikleri müddetçe değerlidir.”

Talep edilen bu yanıttan farklı bir biçimde olsa da, soru aslında son derece meşrudur ve siyasal düşünceler tarihi disiplininin de temel bir özelliğine işaret eder. Zira siyasal düşünceler tarihi, siyaset biliminin bir alt dalı olarak çalışıldığında, bize veya ötekine ait bir kültürel alanda üretilmiş idari söylemlerin tarihini yapmak yerine, bizatihi siyasal alanın kendisine ve düşünsel bir gelenek olarak siyasallığa odaklanır. Bu gelenek ise, “bizim” dediğimiz alanın dışında kurulmuştur.

“Siyasallık” fikri, Siyasal Düşünceler Tarihi’nin tam kalbinde durur. Geleneksel siyaset kavramı ile ilişkili fakat ondan farklı bir kavram olarak önerilir. Geleneksel anlamı ile siyaset, hiyerarşik yapıya sahip merkezî bir toplumsal iktidarı ifade ederken, siyasallık ise bu iktidarın içerisinde kurulduğu spesifik bir toplumsallık biçimini ifade eder. Toplumsal olan ile siyaset arasındaki ilişkiyi işlevselci olmayan bir biçimde kurma imkânı olarak siyasallık düşüncesi, aslında siyasetin kökeninin toplumsallıkta olduğuna dair bir iddiadır. Ancak, Ulus Baker’i takiben söylersek, siyasallık fikri, siyasetin sosyolojileştirilmesine direnir ve “toplumun sosyolojisine dayanan bir idari söyleme karşı” siyasal alanı tikelin ve olumsallığın alanı olarak çizer. Bu olumsallığı yaratan, siyasal alanın eşit bireylerin bir araya gelişi ile kurulduğunun düşünülmesi ve siyasal erkin kaynağının da bu alandaki kolektif ilişkilerde bulunmasıdır.

Siyasallık fikri, siyasal erkin toplumsal olana tümüyle yabancılaşmasına müsaade etmez. Gündelik olan daima siyasal olmak ve siyasal kalmak durumundadır. Bu bakımdan fikir, reaya ile devleti birbirinden neredeyse ontolojik olarak ayıran ve bu ikisi arasındaki ilişkinin daha yüksek bir bütünün organik düzeni içerisinde, işleve ve ölçülülüğe (adalete) göre kurulmasını salık veren modern öncesi dönemin idari düşüncesini büyük oranda reddeder. Siyasallık, siyasi erkin kökenini çıplak güç ve yalın kılıçta bulan realist perspektiften de, onu ilahi olanın hikmetine bağlayarak aşkınlaştıran siyasal metafizikten de, siyaseti etiğin bir devamı olarak gören klasik siyaset anlayışından da ayrılır. Siyasalı etiğe indirgemeden, onu gücün hakikati içerisinde tüketmeden veya aşkınlaştırmadan, bizatihi kendisi olarak ele almayı önererek, toplumsal ve siyasal düzeni dünyevileştirir, sokağa geri indirir ve eşitlikte temellendirir.

Bu fikrin tarihsel sınırlılığı açıktır. Siyasal iktidar erkini, kurucu bir şiddete, ilahi bir hakka veya etiğe değil de toplumsallığa dayandıran düşünceler tarihsel bakımdan hemen her zaman istisnai kalmış ve fakat modern zamanlarda normatif yönden son derece etkili olmuşlardır. Bugün siyasal düşünceler tarihi disiplininde Hobbes ve Locke gibi toplum sözleşmesi kuramcılarının siyasal topluma geçiş koşullarını ve bunun siyasi sonuçlarını insanların bir araya gelerek yaptıkları bir “sözleşme” ile anlattıkları eserlerinin değeri de, tarihsel bakımdan çok isabetli bir anlatı ortaya koymalarında değildir. Bu eserler, kısmen retrospektif bir okumayla, siyasal toplumu oluşturanın eşitlikçi bir düzlemde bir araya gelen bireyler olduğu fikrini, yani siyasallığı içerdikleri ve bu alanın gelişimine ileride imkân verecek fikirlerin nüvelerini taşıdıkları düşünüldüğü için değerli görülür, çoğu zaman da bu siyasallık fikri ile çelişen nitelikleri üzerinden eleştiriye tabi tutulurlar.

Siyasallık düşüncesinin kendi tarihsel kökenleri ise belirsizdir. Akdeniz uygarlığı özelinde bu fikri en azından Platon’un tiran-siyasal adam ayrımına ve insanı “siyasal hayvan” olarak tanımlayan Aristoteles’e değin geri götürebiliriz. Bundan sonra da zaman zaman kimi düşünürler siyaset erkinin nihai olarak toplumsallıkta temellendiğini belirterek bu fikir üzerinden kendi siyaset ve toplum felsefelerini kurgulamışlardır. Ancak siyasallık fikrinin takip edilebilen ve kalıcı bir gelenek halini alması modern dönemde ve Avrupa düşüncesinde olmuştur.

Doğu’ya atfedilerek dışsallaştırılan otokratik eğilimlere karşılık moderne özgü bir hatırlama rejimi çerçevesinde seçilmiş bir dizi metin ve bunların belirli bir tarzda okunması ile siyasallık, bir gelenek olarak modern Batı’da icat edilmiştir ve Batı’yı icat eden entelektüel geleneklerden de bir tanesidir. Siyasal düşüncenin klasik kanonu, Robert Filmer gibi yönetme hakkını ilahi idareye bağlayan kuramcıları dışlayıp John Locke’u kendisine dahil ederken, daha eski tarihsel referansları da seçmeci bir biçimde toplar ve siyasallık fikri çerçevesinde ilişkilendirir. Böylece ortaya, ait oldukları tarihî dönemdeki siyasi kurumların tarihsel düşünülme ve kavranma biçimlerini yansıtma niteliği zayıf, ancak siyasallık fikrini güçlü bir biçimde ortaya koyup onun çevresini saran problematiğin farklı boyutlarını ele alan eserlerden oluşan bir kanon çıkar. Bu eserlerin tümünde siyaseti eşitlikçi bir temelde kurmaya ve demokratik yönetimleri meşrulaştırmaya dönük eğilim, anakronik bir okumayla vurgulanır. Kanona dahil olan eserlerdeki siyasallık karşıtı fikirler de bu yönleri ile, siyasallık fikrinin normatif değerini vurgulamak üzere kullanılırlar.

Siyasallık esasında normatif bir iddiadır. Örneğin devleti, ortak kararları en “doğru” biçimde almak ve (her toplumsal aktörün kendi rolünü en “iyi” biçimde oynamasını temin etmek anlamında) adaleti tesis etmek için var olan bir hakim kurum olarak kavramak yerine ortak yaşamdan doğan ve kolektif biçimde şekillendirilmesi gereken bir erkin kurumsallaşmış biçimi olarak kavramayı önerirken, siyasallık fikri aslında eşitlikçi ve demokratik düzenler lehine tarafgirdir. Dolayısıyla modern Avrupa’da icat edilmiş bir gelenek olan bu fikir, gerçeği olduğu gibi anlatmaktan çok dönüştürmeye yarar. Elbette siyasallığı Avrupa’ya atfetmek, modern Avrupa coğrafyasında ortaya çıkmış olan devleti ve siyaseti düşünme biçimlerinin tamamının bu siyasallık nosyonunu güçlü bir biçimde barındığı anlamına gelmez. Ancak Avrupa demokrasilerine dair olumlu pek çok unsurun arkasında, bu siyasallık fikrinin güçlü bir biçimde sindiği eşitlikçi ve demokratik bir siyasi kültür vardır.

Modern demokrasilerin gelişmesine verdiği katkı dolayısıyla, siyasallık fikrinin tarihsel önemini konusunda pek az şüphemiz var. Fakat bugün için daha güncel olan soru, Siyasal Düşünceler Tarihi disiplininin yarına dair söyleyecek bir sözünün olup olmadığıdır. 21. yüzyılın ilk yarısında, doğa bilimlerinin ve bunların teknolojik uygulamalarının hızla ilerlediği, heyecan verici ancak bilinmezliklerle de dolu bir dönemin eşiğinde gibi görünüyoruz. İnsan genomu projesi sonrasında artan genetik ve sinirbilimsel araştırmalar, insan psikolojisine dair İkinci Dünya Savaşı sonrasında egemen olan kavrayış biçimimizin sorgulanmasını zorunlu kılıyor. İki örnek vereyim: Amerikalı psikolog ve genetik bilimci Robert Plomin, geçtiğimiz aylarda Taslak: DNA Nasıl Bizi Biz Yapar? başlığıyla yayımlanan ve tartışma yaratan kitabında poligenik kalıtım testleri ile birlikte genetik kalıtımın toplum içi farklılıkları açıklama gücünün sandığımızdan çok daha fazla olduğunu ileri sürüyor. Popüler bir tarihçi olan Yuval Noah Harari ise yakın bir gelecekte yapay zekâların bizim hakkımızda verecekleri kararların, kendi verdiğimiz kararlardan çok daha “isabetli” olabileceğine dair sansasyonel yazılar kaleme alıyor. Bu öngörü ve iddialar, sosyal bilimcilerin çoğunda, yalnız fiziksel gerçekliğin değil, toplumsal olanın da ürkütücü oranda isabetli bir biçimde betimleneceği ve buna dayanan gelişkin sosyal “teknolojilerin” geliştirileceği distopik bir vizyonu çağrıştırmakta. Kimbilir belki bir gün yapay zekâ yalnızca evrenin ve toplumun işleyişine dair sorduğumuz sorulara cevap bulma arayışımıza yardım etmenin ötesine geçecek ve soruları da kendisi sormaya başlayacak.

Böyle bir gelecekte sosyal bilimlerin bugünkünden çok daha farklı bir görünüm alacağını tahmin etmek zor değil. Bugün betimsel kaygılarla, var olanı anlamak için sorduğumuz pek çok soru, ihtimal ki ya sosyal bilimlerdeki paradigma dönüşümü sebebiyle geçersizleşecek ya da yanıtı çoktan bulunduğu için gereksizleşecek. Ancak bu durumda dahi siyasallık fikrine ve bu fikir çevresinde gelişen problematiğe dair soruların insanların kafasını meşgul etmeye devam etmesi, bugünü eleştirmemizi sağlayan Siyasal Düşünceler Tarihi’nin normatif bir disiplin olarak yarını şekillendirmek için de anlamlı bir pratik olması olası.

Bilimin betimlediği hakikatten ve ona dayanarak geliştirilen teknolojiden kaçınmak ne doğru ne de mümkün. Ancak, en azından şimdilik, “Hayvanları hukuki haklara sahip varlıklar olmanın ötesinde birer yurttaş olarak tanımlamalı mıyız?” sorusuna veya “Fırsat eşitliğinin ötesine geçmeyerek insanların doğuştan gelen kimi kısıtlılıkları nedeniyle dezavantajlı olmasına göz yummak adil midir?” sorusuna insan zihninin ve kanaatlerinin ötesinde nihai olarak cevap verebilecek bir bilim ve teknoloji hayal edemiyoruz. Dolayısıyla hızla süregiden bilimsel gelişmelere dayanan bir geleceği şekillendirecek normatif pusulaya bugün olduğu gibi gelecekte de ihtiyacımız olacak. Siyasal Düşünceler Tarihi kanonu, bu normatif pusulayı eşitlikçi, demokratik ve çoğulcu bir rotaya döndürmeyi arzu edenler için bugün değil, gelecekte de bu bakımdan değerli bir rehber olacak gibi görünüyor.

Kısacası, ne Aristoteles, ne La Boétie, ne Hobbes ne de Marx için yakın gelecekte ölüm yok…